Dünya

Sosyolog Cihan Tuğal ile aşırı sağ yükselişe dair söyleşi: “Brüksel’in soğukluğuna ve yıkıcılığına karşı faşizmin sıcaklığı ve ulusal toparlayıcılığı”

California Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Prof. Cihan Tuğal, Avrupa’daki ve dünyadaki dönüşümü, dünya genelinde sağ ideolojilerin nasıl güçlendiğini ve bu fenomenin arkasındaki dinamikleri anlattı

46 yıl önce öldürülen üç neo-Nazi Gençlik Cephesi üyesini anmak için düzenlenen etkinlikte Nazi selamı veriliyor

11 Haziran 2024 11:53

Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde aşırı sağ oylarındaki artış ve Yeşiller’in ciddi düşüşü, kıtada ve dünyada sağ siyasetin oynadığı role ilişkin tartışmaları alevlendirdi. Aşırı sağ oylardaki artışa rağmen merkez sol ve merkez sağ siyasetin etkisinin devam edeceği yönündeki görüşler yaygın olsa da sağ ideolojilerin belirgin olarak güçlenmesi kendini gösteriyor. 

AP seçimleri, öncesindeki anketlerde beklenen kadar olmasa da sağ partilerin önemli kazanımlar elde edebildiğini ortaya koydu. Bu artış, kimi yorumcular tarafından geleneksel ve merkez partilere bir “meydan okuma” olarak nitelendiriliyor. Parlamentoda daha güçlü konumlar elde eden aşırı sağ partiler, daha önce siyaset sahnesinde daha marjinal roller oynarken artık ana akımın önemli bir parçası haline geldiler. 

California Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Prof. Cihan Tuğal, T24’e Avrupa’daki ve dünyadaki bu dönüşümü, dünya genelinde sağ ideolojilerin nasıl güçlendiğini ve bu fenomenin arkasındaki dinamikleri anlattı. 

Tuğal, Avrupa’daki tarihsel faşizm döneminin siyasi görünümü farklı kıldığını düşünüyor. Ayrıca AP seçimlerinde açığa çıkan sandalye aritmetiği ne olursa olsun ideolojik olarak kazananın aşırı sağ olduğunu ifade ediyor. Durumu, “Brüksel’in soğukluğuna ve yıkıcılığına karşı faşizmin sıcaklığı ve ulusal toparlayıcılığı” ifadesiyle özetleyen Prof. Tuğal, sol siyasette etkili olan kimlikçiliğin “toparlayıcı değil dağıtıcı bir heyecan” yarattığına işaret ediyor. 

Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aşırı sağ oy artırsa da koltuk aritmetiği bakımından merkez sağ ve merkez sol, dağılımda hakim görünüyor. Ancak siz seçim sonuçlarının ardından sosyal medya hesabınızdan yaptığınız bir değerlendirmede, merkezin aşırı sağdan daha fazla oya sahip olmasının heyecan verici mesajlara sahip olduğu anlamına gelmediğini yazdınız ve bir zemin kaybından söz ettiniz. Merkez siyasetin zemin kaybından kastınız nedir? Merkez siyasetten kaçışı ve zemin kaybını merkezin politika tercihleri bağlamında neye bağlıyorsunuz?

Avrupa, takriben kırk yıldır serbest piyasacı bir anlayışla yönetiliyor. Bu uygulamaların sonucunda, sadece eşitsizlikler artmadı; toplumsal bağlar zayıfladı, insanlar yalnızlaştı. Teknolojik ve finansal atılımlar arada coşku yaratsa da hayat genel olarak düzleşti ve anlamsızlaştı. Elbette bu süreçlerden bazıları kapitalizmin kendisi kadar eski. Ancak, 19. yüzyıldan beri büyüyen emek hareketleri, bu süreçlerin bazılarını yavaşlatmış, bazılarını tersine çevirmişti. Geniş kesimlere bu süreçler üzerinde bir gücü olduğu hissini vermişti. 1970’lerden itibaren, solun dağınıklığı toplumsal yıkımın galebe çalmasıyla sonuçlandı. 

Merkez sol ve merkez sağ, kıtayı gittikçe içinden çıkılmaz hâle getiren, kitleleri acziyete sürükleyen serbest piyasacı uygulamaları sürdürmekte kararlı. Sorunların ciddi olmadığını, daha ziyade niteliksiz, eğitimsiz insanları etkilediğini düşünüyorlar. Aşırı sağ ise yalnızlığın, çaresizliğin, acziyetin sebebi olarak göçmenleri gösteriyor. Avrupa aşırı sağında şu anda tam bir örgütsel birlik yok ama mesaj birliği var. Göçmenlerden kurtulursak, ulusal bağlarımızı tekrar oluşturursak, 1980 öncesi “güvende olma” hissimizi tekrar rahatça inşa ederiz diyorlar. Sorunları inkar eden merkez sol ve merkez sağın aksine, bu duruş insanlara umut veriyor. 

