Londra
Jeremy Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi, perşembe gece sonuçlanan erken genel seçimlerde modern tarihinin en büyük hezimetlerinden birini yaşadı. Boris Johnson liderliğindeki Muhafazakârlar ise Margaret Thatcher’dan beri en başarılı seçim sonucuna ulaştı. Corbyn, dün sabah yaptığı açıklamada 1983’ten beri Meclis’te temsil ettiği Londra’nın Islington North bölgesini vekil olarak temsil etmeye devam edeceğini ancak partisine ‘bir sonraki genel seçimde liderlik etmeyeceğini’ açıkladı.
Eski Başbakan Tony Blair’in genel başkanlığında neredeyse bir merkez parti haline gelen İşçi Partisi, Corbyn ile tekrardan ‘radikal sol’ olarak nitelendirilebilecek bir çizgiye gelmişti. Ancak İşçi Partisi'nde tekrardan liderlik yarışına başlıyor. Partinin çizgisinde bir değişiklik olup olmayacağını henüz tahmin etmek zor olsa da Corbyn’in başarısızlığının ana sebebinin bu siyasi çizgi kayması olduğunu söylemek doğru değil. Zira şüphesiz ki 12 Aralık’ta gerçekleşen seçimin ana belirleyici etkeni, ülkenin yıllardır içinden çıkamadığı Brexit oldu. Corbyn’e yakın Guardian yazarı Owen Jones’un kelimeleriyle söylemek gerekirse, Britanya bir ‘kültür savaşı yaşadı’.
Kimi çevrelerde Corbyn’in merkez çizgiden uzaklaşması her ne kadar hezimetin tek sebebiymiş gibi anlatılsa da benzer politikalar ile 2017 seçimlerine giren Corbyn, partisinin geçtiğimiz yüzyılda yaşadığı en büyük oy artışına sebep olmuştu. Blair’ın partiye uzaklaştırdığı, siyasette ses çıkarmamaya başlayan genç kuşaklar, Corbyn yönetiminde İşçi Partisi’yle tekrardan siyaseten aktif hâle geldi. ICM Research’ün 29 Kasım – 2 Aralık arasında yaptığı anketlerde de 18-24 yaş aralığındaki Britanyalıların yüzde 67’sinin, 25-34 aralığının ise yüzde 50’sinin İşçi Partisi’ne destek vermeleri, Corbyn döneminde partinin neyi başardığının en büyük kanıtı. Bu oranın hemen tam tersinin 65 yaş üzerinde görülmesi ise, Britanya siyasetinde bir ‘kuşaklar çatışması’ yaşandığı yönünde yorumlar yapılmasına sebep oldu. Dolayısıyla Corbyn sonrası İşçi Partisi’nin hemen merkeze dönmesi pek gerçekçi durmuyor. Parti politikalarında biraz yumuşama görülmesini ise beklemek yanlış olmaz. Ancak İngiltere’de klişeleşmiş bir söylemi de hatırlamak lazım: ‘’25’ine kadar İşçi Partili olmayan vicdan; 35’ine kadar Muhafazakâr olmayan ise akıl yoksuludur.’’
Genç seçmendeki bu yükselişin Britanya’nın tamamına hâkim olamadığını 12 Aralık seçimleri gösterdi. Bu noktada Brexit’in etkisinde girilen bu seçimde ana etkenlerin ne olduğuna bakmak gerekiyor.
