Gündem

Siyaseti gelecekle birlikte düşünmek (I)

'Ya da Dersim’le yüzleşmeyle? 2015 geliyor: Ermeni Soykırımı’na dair ne diyecek CHP?'

18 Şubat 2014 03:07

Ferdan Ergut

 

5 ay önce T24’te yayınlanan “Siyaseti Tarihle Birlikte Düşünmek” başlıklı yazımda Türkiye’deki muhalif siyasetin geçmişle ilgili sorunlu ilişkisine değinmiştim. Yazının iddiası oydu ki, Türkiye solu, kendisinin en önemli kurucu unsuru olduğu demokrasi tarihinin kazanımlarını, toplumda bıraktığı kültürel izleri yeteri kadar değerlendiremiyor ve yenilgici bir ruh haliyle demokratikleşmeye dönük atılan her adımda kendi tarihsel birikimini ve mücadelesini görmek yerine “iktidarın oyununu” görüyordu. Başarıdan pay çıkarmak ve bunu ahaliye anlatmak dururken, kendini resmin dışına çıkarmak için özel bir çaba harcıyordu. 

Peki muhalif siyasetin Geçmiş’le kurduğu/kuramadığı ilişki böyleyken, Gelecek’le kurduğu ilişkiye dair neler söylenebilir? Türkiye solunun önemli bir kesimindeki cari siyaset, nasıl bir gelecek algısı üzerine inşa ediliyor? Türkiye yakın tarihinin en hegemonik iktidarına karşı alternatif siyaseti kurgulamak, bu yazıda açıklamaya çalışacağım türden bir gelecek algısıyla mümkün müdür? Okuyacağınız yazı, bu soruya olumsuz yanıt verdikten sonra karşı-hegemonik bir siyaseti kurgulamak için önümüze çıkan çok önemli bir fırsata, Halkların Demokratik Partisi’ne odaklanacak. HDP’ye varasıya ama, yolun ortasında duran CHP ile de ilgilenmek zorunda kalacak elbette!

Yazı boyunca temellendirmeye çalışacağım argümanımın çekirdek hali şu: HDP, basit bir yönetim veya iktidar tekniğinin değil; bir hegemonya mücadelesinin aracıdır.  Tam da bu nedenle kısa vadeli beklentilere heba edilemeyecek kadar önemli bir oluşumdur. HDP Türkiye’de eşitlikçi, çoğulcu ve özgürlükçü bir siyasal odak olmak istiyor. AKP’nin hegemonik siyasetine bir karşı-hegemonik siyasetle çıkmak istiyor. Bu, bugünden yarına olacak iş değil. Deneyim biriktirmek, bilgi biriktirmek ve başarı biriktirmek gerekiyor. Yerel seçimler bu karşı-hegemonik düşünceyi ve siyaseti toplumsallaştırma yönünde çok önemli bir adım olacaktır.

AKP ile CHP arasına sıkışan Türkiye siyasetini açmak için yerel seçimler ve HDP/BDP’nin seçimlerdeki varlığı önemli bir fırsat… Nihayet AKP hegemonyasına karşı demokratik -ve sahici!- bir alternatif var. Yazının belki fazla “teorik” görülebilecek giriş bölümü ile “politik” olan sonraki bölümleri birbiriyle yakından ilintili. Zira, HDP’nin sunduğu fırsatı değerlendirebilmek –hatta onu bir fırsat olarak görebilmek dahi- belirli bir gelecek perspektifi ve algısına sahip olmakla mümkün olacak. Şimdi başlayabiliriz.

 

Gelecek

 

Zaman fark yaratır! Çoğunlukla farkına varmasak da yapıp ettiklerimizi biçimlendiren ana unsur aslında zamandır. Şöyle de söylenebilir: Yapıp ettiklerimizin istisnasız hepsi bir gelecek perspektifinin içine oturur. Kimisi kısa vadelidir, kimisi uzun… Kısa bir gelecek perspektifi içinde davrandığımız halimiz, uzun bir gelecek perspektifi ile davranış halimizden elbette farklı olacaktır. İkisi de biziz elbette; lakin deneyimlerimizi anlamlandırdığımız bağlam bütünüyle farklı. Kısa vadede anlamlı olan; uzun vade içinde en anlamsız olan olabilir! (Tersi de doğru elbette...)

