Gündem

"Saray, toplumu 'yerli ve milli' diyerek kutuplaştırmak istiyor; karşısındakini rakip değil, iç düşman olarak kodluyor"

"Akşam televizyona çıkar işlerimizi anlatırım' muhalefetçiliği bitti"

26 Mart 2018 12:10

Yrd. Doç. Dr. Deniz Yıldırım, hükümetin "yerli ve milli" söylemini eleştirdi. Bu dilin "faşizmin düşmanlaştırma dili olduğunu" savunan Yıldırım, "Karşısındakileri siyasi rakip olarak değil, bir tür iç düşman olarak kodluyor. İç düşman olarak kodlandığında, bu kesimleri yenmek zorunda olduğunu ifade eden, böylelikle toplumda da “iç düşmanlara” dönük baskıyı meşrulaştıran bir anlayış oluşturuyor" dedi. Yıldırım, bu tutumun "2019 cumhurbaşkanlığı seçimleri için yapıldığını, toplumun sandığa bu kutuplaşma zemininde taşınm ak istendiğini" kaydetti.

AKP-MHP ittifakına ilişkin de değerlendirmelerde bulunan Yıldırım, "16 Nisan referandumunda AKP-MHP oylarının 1 Kasım seçimleri baz alınarak yüzde 65’e yaklaşması gerekirken, YSK müdahalesi ile yüzde 51’i zar zor bulması, kurulmak istenen zeminin henüz tam sağlamlaşmadığını gösterdi. 16 Nisan’dan sonra buna İYİ Parti ve Saadet Partisi etkisinin daha da eklenmiş olması AKP ve MHP açısından rahatsız edici" diye konuştu.

Evrensel'den Serpil İlgün'ün sorularını yanıtlayan Yıldırım'ın açıklaması şöyle:

Milliyetçilik, 7 Haziran sonrasında zaten yükseltilmişti ancak Afrin harekatıyla birlikte İslami imgeler milliyetçi söyleme daha fazla yedirilerek doz artırıldı. Bu söylemin bir yandan girilen seçim sath-ı maili, diğer yandan ‘sırada İdlip, Münbiç, Sincar, Kandil var’ söyleminde gördüğü işlevle başlayalım. AKP, neden milliyetçiliği bu denli yoğunlaştırma ihtiyacı duyuyor?

AKP’nin ideolojik hegemonyasını nasıl örgütlediğini değerlendirirken 16 yıllık sürecine bütünlüklü bakmak gerektiğini düşünüyorum. Yani tercihlerini neye göre yapıyor, onu iyi anlamak lazım. Çünkü AKP’nin bir alan hakimiyeti stratejisi var. Bütün siyasi ittifaklarını bu stratejiye göre taktik olarak yapıyor. AKP, genel olarak siyasi iktidarını genişletmek ve kurduğu yeni rejimi istikrarlı kılmak adına 16 yıl içinde her şey oldu; liberal oldu, kozmopolit bir ideoloji ile Batı yanlısı olabildi, Kürt meselesinde demokratik bir çözümden yanaymış görüntüsü verebildi, Gülencilerle özellikle “statüko”nun tasfiye edilmesi adına çok açık bir ittifak yapabildi... Özetle, ittifaklarını günün siyasi şartlarına göre kuran bir yapıdan bahsediyoruz. Dolayısıyla son dönem izlenen siyaset ve hakim milliyetçi dile bakarak “AKP milliyetçi mi oldu” sorusunun yanıtı; Hayır! Günün şartları AKP’yi milliyetçilik içinden kendini ifade etmeye, ittifaklarını mecburen buradan kurmaya itti.

Açar mısınız?