Aşırı sağ herhangi bir Avrupa ülkesinde uzun süreli bir iktidar deneyimi yaşasa bile sorunları yaratan yapısal süreçlere dokunmayacağı için her şey daha da kötüye gidecek. Yersiz kurbanlaştırmalar yaşanacak. Bunu aşırı sağın uzun süredir iktidarda olduğu Türkiye, Macaristan, Hindistan gibi örneklere bakarak görebiliriz. 

“Hindistan ve Türkiye’de aşırı sağın ciddi bir ayırıcı özelliği var”

31 Mart seçimlerinde AKP’nin yaşadığı ciddi oy kaybı, Hindistan’da Narendra Modi’nin karşısında muhalefetin önemli oy kazanımları sağlaması ve son olarak AP seçimlerinde açığa çıkan sonuç dünyanın farklı yerlerinde birbirinden ayrı tepkilerin ortaya çıktığını gösteriyor. Tepkilerin ortaya çıkış biçimini, yani sağı mı yoksa solu mu daha güçlendirdiği sizce nereye göre belirleniyor? İtalya, Almanya ve Fransa’da tarihsel faşizm döneminin ortaya çıkan tabloda etkisi olmuş mudur? 

Aşırı sağın elinde temeldeki sorunlarla baş edebilecek reçeteler yok. Dünyaya yaklaşım biçimleri de buna müsait değil zaten. Dolayısıyla, yönetime geldikleri yerde krizleri şiddetlendiriyorlar. Ama Hindistan ve Türkiye’de aşırı sağın ciddi bir ayırıcı özelliği var. İki rejim de (arkalarında on yıllar olan) kitlesel örgütlenmeler üzerine kurulu. Hindistan’da işsizliğe karşı bir tepki var ama kitle örgütlülüğünün yarattığı bağlar tepkiyi yumuşatıyor. Türkiye bir parça daha karmaşık, zira rejim neredeyse on yıl serbest piyasacı uygulamalardan uzaklaştı ve istihdam yarattı. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’le birlikte düz bir serbest piyasacılığa dönünce de cezalandırıldı. Ne yazık ki, karşılarında duran ana alternatifler de Şimşek’ten farklı bir ufka sahip değiller.

“İtalya, Almanya ve Fransa’da tarihsel faşizm deneyimi durumu farklı kılıyor”

Bu noktada Polonya örneği ilginç çünkü oradaki sağcı rejimin ciddi bir kitle örgütlenmesi olmadan iki dönem ayakta kaldığını gördük. Polonya aşırı sağının avantajı, Hindistan’daki idarenin aksine, serbest piyasacı uygulamalardan çok daha önce uzaklaşmasıydı. Ancak yine de elinde sürdürülebilecek bir program yok. Türkiye’deki gibi örgütlü bir kitle desteğinin yokluğunda, idari sığlığı sürdürülemez bir hâl alıyor.

“Brüksel’in soğukluğuna ve yıkıcılığına karşı faşizmin sıcaklığı ve ulusal toparlayıcılığı”

İşte tam da burada İtalya, Almanya ve Fransa’da aşırı sağın avantajını daha iyi anlayabiliriz. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri ile karşılaştırıldığında, tarihsel bir faşizm deneyimi olması durumu farklı kılıyor. Anlattığım yalnızlaşma ve çaresizlik, Amerika’da çok daha yoğun yaşanıyor. Bunun en ciddi tezahürlerinden biri, uyuşturucu ve alkol kaynaklı ölümler. Bu eğilimler Avrupa’da da var elbette. Ancak aşırı sağın daha örgütlü olması, bir toplumsallık deneyimi yaratıyor. Bu da yıkımı frenliyor. Korkunç bir denklem bu. Brüksel’in soğukluğuna ve yıkıcılığına karşı faşizmin sıcaklığı ve ulusal toparlayıcılığı. 

“Aşırı sağ yükseliş, insana kendini tekrar önemli ve muteber hissettiriyor”

Ama 1930’ları unutmayalım. “En azından trenler zamanında kalkıyor” diye sırtı sıvazlanan faşist idareler, eninde sonunda insanlık tarihinin en büyük yıkımını yarattılar. Aşırı sağ yükseliş, özellikle de örgütlü olduğu yerlerde, birçok insana kendini tekrar önemli ve muteber hissettiriyor. Bu kof itibarın faturası ise sonra geliyor. 