Tarihçiliğin genel olarak insanların geçmişte olan şeylere verdikleri tepkileri,  yanıtları inceleyen bir disiplin olduğu düşünülür. Tarihçiler A olayını gerçekleştiren(ler)in neden öyle eylediklerini anlamak için onun hemen öncesinde neler olduğuna bakar ve bir nedensellik bulmaya çalışır. Oysa insani etkinliklerin sadece bir bölümü böylesi bir şekilde geçmişe referansla anlaşılabilir. Yapıp ettiklerimizin önemli bir bölümü ise gelecek tarafından belirleniyor. Arzularımız, korkularımız, ulaşmayı hedeflediğimiz ortamı kurmak veya gelmesinden korktuğumuz ortamı engellemek v.s. Tam da bu nedenle tarihçi, insanların beyinlerine nüfuz etmeyi, kendini geçmişte yaşamış o insanın yerine koymaya çalışır; o insanın ortamını kafasında yeniden kurgular ve neyi neden yapmış olabileceğini ortaya çıkarmaya çalışır.

Yapıp ettiklerimizin önemli bir bölümü gelecek tahayyülümüz tarafından belirleniyorsa o geleceğin kısa mı uzun mu olacağı başlı başına önem kazanır. Öyle ya, arkadaşlıklarımızdan, eğitime, tarıma, demokrasiye birbirinden çok farklı insani tecrübenin belirleyicisi, belirli bir gelecek tasavvurudur. Çocuklarımızın eğitimi için harcadığımız maddi, manevi kaynaklar sonuçta bu eğitimin uzun vadede bir “getirisi” olacağı tasavvuruna dayanır. Buğdayı da aynı nedenle ekeriz. Demokrasi içinde davranmaya devam ederiz; çünkü gelecek perspektifi uzundur. Önümüzdeki seçim, son seçim olmayacaktır (bir an için olacağını düşünün!). Birbiriyle ilgisiz bunca alanın tek ortak noktası, uzun vadeli bir gelecek tasavvurunu barındırmasıdır.

Uzun vadeli gelecek tasavvurumuzun birden bire kısaldığı bir durumda davranışlarımızın nasıl değişebileceğini Enis Batur’un sıkı metinlerinden biri Mürekkep Zaman benden daha iyi anlatır:Kitap, “altıbinotuziki gün kaldı” diye başlar. “9 Temmuz 2002 günü Linear teleskopu, iki kilometre çapında bir göktaşının 1 Şubat 2019 günü çarpabileceği yeryüzüne doğru, saatte yüzbin kilometre yutarak yaklaştığını” saptamıştır. Taşın dünyaya çarpması son derece küçük bir olasılık – yetmiş binde bir. Üstelik pek yakında bu olasılığın da sıfırlanacağı görüşündeymiş gökbilimciler.

Biz yine de -konumuz gereği- göktaşının dünyamıza kesinlikle çarpacağı varsayımından ilerleyelim. Başka bir deyişle, ya 12 yıl sonra hepimiz yok olacak olsaydık? Enis Batur’dan devam ediyorum: “Kişinin ölüm tarihini önceden bilmesi her şeyi tepeden tırnağa değiştirmeye yeterdi. Hayatımızın çehresini böyle biçimlendirenin bir bilinmeyen olduğunu unutuyoruz genellikle. Yedi yıl, yirmibir yıl, otuz yıl sonra öleceğimize ilişkin kesin bir bilgi olsaydı elimizde, bütün yaşama düzenimiz kökünden değişecekti. Bilinmediği için daha seyrek akla getiriliyor ölüm fikri. 1 Şubat 2019 günü öleceğimizi şu an öğrensek, yaşamımızdaki sıralamaları hemen yerinden oynatmaya koyulur, riziko eşiklerimizi zorlamaya başlar, tutsağı olduğumuz nice zincirden soyunmaya çabalar, dayanılmaz ağrılar içinde kıvranırdık. Biyolojik ölüm tarihlerine dek beklemeye katlanamayanların sayısı artardı. Kimileri için, her vakit, bir an önce ölmek en doğru çözüm yolu olmuştur”.