AKP için temel kriter, her zaman için iktidarını sağlamlaştırmak ve kurduğu yeni rejimi derinleştirmektir; ittifaklarını da buradan belirliyor. 7 Haziran bu açıdan önemli bir kırılma noktasıydı. Eski ittifaklarını tamamen dağıttı, bir geçiş süreci yaşatıldı ülkeye ve MHP ile ittifak 1 Kasım sonrasında daha görünür hale geldi. Bu süreçte, daha önce AKP’ye her sözü söyleyenler için AKP ile ittifak şöyle makbul hale geldi; “Bizim güvenlik, tehdit algılarımızı AKP benimsedi!” Dolayısıyla MHP dışındaki milliyetçi, ulusalcı kesimleri de içeren bu ittifak çok derin ve stratejik bir ittifak olmayabilir ama bugün için “ortak düşmanlar karşısında taktik ittifak” şeklinde değerlendirilebilir.
Son aşamadaysa AKP’nin ittifaklar siyasetinde 16 yıldır hiç değişmeyen bir gerçek daha var: Kısa vadeli, taktik amaçlar için AKP ile ittifak yapıp da yine en sonunda AKP tarafından tasfiye edilmeyen tek aktör yok.

Soruya geri dönersek, bu ittifakın alan açtığı milliyetçi dil, iktidar bloku için nasıl bir işlev görüyor?

Şöyle; toplumu kendi istediği zeminde bir kutuplaşmaya taşımak istiyor Saray. Ve bu kurduğu kutuplaşma zemininde toplumun çoğunluğunu kendi etrafında toplayarak iktidarını ve otoriter pratiklerini meşru göstermek istiyor. Bunun klasik askeri diktatörlüklerden en temel farkı, kitle meşruluğuna, plebisit gibi yöntemlere sürekli başvurmak zorunda olması. Bunu yaparken de kendi “dost-düşman” ayrımını siyasal alana dayatıyor. Medyadaki büyük tasfiyeler ve sansür atmosferi de zaten burada anlam kazanıyor. Bütün medyayı denetlemeleri; istedikleri gündeme göre bir siyasi çelişki ekseninin oluşmasını garanti altına alacak. Farklı gündemler, farklı talepler, farklı ekonomik-sosyal-siyasal sorun ve öneriler bir yandan baskı altına alınırken, diğer yandan da görünmez hale getirilecek. Hedefleri bu.

Yerlilik ve millilik bu zeminin temel söylemini mi oluşturuyor?

Evet, yerli ve milli olanlarla, bunun karşısında olanlar. Vatan hainleri kimler? “Kökü dışarda olanlar, kültürel olarak bu topluma yabancı olanlar, yerli ve milli olmayanlar...” diye uzatılabilecek bir liste. Aslına bakarsanız bu, faşizmin düşmanlaştırma dili. Karşısındakileri siyasi rakip olarak değil, bir tür iç düşman olarak kodluyor. İç düşman olarak kodlandığında, bu kesimleri yenmek zorunda olduğunu ifade eden, böylelikle toplumda da “iç düşmanlara” dönük baskıyı meşrulaştıran bir anlayış oluşturuyor. Toplum, sandığa bu kutuplaşma zemininde taşınmak isteniyor. Fakat 16 Nisan referandumunda AKP-MHP oylarının 1 Kasım seçimleri baz alınarak yüzde 65’e yaklaşması gerekirken, YSK müdahalesi ile yüzde 51’i zar zor bulması, kurulmak istenen zeminin henüz tam sağlamlaşmadığını gösterdi. 16 Nisan’dan sonra buna İYİ Parti ve Saadet Partisi etkisinin daha da eklenmiş olması AKP ve MHP açısından rahatsız edici.

Seçim faktörüne geçmeden; aslında 15 Temmuz’dan sonra yoğun kullanılan beka, vatan, bayrak, ezan söylemine, Afrin harekatıyla milliyetçi ideolojinin İslami ideoloji ile sentezlediği fethetme, ‘kurtarıcılık’, ‘ihya etme’ gibi söylemler de eklendi. Kutuplaşmayı daha da büyüten bu söylem, ittifak için de bir tür tutkal mı oluşturuyor?  