“Kendi yarattıkları sorunlarla baş edemeyen merkez sol ve sağ partiler, giderek daha çok aşırı sağa benzeyecek”

Almanya, Fransa ve İtalya gibi sadece teknik olarak değil Avrupa fikriyatının önde gelen ülkelerindeki sağ yükselişin Avrupa Birliği politikaları konusunda bize söylediği bir şey var mı? Aşırı sağın belirleyici bir çoğunluk elde edemediğini düşündüğümüzde “tehlike çanları” konusunda kaygılanmak için erken mi? 

Aşırı sağın kıtayı dönüştürmesi için çok büyük bir çoğunluğa da ihtiyacı yok illa ki. Soldan sağa tüm partiler zaten göçmen karşıtı anlatıyı benimseyerek, onların istediği dönüşüme hizmet ediyorlar. Kendi yarattıkları sorunlarla baş edemeyen merkez sol ve sağ partiler, giderek daha çok aşırı sağa benzeyecek. Ama aynı yalnızlaşmayı, acziyeti üretmeye de devam edecekler. Yani ideolojik olarak kazanan kesinlikle aşırı sağ, oy oranları ne söylerse söylesin. 

“Avrupa sağı, AKP’nin de hangi yöntemlerle zor zamanları atlattığını takip ediyordur”

Bir de, aşırı sağın kontrol kurmak için ille de oy çoğunluğuna ihtiyaç duymayacağını hatırlamak lazım. Merkez zayıfladıkça ve çözüldükçe, meclis hileleri ve saray darbeleri devreye girecektir. İlle de Reichstag yangınının bire bir tekrarlanması gerekmiyor. 21. yüzyılda yepyeni araçlar gelişecektir. Şimdiye kadar başarısız olan seçim sonrası ayaklanmaları (6 Ocak Amerika, 8 Ocak Brezilya) bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Avrupa sağı elbette bu ayaklanmalar kadar, AKP’nin de hangi yöntemlerle zor zamanları atlattığını takip ediyordur.

Bu tablonun ortaya çıkmasında solun durumunun etkisi de var mı? Sol siyasetteki kimlikçi etki buna sebep olmuş olabilir mi? “Heyecan verici mesaj” bağlamında değerlendirirsek sol siyasetin reçetelerini değiştirmesi gerekir mi? Neden ağırlıkla aşırı sağ yükselirken aşırı sol yükselmiyor?

Solda 1970’lerden beri yaşanan dağınıklık, büyük zarar veriyor. Çevre meselesiyle sosyal adalet meselesinin ayrı mecralarda yürümesi, örneğin, kabul edilecek şey değil. Her şey (toplumsallığını giderek yitiren) bir “Yeşil” anlayış etrafında değerlendirilince faturanın yine günah keçilerine çıkması kaçınılmaz oluyor. Sosyalizmle bağlarını koparan Yeşiller’in gözünde önce “cahil” ve “ırkçı” beyaz işçiler sorun hâline geldi. Şimdi de azınlıkları ve göçmenleri suçlamaya başladılar. Son seçimlerden önce aşırı sağın söylemini taklit etmeye çalıştılar ama bunun bir oy getirisi olmadı. Kayıpları büyük. Almanya’da sosyalist solun bir kısmı da aynı yöntemi denedi. Geçici bir oy artışı sağlayabilir bu ama yarattığı asıl değişiklik solun bölünmesi ve moral kaybı olur.

“Kimlikçi siyaset heyecan yaratıyor ama toparlayıcı değil dağıtıcı bir heyecan oluyor”

Sosyalist solun, aşırı sağ kadar basit ve doğrudan bir mesajı olamaz. Olsa, bu dürüst olmaz. Bu da işini zorlaştırıyor. Yine de yukarıda anlattığım sorunların nasıl birbirine bağlı olduğunun ve bunların ancak yeni bir ekonomik programı sırtlayacak kitlesel bir seferberlikle aşılabileceğinin anlatılması gerekiyor. Bu yönde çabalar var ama çok güdük. Sorun kimlik siyasetlerinde değil, tüm siyaseti bundan ibaret zanneden “kimlikçilik”te. Kimlikçi siyasetler heyecan yaratıyor yaratmasına ama bu (aşırı sağdakinin aksine) toparlayıcı değil, dağıtıcı bir heyecan oluyor. Solun, sermayenin ve devletlerin yıkıcılığına karşı tüm toplumun çıkarlarını, hayatını, geleceğini, bağlarını savunan hattına geri dönmesi lazım. Sosyalizm anlayışı, ekoloji ve kimlik siyasetlerini sınıfsallıkla birleştiren bir şekilde tekrar kurulup örgütlenmediği sürece, sol da toplumsal çöküşün parçası olmaya devam edecek.

