İlyas Özçakır
Karşımda oturan doktor dakikalardır başını röntgenden kaldırmıyordu. Uzun uzun inceledi elindeki röntgeni. En sonunda bana doğru çevirdi, “Bu resimde ne görüyorsun?” diye sordu.
“Ciğerlerimi” diyemedim. İlk akla gelen cevapları hiç sevmem. “Kalbimi” demek isterdim ama nedense o hiç ortalarda yoktu. “Kelebeğe benziyor” demeyi düşündüm ama bu cevabın yeri bu klinik değil diyerek vazgeçtim.
“Hiçbir şey görmüyorum doktor” dedim.
Yine olmamıştı!
“Göremezsiniz tabii” dedi. “Çünkü yoklar! Ciğerleriniz neredeyse iflas etmiş. Akciğerleriniz de karaciğeriniz de!”
Sustuk bir süre.
“Okuyor musunuz?” dedi.
“Elimden geldiğince” dedim geçiştirmek için. Anlamıştım konuyu nereye getireceğini.
“Ne kadar?” dedi ciddiyetini bir ton daha arttırarak.
“Valla” dedim, “Doktor bey ne yalan söyleyeyim, severim okumayı. Ama azalttım yani son olaylardan sonra. Teknoloji de epey ilerlediği için, feysbuktu, tivitırdı derken, okumaya pek zaman kalmıyor zaten.”
Yememişti!
“Burada pek öyle gözükmüyor” dedi. “Bence baya okuyorsunuz yani.”
Baktım olacak gibi değil, ötmeye başladım.
“İtiraf ediyorum, bazen öyle akşamlar oluyor ki bir oturuşta bir büyük deviriyorum. Roman yani. Biz öyle derdik: Roman. Artık ‘büyük’ diyorlar. Alıştık biz de. Neyse, öyle çok sık değilse de bir büyüğü bir akşamda bitirdiğim olur. Hele ki yalnızsam. Bir bölüm diye başlıyorum ama bazen öyle oluyor ki ikinci bölümden sonrasını hatırlamıyorum bile doktor. Bir bakmışım son cümleler akıyor kitaptan. Valla yatağa zor atıyorum kendimi. Baş döndürdüğü oluyor ama ciğerlerimle alakalı bir şikâyetim olmadı şimdiye kadar. Hatta iyi geliyor gibi. Daha bir nefes alma isteği duyuyorum içimde ama… Hımm… Evet bazen ciğerlerimin sıkıştığı oluyor, doğru. Romanın baş karakteriyle çok fazla özdeşleşirsem, onun trajedisi benim hayatımda bir yerlere dokunuyorsa, kalp ritmim de artıyor biraz evet. Çarpıntı gibi. Böyle nefesim daralıyor sanki. Ama geçiyor sonra. Yani kendimi çok iyi hissediyorum sonunda. Bazen de kusmak istiyorum yalnız! Bütün okuduklarımı dışarı çıkarmazsam; paylaşmazsam kimseyle, rahat edemiyorum. Parmaklıyorum ben de! Ne yapayım, uyku tutmuyor yoksa! Ha siz parmaklama fiiline güldünüz! Alıştık efendim biz de yeni Türkçemize. Yazmak derdik biz, parmaklıyoruz diyor yeni nesil. Neyse efendim, parmaklayıp iyice çıkardıktan sonra içimdekileri, temizlendiğimi hissediyorum ve rahat uyuyorum o şekilde. Ama inanın bana, bu söylediğim ancak ayda bir falan olur yani. Yoksa bir büyüğü bir haftada falan ancak bitirebiliyorum artık doktor. Gençlik gitti. Öğrenciyken hızımı alamayıp ikinci büyüğe bile geçtiğim olurdu benim. Neyse, diyeceğim o ki bence romandan değildir be doktor.”
Doktor şöyle bir süzerek baktı yüzüme.
“Peki ya küçük?” dedi.
“Küçük mü?” dedim.
“Küçük canım, öykü işte!”
“Ha öykü! Bakın buna hala alışamadım be doktorcuğum! Öyküye küçük denmesi biraz zoruma gider benim. Ne bileyim, küçük yerine ‘sıkı’ denseydi mesela, daha iyi olmaz mıydı? Küçük ne şimdi? Ben öykü derim, siz anlarsınız artık doktor! Kusura bakmayın, hiç saklayamayacağım, onu elimden hiç düşürmem ben. Günde en az bir öykü okumadan rahat edemiyorum, ne yapayım? Hatta bir büyük devirdiğim gecelerde bile cila olsun diye bir küçük öykücük atıveririm yani. Alışkanlık, ne yapayım! Böyle gördük biz abilerimizden. Ama bir şey söyleyim mi doktor? Öyküden hiç zarar gelmez insana! Hatta bazı toplumlarda günde bir küçük öykünün damarlara iyi geldiğini bile söylerlerler. Bebeklere bile minik minik okurlar anneleri yatmadan önce. Duymuşsunuzdur zaten. Onu bırakamam doktor, benden böyle bir şey istemeyin.”
Beni böyle dik kafalı görünce bir an, en büyük kozunu oynamaya karar verdi herhalde!