Tek başına değil, ama katkısı yadsınamaz. Daha geniş baktığımızda, 17-25 Aralık, daha sonra 7 Haziran’da ortaya çıkan tablo, çatışma sürecinin yeniden ortaya çıkması, şehit cenazelerinin gelmesi, hemen arkasından 15 Temmuz darbe girişimi, ABD’nin Suriye sınırında YPG’yi silahlandırması... Bütün bunlar üzerinden çok etkili bir genel söylem kurdu Erdoğan. “Biz hem içeride hem dışarıda yedi düvele karşı savaşıyoruz. İkinci bir kurtuluş savaşı veriyoruz!” Temel mesaj bu olduğu için kullanılan söylem, yani beka, vatan, bayrak, ezan, şehitlik söylemi de farklı olaylar üzerinden sürekli olarak anlamlandırılıyor, yeniden ve yeniden üretiliyor. Söylem, ana stratejiyi besleyip pekiştiriyor. Bunu 18 Mart’ta Çanakkale üzerinden de gördük mesela. Birkaç yıl önce açılım süreci devam ederken Çanakkale’deki vurgu “Kürt ve Türk burada birlikte savaştı” mesajıyla inşa edilmişti, bugünse Cumhurbaşkanının Afrin’in tamamen ele geçirildiği haberini 18 Mart’ta ve Çanakkale’de verdiği yeni bir tabloyla karşı karşıyayız. Aynı gün MHP’nin de kongre yaptığını hatırlayalım, semboliktir. Yani baktığımız zaman her yeni siyasi koşula göre, iç ittifak ve ihtiyaçlara göre tarihi yeniden icat ve inşa ediyor, yeniden içeriklendiriyor.

Dolayısıyla rıza üretmiş oluyor?

Evet, kitlesiyle kurduğu ilişkide bunu etkin bir rıza unsuruna dönüştürebiliyor. MHP ile ittifak bu açıdan da önemli. Yani sadece seçimi kazanmaya dayalı bir ittifak değil. Milliyetçiliğin asli tarihsel temsilcisini sembolik olarak yanında göstermeden milliyetçi bir hegemonya kurmasının zor olduğunu düşünüyor. Konuya sadece sayısal katkı olarak bakmıyor. Diğer yandan da bir başka şey beliriyor. Siyasal İslamcı bir parti olarak AKP asla toplumun bütünüyle doğrudan İslamcı bir parti olarak ilişki kurmayı seçmiyor. Liberal oluyor, milliyetçi oluyor. Ama siyasal İslamcı olamıyor.

"Çözüm reçetesi yok, korku stratejisine tutunuyor"

Erdoğan’ın Mersin’de bozkurt işareti yapması çok tartışıldı. Bunun karşılıklı jestleşmenin ötesinde nasıl bir anlamı var? Bozkurt işareti yapmak bu dönemde daha mı etkili ki Erdoğan bunu kullandı?

Tam öyle düşündüklerini sanmıyorum ama neden Mersin’in seçildiğini özel olarak konuşmak lazım. Çünkü Mersin MHP’nin geleneksel tabanının olduğu bir şehir değil. Neden MHP’nin çok daha güçlü olduğu ve AKP ile ortak bir taban paylaştığı Orta Anadolu şehirleri değil de Mersin? Mersin Türkiye’nin belki de siyasal dağılım açısından en karmaşık şehirlerden biri. Ciddi bir metropol Kürt nüfusu da barındırıyor. Dolayısıyla bu şehirde HDP’nin de, CHP’nin de, MHP ve AKP’nin de güçlü olduğunu, dağılımın Türkiye siyasetine göre daha dengeli ilerlediğini söyleyebiliriz. AKP-MHP geçişkenliğininse çok olmadığı, 16 Nisan referandumunda da MHP’nin ikna edemediği seçmenlerin çoğunlukta olduğu bir yerde yapıldı bozkurt işareti. Erdoğan ikna olmamış MHP seçmenlerine, MHP ile ittifakın AKP içinde erime ittifakı olmadığını, bundan MHP’nin de yararlandığını sembolik olarak göstermek istedi. Erdoğan sembolik siyasete önem veren bir siyasetçi. Bu sembolik siyasetin sayısal getirileri olur mu olmaz mı, bakmak lazım. Çünkü bir taraftan da ittifakın çok kuvvetli olmadığına dair bir tartışma var. Dolayısıyla bu hamle Erdoğan açısından bir tür siyasi sıkışma görüntüsü de yaratabilir. Kaldı ki maddi, somut, gerçek sorunlar birikiyor ülkede; derinleşiyor. Sembolik siyaset bu somut sorunların üstünü örtmeye ne kadar yeter, göreceğiz.