“2002’den beri Türkiye’de yaşanan tip bir değişim daha muhtemel”

Avrupa’da aşırı sağın yükselişi müesses nizam açısından bir tehlike yaratır mı? Yoksa çeşitli enstrümanlarla bu tepkiyi de içerecek bir yol bulunur mu?

Bunu kestirebilmek için biraz erken. Yine de ana akım yorumcuların, “Korkmayın, her şey yolunda, merkez güçlü” minvalindeki açıklamaları (bilinçli manipülasyon değilse eğer), kendini kandırmaktan ibaret. Aşırı sağda bir birlik olmadığı, hemen ertesi gün bir program etrafında birleşip kıtayı yönetemeyecekleri doğru. Ancak merkezde de yirmi yıl önce sahip oldukları güven ve birlik yok. İçerme o kadar kolay olmayacak.

“Hem müesses nizam hem aşırı sağ kazanacak”

Benim tahminim, 1933’te Almanya’da birdenbire yaşanmış görünen değişimden ziyade, 2002’den beri Türkiye’de yaşanan tip bir değişimin daha muhtemel olduğu. Yani en azından şimdilik, hem müesses nizam hem aşırı sağ kazanacak. İkisi birbirini besleyecek, ne kadar birbirlerinden nefret etseler de. Tepki soğurulacak yani. Ama soğurulan bu tepki, müesses nizamın tüm insani, demokratik iddialarının içini boşaltacak. Liberal kurumlarla aşırı sağ, birlikte çürüyecekler.

“Amerikan toplumu yavaş çekim çöküşte”

Son olarak ABD’de özellikle Kasım seçimlerine yaklaşan süreçte yükselen sınır güvenliği tartışmaları, kampüslerdeki Filistin yanlısı protestolara yönelik sert müdahaleler ve Gazze’deki savaş konusunda keskin tavır görüyoruz. Yükselen sağ siyasetin ABD’deki yansımalarının Avrupa’dan farkları var mı? ABD bu siyaset iklimini nasıl etkileyecek ve ondan nasıl etkilenecek?

Amerikan toplumu (bir tanıdığımın deyimiyle) “yavaş çekim” çöküşte. Sokaklar güvenli değil. Kent merkezleri evsiz ve bağımlı akınına uğramış durumda. Gençliğin giderek artan bir kesimi, derin bir depresyonda. Bunlara insani bir tepki de verebilirsiniz, şeytanlaştırıcı bir tepki de. Merkez sol (hatta sosyalist solun da ciddi bir kısmı) bu sorunları görmezden geliyor ya da demokratik siyasetin alanı değilmiş gibi algılıyor. Aşırı sağ, bu inkarcılığı teşhir ederek, suç krizini abartarak ve de kaynağı (aslında suçla çok az alakası olan) kayıtsız göçmenlermiş gibi göstererek büyüyor. Donald Trump’ın Amerika’yı tekrar büyük ve güçlü (ya da “harika”) yapma sloganına karşı, Hillary Clinton’ın bir avuç elit dışında kimseye inandırıcı gelmeyen sloganı “Amerika zaten harika” (“America is already great”) idi. Bu tutmayınca, Joe Biden sol söylemlerle iş başına geldi. Ancak idaresinin ilk yılında karşılaştığı engellerden dolayı merkez sol rotayı bıraktı ve merkeze geri döndü. 

Seçime birkaç ay kala, sınır güvenliğinden kampüs protestolarına “merkez sağ” bir çizgi tutturmaya, bu şekilde arada kalmış seçmeni kazanmaya çalışıyor. Boş bir çaba. Bugünden Kasım’a (örneğin Filistin’de başarılı bir ateşkes gibi) büyük ve şaşırtıcı bir değişiklik olmazsa, Biden’ın kaybedeceği kesin. Amerika’nın ihtiyaç duyduğu ne inkarcılık ne göçmen düşmanlığı. Bu ikisinin dışında bir hat oluşturmaya çalışan gençler de var. Bu seçimleri etkilemeleri imkansız ama önümüzdeki yıllarda yeni bir hat oluşabilir.