Batur’la birlikte tekrar soralım: Gelecek perspektifimizin kısaldığı, “çektiği” anlarda (iki yıl sonra öleceğimizi bildiğimiz anlarda mesela) hangimiz şu anda yaptığımız işi yapmaya devam eder, hangimiz eyvallah dediğimiz durumlara hala eyvallah derdi? Bütün bu soruların yanıtları elbette kişilerin “riziko eşikleriyle” ilgili olarak değişecektir. Fakat bütün bu farklılıklara rağmen, sanırım çok azımız umutlu bir geleceği inşa etmek için güç, deneyim ve bilgi biriktirmeye devam edecektir.  Önümüzde uzanan gelecek bunlarla vakit kaybedemeyeceğimiz kadar kısalmıştır da ondan!

Buraya kadar söylenenlerin siyasetle henüz bir ilgisi kurulamadıysa CHP’den bahsetme zamanıdır!

 

CHP bir alternatif olamaz

 

Türkiye yakın tarihinin en hegemonik partisi olan AKP ile mücadelenin tam da yukarda anlattığım kısalmış bir gelecek tasavvuru nedeniyle kadük kaldığını ve bu gelecek tasavvurunu açamazsak öyle de kalacağını düşünüyorum.

Sol siyasetin gelecek tasavvurunu daraltan, küçülten bir zihniyet var. Genellikle şöyle işler bu zihniyet: “Ne olursa olsun birincil ve tek hedef AKP’den kurtulmaktır. Bu uğurda işbirliğine açık olan istisnasız her kesimle işbirliği meşrudur. AKP’ye muhalefet eden hiçbir örgüte/partiye muhalefet edilmez.” Gelecek tasavvurunu daraltan, hatta gelecek perspektifini “şimdilik” kaydıyla bütünüyle bir yana koyan bu zihniyet, kendisine sığınacağı kurumsal bir şemsiyeyi bulmakta zorluk çekmez: CHP her zaman göreve hazırdır! Türkiye’nin görece daha demokrat basın organlarında son haftalarda tam da bu minvalde CHP’ye işaret eden yazılar çoğalınca CHP’ye dokunmak da farz oldu! (Yani bu yazı “muhalefete muhalefet mi edilirmiş” diye yaygınlaşmaya başlayan ve her ezber gibi anlamsız olan o ezbere karşı da yazıldı. Evet “muhalefete” muhalefet ediyorum!)

CHP, Türkiye’deki sol siyasetin gelecek tasavvurunu yok eden en önemli örgüttür! 1980 öncesi dönemine hiç girmeyeceğim. (CHP’nin iflah olmaz “madde”sine dair çok yazdım, konuştum). Fakat son 20 yıllık tarihine bakarak şunu söylemenin insafsızlık olmayacağını düşünüyorum: CHP, bizzat seçmenleri tarafından “kerhen” oy verilen partidir. Dünyada bu kadar uzun yıldır, bu kadar fazla sayıda insanın kerhen oy verdiği başka bir parti var mıdır bilinmez? CHP, bütün seçimlerde “geleceği bir kenara bırakın; şu anda çok kritik dönemlerden geçiyoruz” diye oy alır. Her seçimde birçok insan “bu kez son” diye oy verir. Gelecekle hiç işi olmayan bir partiyi konuşuyoruz yani!

Peki, Türkiye yakın tarihinin en hegemonik iktidarı ile gelecek perspektifini (yani programı, ilkeleri) dışarıda bırakan bir aciliyet duygusunu her daim topluma zerk ederek, sürekli insanları bir takım “tehlikelere” karşı alarme ederek başa çıkılabilir mi? Karşı hegemonya, sadece AKP-karşıtlığı temelinde kurulabilir mi? Karşı hegemonya, Türkiye’nin temel (ve tarihsel) demokratikleşme sorunlarına dair bir programatik zemin oluşturmadan kurulabilir mi? Hayatın her alanına yayılan ve sadece siyasal değil, aynı zamanda sosyolojik ve kültürel bir hegemonya kurmuş bir zihniyete karşı mücadele, böyle bir yerden kurulabilir mi? “AKP’ye karşı olmak”, başlı başına pozitif ve alternatif bir siyaset zemini sağlar mı?