Nitekim MHP kongresindeki izlenimler, tabanda ittifaka ve daha çok da başkanlığa ikna olunmadığı yönündeki saptamayı güçlendirdi. ‘İttifaka oy veririz ama Erdoğan’a oy vermeyiz’ görüşünün yaygın bir görüş olduğu söylendi. Diğer yandan benzer bir durumun AKP içinde de yaşandığı AKP’li yazarlarca da dillendiriliyor...

Kesinlikle öyle. Kaldı ki bu gerçek, 16 Nisan referandumunda tüm usulsüzlüklere rağmen görünür hale geldi. AKP ile MHP toplamına göre ‘evet’ oyları 12-13 puan düşük kaldı. Bu en az 6 milyon seçmen demek. İttifakın tutmadığını çok somut gösteren bir örnek vereyim size. Biliyorsunuz Devlet Bahçeli Osmaniyeli. Ve 16 Nisan’da, 1 Kasım’daki toplam AKP-MHP oylarına göre en fazla ‘evet’ firesinin verildiği şehir Osmaniye. 1 Kasım’da bu iki parti Osmaniye’de yüzde 81.4 oy almış toplamda; referandumda çıkan ‘evet’ oyu ise yüzde 57.8. Arada 24 puan fark var. Türkiye’deki en yüksek fark bu. İttifaka en büyük güvensizlik oyunu Bahçeli’nin memleketi vermiş. Yani, Bahçeli bile kendi memleketini ittifaka ikna edememiş...

Erdoğan bu tablo karşısında nasıl bir strateji izleyecek?

Şu anda Erdoğan’ın bütün milliyetçi stratejisi, Bahçeli’nin 16 Nisan’da ‘evet’e çekemediği milyonlarca milliyetçiyi Saray etrafında toplayacak bir tutkal bulma arayışına dayanıyor.

Fakat bunu yaparken getirdiği kadar, götürme riski de var bu milliyetçi stratejinin. Şimdi AKP’den önce MHP’nin “Adayımız Erdoğan” açıklaması yapmasıyla birlikte AKP içinde kalan Kürt seçmenin de bu ikna olmamış kesimlere eklenmesi yüksek ihtimal. Şu anda AKP açıklamadığına göre, Erdoğan’ı resmi olarak aday ilan eden ilk ve tek parti MHP.

Dolayısıyla bu ittifakın bir güçlü yanı, bir de güçsüz yanı var. Güçlü yanını sorarsanız, estirilen o yoğun milliyetçi atmosfer içinde “Cumhurun temsilcisi biziz” pozisyonuna oturtabiliyor kendini. Elinde ciddi devlet imkanları, ciddi sermaye imkanları, kamu kaynakları ve baskı gücü de var. Her şeyden öte OHAL var. Yani eleştirinin, itirazın, farklı ses ifade etmenin neredeyse imkansız hale getirildiği bir ortam iktidar için avantaj gibi. Bir de karşısında etkisiz, siyasetsiz muhalefetler ve dağınık-örgütsüz kitleler var. En büyük avantajları örgütlü olmaları. Ancak dezavantajları, yani güçsüz yanları da var. Ve bu dezavantajların üzerine gitmek gerektiğini, zaten bu dezavantajların önümüzdeki dönemde daha görünür olacağını düşünüyorum.