“Peki ya şiir?”
Şiir deyince ben bir an öylece kaldım tabii. Yerine gelen yeni kullanımıyla ‘dal’ dememişti çünkü! Şiir deyince gözlerim dolar benim. Hain doktor! Can evimden vurmuştu işte! Yok hayır, fiziksel bir etki değil, gözlerim yanmaz da içim cız eder, ondan. Babam şiir yüzünden öldü ne de olsa! O hem okur, hem yazardı çünkü. Dayanamadı kalbi en sonunda! ‘Romandı, öyküydü zaten vardı ama şiir götürdü onu’ demişti dedem.
“Valla doktor bey…” diye başladım. Sesimin titremesine engel olamıyordum şimdi.
“Babam şiirden öldü benim. O sebeple ben de biraz savaşıyorum kendisiyle. Tam olarak bırakamadım tabii hemen. Günde beş-on dal. Özellikle kitap halinde almıyorum ki çok okumayayım diye. Arkadaşlardan tırtıklıyorum çoğu zaman. Ama herkes şiir okuyor be doktor. Başlama yaşı onlara, on birlere düşmüş. Biz babamızdan saklı saklı, okul çıkışlarında arkadaşlarla falan toplanır okurduk lisede, şimdikiler sokaklarda okuyor bağıra bağıra. Neyse ki devlet kapalı alanlarda yasakladıktan sonra ayakta da yasakladı biliyorsunuz. Herkese değilse de örneği var sonuçta, o yüzden çekiniyor, korkuyor tabii insanlar da. Sonuç olarak, kullanıyorum yani ben de ama epey azalttım. Bırakacağım da zaten. Aslında ben askere kadar doğru dürüst şiir okumadım zaten ama askerde efkardan bağımlı olduk işte. Nöbette şiir ezberlerdim gizli gizli. Vakit başka türlü geçmiyordu eksi yirmi derecede be doktorcuğum.”
”Babam zaman öldürmek için okumazdı ama şiiri, zamanı durdurmak için okurdu o daha çok. Daha iyi zamanlar gelsin diye de yazıyordu işte! Yazarlığı konusunda objektif olamam belki ama okuması tartışma götürmez. Çok güzel okurdu çünkü. Belki onun okuyuşuna özendiğim için de başlamış olabilirim, bilmiyorum. Kitabı tutuşu bile bir başkaydı çünkü! Çoğunlukla elinde kitap olan fotoğraflarını seçer zaten hakkında yazı yayımlayanlar.”
“Hiç unutmam, bir gün ortaokulda ciğer testi yapmışlardı tüm sınıfa doktor. Ben de üfledim doktorun elindeki alete işte sıra bana gelince. Ne dedi testi yapan doktor, biliyor musunuz? ‘Sen’, dedi, ‘Kesin şiir okuyorsun, doğruyu söyle!’ Ben nasıl kızardım, nasıl utandım! Hayır, ağzıma bile sürmemişim. Bütün sınıf bana bakıyor. Ders de en sevdiğim ders; matematik! Öğretmenimi de çok seviyorum. Benim hakkımda öyle şeyler düşünmesini hiç istemem yani. Çok da terbiyeli, düzgün bir tipim. ‘Yok’, dedim, ‘Doktor amca, ben bir tane bile şiir almadım ağzıma şimdiye kadar.’ Doktor baktı bana, ‘Peki’, dedi, ‘Baban okur mu çok?’ Arkadaşlarım merak içinde izliyorlar. Doktor, cevabın ne olduğunu zaten bilir gibi bakıyor. Öğretmenim de -Allah rahmet eylesin, kalpten gitti o da!- bana güven vermek için gözlerini gözlerimden ayırmıyor. Önüme baktım ben, kafamı kaldıramadan, ‘Babam şair benim doktor amca’, dedim. Doktor hemen gülümsedi. ‘Mevzu şimdi anlaşıldı’ dedi!”
“Pasif kullanıcılığın zararlarını hepimiz o gün öğrendik işte doktor! Babam sabahlara kadar salonda şiir okurdu. Ben de tapıyorum o zamanlar babama! Hep çok sevmişimdir de -yaş itibariyle herhalde- o zamanlar daha bir başkaydı sevgim. Neyse doktor, sırf onun yanında olayım diye yatağıma gitmez, salonda uyurdum hep ben. Meğer ben uyurken babamın okuduğu şiirler benim ciğerleri bitirmiş be doktor!”
“Of, eskilere gidince dağılıyorum! Yine şiir çekiyor canım doktor! Toparlayacak olursak, şiirin zararlarını kabul ediyorum ama ilerleme kaydediyorum. Arkadaşlarla bir araya gelince ya da bazen bir büyüğün yanında almadan duramıyorum ama yalnızken falan üçe dörde düşürebiliyorum yani.”
Doktor biraz yumuşamış gibi bakıyor artık, ben son sözümü söylemeden önce.
“Ya da” diyorum sesimi alçaltarak, “Bazen de kafam açılsın diye bir haiku çakıyorum doktor. Ama abartmıyorum yani. Ayda yılda bir. O kadarcık da olsun be doktor!”