Hepsine yanıtım elbette “hayır”. Karşımızda, diktatoryal heveslerini her fırsatta açık eden bir tek adama mutlak sadakat ilkesiyle hareket eden bir AKP var. Özellikle iktidarının ikinci yarısında iktisadi büyüme konjonktürünü bütünüyle inşaat sektörü, arazi rantlarının dağıtımı ve doğaya saldırı üzerine kurmuş ve bütün bu süreç boyunca boğazına kadar yolsuzluğa batmış bir iktidar... O derece bir yolsuzluk ki, iktidardan düştüğü anda Yüce Divan’a gideceği aşikar olan ve iktidardan düşmemek için her türlü çılgınlığı da yapabilecek hale gelmiş bir iktidar... Ve elbette, bütün bunlar nedeniyle bu seçimlerde oyunun düşeceğinin garanti olduğu bir iktidar...

Ama bir sorun var: İnsanlar, güvenebilecekleri bir alternatif görmedikleri müddetçe öyle ya da böyle 12 yıldır destekledikleri bir partiden desteklerini çekmezler. Dost sohbetlerinde eleştirirler, bundan böyle her söylenene inanmazlar ama yine de oylarını verirler. Zira, o insanlar iktidar sorunundan daha vahim bir muhalefet sorunu olduğunu düşünüyor olabilirler!

İnsanların AKP’den kitlesel olarak kopmamalarının bir nedeni elbette tarihseldir. “Bizi kesecekler” lafı sadece laik burjuvazi arasında değil; müslümanlar arasında da geçerlidir! Kemalist Cumhuriyet tarihi, yeteri kadar korku salmıştır. “AKP giderse, bütün bir hayat tarzımız, varlığımız tehlikeye girecek” diyenlerin hiçbir tarihsel temeli olmadığı söylenebilir mi? Eşi başörtülü diye bir insanı Cumhurbaşkanı seçtirmemek için “367” rezaletine imza atan CHP, bu insanlara güven verecek istikrarlı bir siyaset zemini geliştirdi mi o zamandan bu zamana? (Seçimin hemen öncesinde Erbakan soyadlı aday bulmaktan bahsetmiyorum. Partinin İstanbul İl  Başkanının, bu satırların yazıldığı gün televizyonda hala başörtüsü yerine “türban” dediği bir hazımsızlıktan bahsediyorum)

Sadece müslümanlar da değil... Kürtlerin 30 yıllık mücadelesinin sonucunda oluşturdukları taleplere –ana dilinde eğitime, demokratik özerkliğe, değişmez maddeleri olmayan anayasaya v.s- CHP nasıl bir yanıt veriyor? 1924’de kendisinin kurduğu ve ana hedeflerinden birinin de Alevilerin asimilasyonu olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın lağv edilerek din işlerinin topluma bırakılmasına nasıl bakar mesela? Ya da Dersim’le yüzleşmeyle? 2015 geliyor: Ermeni Soykırımı’na dair ne diyecek CHP?

Aslında bu soruları CHP’ye yöneltmenin ne kadar anlamsız olduğunu biliyorum. Seçimlere gidiyoruz ve CHP’nin umurunda değil bu sorular. Dahasını da söyleyeyim: Bizatihi siyaset, CHP’nin umurunda değil! CHP, partinin kapısına ilanı astı: “AKP’li değilseniz, bizdensiniz; gelin!” Bu çağrı, siyasetin içini boşaltma çağrısıdır. Bu çağrı siyaseti ilga etme çağrısıdır. AKP karşıtlığının, kendi başına bir siyaset olduğu yanılsamasıdır. Türkiye’nin ihtiyacı duyduğu siyaset bu değil!