Nasıl dezavantajlar?

Bir tanesi, AKP-MHP ittifakının yüzde 50’yi geçemeyeceğini görüp 26 maddelik seçim hilelerine açık kapı bırakan bir düzenlemeyi apar topar meclisten geçirip onaylaması. Bu ittifak elindeki tüm imkan ve kuvvete rağmen kendisini güvende hissetmiyor. Zaman içinde bu güçsüzlük hissinin tabanda yayılma ihtimali var, panik yaratabilir.

İkincisi, bu ittifakın toplumun temel sorunları tartışılmaya başlandığı andan itibaren önereceği hiçbir çözüm reçetesi kalmamış durumda. Meşhur cümle var ya, “Anlatacakları yeni bir hikayeleri yok” diye... Gerçekten bir hikayesi yok. Ama bir komplo teorisi üretiyor bunun yerine. Bu komplo teorisi etrafında toplumu seferber etmeye çalışıyor. “Ben gidersem devlet gider, Türkiye çöker” diyor. Amaç korku salarak iktidara tutunmak. Hem karşıtlarına korku hem de seçmenlerine korku stratejisi bu. Her iki kesimi de korkutma üzerine kurulmuş. Fakat bu ittifakın Türkiye’nin giderek kronik hale gelen enflasyon, işsizlik, hayat pahalılığı, zamlar, tarımsal üretimin çöküşü, dışa bağımlılığın artması gibi sorunları nasıl çözeceği konusunda bir yanıtı yok. O yüzden de ana sorunları örtüp kendi gündemini kurmaya mahkum.

Bir diğer dezavantaj, MHP tabanındaki rahatsızlık. Bunun sınanacağı ilk yer yerel seçimler olacak. Yerel seçimlerde Ankara, İstanbul gibi önemli şehirlerin kaybedilmesinin psikolojik etkileri çok fazla olacak. Kritik şehirleri kaybeden bir ittifak başkanlık seçimini de büyük olasılıkla kaybeder çünkü. Bana göre bu ittifakın en zayıf halkası da MHP şu anda. MHP en son bir koalisyonda yer aldığında ülke tarihinin en derin ekonomik krizi yaşandı. Muhalefetin buradan yüklenmesi seçmen üstünde epey etkide bulunacaktır.

Deniz Yıldırım: Memleketin sorunlarının demokratik, barışçıl yollardan tartışılabileceği bir asgari demokratik geçiş sürecini örgütlemeliyiz. Yan yana gelişler bunun üzerinden sağlansın. Şu adayın arkasında mı duralım veya boykota mı gidelim, oluşacak bu program birliğine göre konuşalım.

"Adaya ya da boykota değil, kurucu bir siyasal sözleşmeye odaklanalım"

Seçim yasasında yapılan değişiklikler, dolayısıyla seçim güvenliği, AKP- MHP ittifakının kırılganlıklarından daha fazla gündemde. Boykot tartışması da sürmekte. Siz boykotun şu aşamada tartışılacak bir seçenek olmadığını, esas odaklanılması gereken noktanın sandık güvenliği ve OHAL’in kaldırılması mücadelesi olduğunu söylüyor ve somut öneriler sunuyorsunuz. Peki, baskının bu denli yoğunlaştırıldığı bir atmosferde en genel tabirle, seçim çalışması nasıl yapılabilecek?  