Seçim manifestosundaki madde yoğunluğu ikna kabiliyetini düşürdü
Bunlardan ilki, şüphesiz ki Corbyn’in popüler olmayan liderliği: Corbyn, 70’lerden bu yana seçime giren bütün ana muhalefet parti liderleri arasında en düşük onaylanma oranına sahipti. Bunun sebepleri arasında, şüphesiz ki, İşçi Partisi liderinin İrlanda ve Kuzey İrlanda’da da birlik isteyen İrlandalı Cumhuriyetçilere destek vermiş olması. Bir diğeri, gittikçe yaşlanan ve muhafazakârlaşan Britanya’da radikal ilerici değerlere destek vermesi. Üstelik bu değerleri Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi, seçim vaadi olarak ortaya koydu. ‘’Gerçek değişimin zamanı’’ başlığında toplanan manifestosunda İşçi Partisi, oy verme yaşının 16’ya düşürülmesinden tamamen ücretsiz okul sistemine, hatta birçok enerji ve ulaşım şirketlerinin devletleştirilmesine kadar birçok radikal değişimin sözünü verdi. Ancak bu politikaların tamamının bir arada sunulması ise partinin ikna kabiliyetini düşürdü.
"Hakiki değişim"e karşı "Brexit"i halledelim
Öte yandan, ‘radikal/hakiki değişim’in önderliğine soyunan İşçi Partisi ve Corbyn, Britanya Parlamentosu’nun Brexit’e çözüm üretememesi sebebiyle girdiği genel seçimde Brexit’e dair net ve kolayca anlaşılabilir bir politika üretemedi. Partinin hedefi, olası bir zaferin ardından önce AB ile yeni bir ‘çıkış anlaşması’ için masaya oturmak, ardından Brexit sürecini tekrardan uzatıp 6 ay sonra imzaladıkları anlaşma ile ‘AB’de kalalım’ seçeneklerini halka sunmak idi. Yani İşçi Partisi, Brexit’ten bıkmış Britanya’ya en az 9 aylık daha Brexit tartışması vaat ediyordu. Diğer tarafta Johnson ve Muhafazakârlar ise ‘’Brexit’i halledelim’’ sloganı altında kampanya yürüttü. Corbyn’in aksine Johnson’ın ana hedefi, Brexit’ten kurtulmak isteyen Britanya’ya istediğini vermek idi. Oysa Johnson da her ne kadar AB ile bir anlaşma yapmış olsa da ticaret anlaşmasında uzlaşıya varmış değil.
Diğer yandan Johnson’ın bir ‘AB’den çıkalım’ koalisyonu kurabildiğinin de altını çizmek gerek. Brexit’in fikir babalarından Nigel Farage’ın liderlik ettiği Brexit Partisi, seçim sürecinin başında Muhafazakârların kazanma şansının olduğu bölgelerde yarışmama kararı almıştı. Oysa İşçi Partisi seçmenlerinin bir bölümü de AB’den çıkma yönünde oy kullanmıştı; yani, Corbyn, partisinin seçmenlerinin tamamını bir arada tutmak zorundaydı. Tutamadı: Normalde ezici olarak İşçi Partili olan, ‘kızıl duvar’ olarak adlandırılan endüstri kentleri, Muhafazakârların kamu harcamalarını kıstığı 10 yıllık dönemde ekonomik büyümeden nasibini alamamış, siyasetin yüzüstü bıraktığı bölgelerdi. Dolayısıyla Corbyn’in 2017’de kamu harcamalarındaki kesintilerin üzerine giderek, endüstri kentleri için de fırsat eşitliği sağlayacak politikalar vaat ederek girdiği seçimde, Corbyn’e destek vermişti. Ancak bu kentlerin insanları, gazeteci Robert Peston’un tarifiyle ‘siyasi nizamı protestoya girişmiş, 2016’da ‘çıkalım’ demişlerdi. 12 Aralık gecesinde bu ‘kızıl duvar’ın Muhafazakârların mavisine boyandığı görüldü.