Gariptir; CHP’nin kendi tarihinde bile bundan daha “siyasetsiz” bir dönem yaşanmamışken bir grup aydın, akademisyen yazılarında CHP’ye işaret etmeye başladılar. Aslında çok olağan üstü bir ifşaat/kaset/video v.s. çıkmazsa 30 Mart’ta ne olacağı üç aşağı beş yukarı belli: AKP’nin oyları düşecek; ama iktidarı kaybetmeyecek. Böyle bir ortamda alternatif bir parti adı zikretmeden “AKP’yi iktidardan uzaklaştırma şansını yakaladık” diye yazılar yazmak, oyları CHP’de birleştirin demektir. Ufukta böyle bir gerçeklik yok. Varsayalım ki, olmayacak şey oldu ve AKP iktidarı kaybetti. Alternatif olarak CHP, MHP ve Cemaat koalisyonunundan başka bir politik güç gösteriliyor mu? Gerçek ve sorumluluk sahibi politik özneler, alternatifi işaret etmeden siyaset yapmazlar. İP, birçoğundan daha gerçek bir iş yapıyor: AKP’yi devirip faşist, otoriter, teknokratik bir “milli hükümet” v.s. önerisi bütün uğursuzluğuna rağmen bir alternatif önerisidir. Zira seçimleri devre dışı bırakan bir öneridir. Elverişli güçleri bulursa yapar!

AKP’ye muhalif güçler bunun dışında gerçek bir alternatif gösterebiliyorlar mı? Sosyalist Devrim her zaman günceldir gibi ajitasyon yapmayacaksak gösterilen tek alternatif CHP’dir. Bazen açıkça, bazen üstü örtülü yazılan yazıların adresi CHP! Kimi köşe yazarı akademisyenler artık CHP ile mesafelerini tümüyle yitirdiler. Açıkça CHP propagandası yapıyorlar. Elbette yapabilirler: Fakat akademisyen kimlikleriyle tanınıp bu kimliğin yarattığı “nesnellik” efektinden yararlanarak, yaptıklarının düpedüz propaganda olduğunu saklamalarını onaylamak mümkün değil. O arkadaşlara söylenecek söz bellidir: Bu satırların yazarının da dahil olduğu bir gruba siz de dahil olun ve benimsediğiniz partiye üye olun!

Açıkça CHP propagandisti olarak çalışan bu akademisyen yazarların yanında bir de utangaç CHP’li aydın/akademisyen grubu belirdi. Geçmişte söylediklerinin de etkisiyle elbette birinci gruptakiler kadar müdafaasız değiller, olamıyorlar. Bunların yazılarında parti ismi zikredilmiyor. Yerel Seçimlerde – “özellikle büyük kentlerde” diye eklemeyi de ihmal etmeden- AKP’yi iktidardan uzaklaştırmak gibi bir hedef konuluyor. Otoriter bir tek adam rejimi kurmaya çalışan AKP’ye had bildirmek, oyunu düşürmek değil; bu seçimlerde iktidardan uzaklaştırmak! Ve bu genel ilkeden hareket edildiğinde strateji kendiliğinden ortaya çıkıyor zaten: Hangi politik özne büyük kentlerde AKP’yi iktidardan uzaklaştıracak ise oyları orada birleştirelim! Bu önerinin CHP’ye işaret ettiğini anlamamak için saf olmak gerekir. Bu yazarlar için şöyle soruların bir anlamı yok elbette: Siyasetsizliğin timsali Mustafa Sarıgül’lün Kadir Topbaş’tan; Mansur Yavaş’ın Melih Gökçek’ten ne farkları var? Şehircilik ve yerel demokrasi konularında rakiplerinden hangi noktalarda ayrılıyorlar? Rakiplerinin söyleyemeyecekleri neyi söylüyor bu “sosyal demokratlar”? Sarıgül’ün tek adamlık kompleksi, mesela Melih Gökçek’ten daha mı azdır?

Açık ya da örtük CHP’yi işaret edenler, siyaseti nasıl bir gelecek perspektifinin içine oturtarak yapıyorlar? Gök taşı çarpacak ve son atımlık barutumuzu mu kullanıyoruz? Nedir bu telaş? Oysa CHP’nin bizatihi varlığıyla daralttığı gelecek tasavvurumuzu biraz genişletsek resim daha net görülecek aslında. Bir sonraki yazıda kaldığımız yerden devam edelim.