Şimdiden “seçim mi, boykot mu” tartışmasına sıkışmanın yararlı olmadığını söylüyorum her şeyden önce. Her karar, bir örgütlenme sürecine dayanır. Çünkü bu kararları tek başına siyasi partiler de veremez, aydınlar da veremez, bireyler de veremez, bunlar örgütlü güç gerektiren işlerdir. Çoğunluğu sağlayamayacağınız her seçenek başarısızlıktır. Seçim de deseniz, boykot da deseniz bu böyle... Buradan hareketle benim söylediğim şu; önce biz yan yana gelişin bazı ilkeleri üzerinden konuşalım ve bu ilkeler, öneriler üzerinden halkın, özellikle politikadan umudunu kesen, yeniden büyük bir karamsarlığa kapılmaya başlamış geniş kesimlerin üzerindeki karamsarlığı giderelim. Yani “seçim mi, boykot mu” kararını vermeden önce halkı yeniden siyasallaştırabilecek seçenekleri bulmak lazım. İttifak, aday tartışması bugünün konusu değil. Seçim güvenliği sağlansın, baraj kaldırılsın, bunun yanında Meclisi yeniden siyasetin merkezine oturtacak, ifade, örgütlenme özgürlüğünü önceleyecek bir program ortaya konsun... Memleketin sorunlarının demokratik, barışçıl yollardan tartışılabileceği bir asgari demokratik geçiş sürecini örgütlemeliyiz. Yan yana gelişler bunun üzerinden sağlansın. Şu adayın arkasında mı duralım veya boykota mı gidelim, oluşacak bu program birliğine göre konuşalım. Aday çıkarılacaksa, sandığa gidilecekse de bu geniş kesimlerin mutabakat ilkelerinin adayı olsun. AKP’ye göre değil, AKP-MHP ittifakının yarattığı tahribata karşı kurucu bir siyasal sözleşmeye odaklanalım özetle. Ve bu süreci bunun inşası için tüm hürriyetçi güçler, halkçı, demokrat, cumhuriyetçi güçler için bir ortaklaşma vesilesine dönüştürelim.

Seçim güvenliği nasıl sağlanacak?

Öncelikle, mühürsüz zarf ve pusulalar mühürlenmeden sandık kurulursa seçimlere başlanmasın. Bunun denetimi için bir yurttaş inisiyatifi oluşturulabilir. Ya da bağımsız bir denetleyici kuruluş da olabilir. Mühürsüz zarf olduğu saptandığında o sandıkta seçimin başlaması engellensin. Caydırıcı olacaktır. Bu seçim güvenliği konusunda önerdiğim birinci tedbir.

İkinci tedbir, aşırı fazla sayıda zarf ve pusula basılmasının/dağıtımının engellenmesi.

Bir diğeri, seçmenlerin farklı sandıklara dağıtımı ve sivillere kolluk çağırma hakkını tanıyan madde. Talep listemize kolluk baskısını azaltacak bir tedbir önerisiyle gitmek lazım. Asıl mesele özellikle Doğu ve Güneydoğu’daki sandıklara nasıl sahip çıkılacağı. HDP ağır baskı altında. CHP buralarda yok. İYİ Parti de öyle. Sandık kurulları başkanlık ve üyeliklerinin AKP-MHP ittifakına dayanacağı ve müşahitlerin kolluk marifetiyle uzaklaştırılacağı çok açık. Meclis’ten apar topar geçirilen 26 maddeyi okursak, bunu çok net görürüz.

"Belki de Türkiye'nin hayrına bir sıkışmayla karşı karşıyayız"

Bunlar, seçim günü için yapılacaklar. Peki ya seçim çalışması?

Bu da çok önemli kuşkusuz. Seçime giderken sağlıklı bir tartışma olabilecek mi, fikirler özgürce ifade edilebilecek mi, medya özgürlüğü olacak mı, vatandaşlar sokağa çıktıklarında başka bir siyasi partiye oy istediklerinde vatan haini olarak görülüp, lince uğramayacaklarının bir garantisi var mı? Bütün bunların sağlanabilmesi için her şeyden önce OHAL’in kaldırılması gerekiyor. Öyle bir dönem ki bu, çoğul talepleri bir kenara bırakıp mümkün olduğunca asgari talepler etrafında geniş bir birliktelik inşa etmek gerekiyor. Bence böyle bir çeşitlilik var, yapılabilir. OHAL’in kaldırılması ve seçim güvenliği temelinde toplumun her kesimini bir araya getirecek örgütlenme biçimleri üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Çünkü belki de Türkiye’nin hayrına bir sıkışmayla da karşı karşıya olabiliriz.