Bu oy kayışının iki temel sebebi vardı: İlki, Brexit dramasının bitmek bilmez çilesine Johnson’ın sunduğu basit çözüm önerisiydi. Ekonomik bunalımdan en çok etkilenen bu endüstri şehirleri, ‘’Halledelim, gitsin’’ dedi. İkincisiyse, Johnson’un başdanışmanı Dominic Cummings’in Johnson başbakanlık konutuna yerleştiği andan itibaren uygulamaya soktuğu, uzun vadede bir seçim stratejine dönüşeceğini öngördüğü ‘kamu yardımı’ stratejisiydi. Cummings, May ve Cameron hükümetlerinin kamu harcamalarını minimuma indiren politikalarını tersine çevirip, kızıl duvarın siyasi nizam tarafından umursanmayan seçmenlerine yönelik kamu desteğine yüklenmişti. Bu, hem polis birliklerine alınacak yeni 20 bin kişi hem de sağlık sistemine yapılacak yüklü yatırımlar olarak toplumuna sunuldu. Bunların gerçekleşmesi için ise ‘Brexit’in halledilmesi’ önkoşulu koyuldu. Kızıl duvar, bu stratejiyle maviye boyandı. Johnson’ın tekrardan başbakan seçildikten sonra basına yaptığı ilk değerlendirmelerden biri, bu ‘kızıl duvarı, mavi tutma’ önceliğini de içeriyordu.
‘Kalalım’ diyenlerin oyu da sandıkta bölündü
Öte yandan, Jo Swinson’un iddialı liderliğinde Liberal Demokratlar, Corbyn ile masaya oturmayı reddedince ve ‘Brexit’i halkın oyuna rağmen iptal etmek’ politikasıyla kampanya yürütünce, ‘kalalım’ diyenlerin oyu da sandıkta bölündü. Örneğin Chuka Ummuna gibi bir zamanlar İşçi Partisi’nin liderliğine oynayabileceği düşünülen ama Corbyn’in sol çizgisini ve parti içindeki anti-Semitizm suçlamalarını sebep göstererek Liberal Demokratlara geçenler, temsil ettikleri bölgelerde seçim kazanamadı; Muhafazakârlar galip geldi. Londra gibi büyük kentlerin Putney ve Wandsworth gibi ‘AB yanlısı’ ama Muhafazakâr eğilimli bölgelerinde ise Liberal Demokratların ve İşçi Partisi’nin oyunda artış gözlendi. Dolayısıyla Brexit, ülke siyasetinin merkezindeyken gerçekleşen bu seçimde Muhafazakârlar ‘çıkalım’ diyenlerin ve Brexit dramasından kurtulamak isteyenlerin temsil edildiği bir koalisyon kurabildi; ‘kalalım’ diyenler ise paramparça oldu, birbirini kötü etkiledi. Zira istifa edeceğini açıklayan Corbyn de yeniden vekil seçilemeyen ve liderliği bırakması beklenen Swinson da eski başbakanlar David Cameron ve Theresa May’in ardından Brexit’in düşürdüğü liderler serisine eklenmiş gözüküyor.
İşçi Partisi'nin
İşçi Partisi’nde yeni bir dönem başlayacağı artık kesin. Ancak partide sol kanadın -her şeye rağmen- daha güçlü olduğunu söylemek lazım. Zira Corbyn öncesinde kampanyalarda çalışacak gönüllü bulmakta dahi zorlanan partiye, Corbyn’le beraber 100 binin üzerinde yeni üye katıldı. Her ne kadar Corbyn liderlikten çekilse de yakaladığı idealizm rüzgarının hemen söneceğini düşünmemek gerek. Ancak liderlik pozisyonu için ismi anılan Keir Stermer, Jess Phillips gibi siyasiler de partinin Corbyn yönetimi altında fazla sola kaydığını söyleyen isimler. Fakat onlar da merkezin değil, solun temsilcileri. Ayrıca Corbyn’in tetiklediği idealizm akıntısını söndürmeye ihtiyaç duyacaklarını söylemek de yanlış, çünkü bundan sonra İşçi Partisi’nin elinde şöyle bir avantaj var: Brexit’in sonucunda Britanya’da ne yaşanırsa yaşansın günah, Muhafazakârların başına kalacak.