Nasıl?

‘80 öncesinin aşırı sağ olarak görülen iki siyasi akımının bugün Türkiye’yi tamamen ele geçirip korkutma ve baskıyla yönetme iddiasında olduğu bir dönemdeyiz. Bunun karşısında avantaj olarak gördüğüm şu; ittifakları bir yana bırakalım, kişileri adayları konuşmayı bırakalım ve bir tür yeni kurucu meclis gibi ülkemizi yeniden inşa edecek bir formül geliştirelim. Halk egemenliğini güçlendirelim. 100 yıl önce biz egemenliği Saray’dan alıp Meclis’e, halka verdik. Şimdi tersi süreç yaşanıyor. Yeniden Cumhuriyetleşme görevi var önümüzde. Fakat bu cumhuriyet, çözümsüz bırakılan sorunlar karşısında halkçı ve demokratik bir cumhuriyet olmak zorunda. Şartlar da oluşuyor. Dikkat edin İslami milliyetçi siyasal blok karşısında belki Türkiye’de hiç olmadığı kadar geniş bir siyasi yelpaze oluştu bugün. Laik cumhuriyetçisi, Atatürkçüsü var, İslamcısı, milliyetçisi, Türk ve Kürdü, sosyalisti... Bu tablo zaten bize Türkiye’de yeni bir toplumsal sözleşme çıkaracak güçleri tarif ediyor. Yani siyasal ve sosyolojik anlamda AKP-MHP ittifakına göre çok daha geniş temsil kabiliyeti olan bir siyasal çeşitlilik kendiliğinden oluştu. Bu çeşitlilik önce temel birkaç maddede ülkeyi düze çıkarmakta uzlaşacak; farklarını değil, ülkenin ortak geleceğini ve birlikte yaşamın demokratik kurallarını öne çıkaracak. Kendisini böyle örgütleyecek; toplumu bunun bir yol, çıkış olduğuna kendisini örgütlerken ikna etmeye başlayacak. Yarın değil, bugünden. Ve ardından da AKP ve MHP kitlelerine de “ekmek ve hürriyet” programıyla seslenecek. Genişlemeye çalışacak. Tekil hamlelerle ya da sırf muhalefetçilikle bu fırtına aşılmaz yoksa.

Öncelikle de her türlü şiddet ve terör eylemine karşı durulacak. Sözün hükmü geçerli olacak. OHAL’in kaldırılması, düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılması, seçim yasasının demokratikleştirilmesi, yüzde 10 barajının kaldırılması, Saray’dan Meclis’e doğru egemenliğin yeniden kaydırılması, kamucu ve halkçı bir ekonomik program gibi çok temel ekonomik vaatlerle bir geçiş hükümeti programı saptanmalı. Faşizme açık hale gelmiş bir rejim deneyimini Türkiye’nin bir daha yaşamaması için tedbirler koyan asgari demokratik bir geçiş programından söz ediyorum.

"Tekelci sermayeden, tekelleşmiş siyasal rejime karşı tutum alması beklenemez"

OHAL, seçim güvenliği mücadelesi ve inşa edilecek birlikteliğin halka anlatılmasının önemli araçlarından biri de medya. Başlarken konuştuğumuz milliyetçiliğin yeniden üretilmesi, kuvvetlendirilmesi ve yaygınlaştırılması konusunda da medyanın işlevi malum. Bu çerçevede, Doğan Medya Grubu’nun Erdoğan’a yakınlığı ile bilinen Demirören Grubu’na satılmasına sizin yorumunuz ne?

Saray etrafında bütün devlet aygıtlarının toplandığı bir tekelleşme ortamında, medyanın da bir tekelleşme saldırısıyla karşılaşmayacağını düşünmek bana kalırsa fazla iyimserlik olur. Nitekim seyir de uzun süredir böyle. Ana akım içerisinde terbiye edilmiş halde duran ama yine de hala bir muhalif olma potansiyeli taşıdığı düşünülen bir Doğan Grubu vardı. Belli ki son aşamada siyasi baskı sonucunda yayıncılık dünyasından çekilmesi dayatıldı. Ve bu gerçekleşti. Satış pazarlığının Doğan Holding’e başka sermaye alanlarında nasıl faydalar getireceği, birtakım sözler verilip verilmediği konusunda henüz bir bilgi sahibi değiliz. Ancak burada, “Doğan Grubu gitti, eyvah basın özgürlüğü kaybolacak” algısına katılmadığımı belirtmeliyim. Hatırlayalım, 16 Nisan referandumu sürecinde hayır oyunu vereceğini söyleyen bir televizyoncuyu Doğan Grubu işten attı ama evet oyu vereceğini açıklayan köşe yazarlarıyla ilgili hiçbir işlem yapmadı. Yani “Doğan Grubu 16 Nisan’da demokrasinin arkasında durdu” gibi bir saptamanın zaten dayanağı yok. Bütün bu hamlelerin, yani yüzde 65’lik oy oranına ulaşmak amacıyla ittifaklar kurup, üstüne bu yetmiyor deyip 26 maddelik hile maddelerini apar topar geçirip, “bu da yetmeyecek galiba” deyip, medyanın geri kalanını üzerine geçirmeye çalışmanın ben algı olarak ters de tepebileceğini düşünenlerdenim. Bir başka şeyi daha vurgulamak gerek. Az önce ifade ettiğim demokratik siyasal programa bu iktidarla iktisadi bağımlılık ilişkisi olan hiçbir sınıfın öncülük edemeyeceği bir kere daha görüldü. Tekelci sermayeden tekelleşmiş siyasal rejime karşı tutum almasını bekleme rüyasından uyanalım. İç pazarlıklar ve karşılıklı ödedikleri diyetler, halkın ekmeğinin küçüldüğü gerçeğini değiştirmiyor.

"Akşam televizyona çıkar işlerimizi anlatırım' muhalefetçiliği bitti"

Ancak yine de medyanın daha da tek sesli olacağı endişesi umutsuzluk hissine bir tuğla daha koymuş oldu.

Doğru ama bunun karşısında umutsuzluğa kapılmak yerine kendi çarelerimize bakmalıyız, çok zor şartlarda bile ben hala haberleşme imkanlarımızın olduğunu düşünüyorum. Aklın kötümserliğine karşı iradenin iyimserliği de diyebilirsiniz buna. Bağımsız, holdingsiz medya organları desteklenmeli; bu gazete ve televizyonlar kendilerine açılan geniş alanı kapsayacak, kuşatabilecek yeni bir dil ve politika geliştirmeli. Halk ikna olsun; fısıltı gazetesiyle bile haberleşiriz. Diğer taraftan da 16 Nisan’ı reçete olarak alıp, yüz yüze, birebir,  sokak sokak, mahalle mahalle, ev ev doğrudan temas kurmanın yollarını bulmak zorundayız. Belki bunu yapanlar için bu bir yenilik değildir ama bugüne kadar bunu yapmadan siyaset yapmayı kendileri açısından bir gelenek haline getirenler açısından da yolun sonudur. En azından bunu anlamak zorundalar. Yani “akşam ben televizyona çıkarım, şöyle güzel işler yaptık, şöyle işler yapacağız diye anlatırım”, bu muhalefetçilik bitti. Bunu görmek lazım. Halk içinde siyaset zamanı.