Karşı Sanat’taki sergisinde annesinin gelinliğiyle örtemediklerini açığa vuran Nazan Azeri, sanatçıların sponsorlara kolay teslim olduklarının altını çiziyor: “Böyle bir devirde bu kadar uzlaşmacı olmamak gerekiyor. Sanatçıların bu kadar para kuzusu olmalarına küstüm, dört yıl resim yapmadım. Kazak ördüm”
Hukukçu sanatçı Nazan Azeri, ‘Örtemeyen’ adlı Karşı Sanat Galerisi’nde açtığı sergisinde, kadınsı nesneler ve imgeler üzerinden kendini ifade etmeye devam ediyor. Bu kez annesinin gelinliğiyle örtemediklerini açığa vuruyor. Geçmişte ütü, bıçak gibi ev eşyalarından yansıyan kadın portreleri, aynı gelinliği yerde sürükleyerek yaptığı performansı olsun Azeri, toplumsal cinsiyetin kodlarını deşifre etmek adına söz söylemeyi sürdürüyor.
Katalog yazında belirttiğin ‘Dil dışı bir sergi’den kastın nedir?
Ortalık konseptten geçilmiyor. Sermaye, ancak belli konseptlere sponsorluk ediyor. Dolayısıyla aslında bu paralar, konseptleri alet ediyor. Sanatçı, konseptlerin reklamcısına, ilüstratörüne dönüşüyor. Dil dışı derken bunun dışını kast ettim.
Sanatçı kendi dilini dayatamaz mı?
Dayatmıyor. Onların her istediklerini yapan grupları var. Bienallerde olsun büyük sergilerde olsun bu gruplar belli. Hep aynı isimlerden oluşan kendi grupları var. Kendi dilini dayatanları bu gruba almazlar. Bu belli bir gruptur. Bu grup son derece eleştirel gibi gözükür. Ama aslında değildir. Sermayenin sadece işine gelen konuları mesela özellikle kimlik politikalarını eleştirir ama sınıf üzerine bir iş üretmez mesela...
Serginin ismi ‘Örtemeyen’... Annenin gelinliğiyle neyi örtemediğini düşünüyorsun?
Aslında bu içinde yaşadığımız dünyadan acı duyuyorum. Duyduğum acıyı anlatıyorum. Dünyanın bu şekliyle yaşayamıyorum. İsmail Tunalı sergim hakkında bir yazı yazdı. Yazısında bir sürü filozoftan bahsediyor. ‘Hocam ben filozofları çok iyi bilmem, bunlardan da hareket etmedim. Ben duyduğum sıkıntı ve acıdan, fırtına sesinden hareket ettim’ dedim. Hocam da ‘Bilmen gerekmiyor, sen o fırtınanın içinde yaşıyorsun’ dedi. Annemin gelinliği bir metafor. Kendi gelinliğimi kullanmıyorum. Çünkü anne gelinliği, kuşatıcı bir şey. Baktığın zaman Nesnebenhermoafrodit’te ya da Özneben kahraman’da olduğu gibi kadınsı nesneleri kullanıyorum ama sözüm sadece kadına da değil. Ona da ama sadece ona da değil.
Peki videonda fırtınada dalgalandırdığın anne gelinliği, fena halde bayrakların dalgalandırıldığı, seslerinin sesimizi bastırdığı, şu günlerde böyle bir kişiselliğe, bireyselliğe işaret etmiyor mu?
Bireysellik benim için çok önemli. Aklıma Egokaç temalı bienaldeki bir tartışma geldi. Bir sürü küratörler katılmıştı. Rosa Martinez de vardı. Önerileri cemaatleşmeydi. Bireyin sonuydu. Ama burada bunu önermelerini sorunlu bulmuştum. Avrupalı için belki iyi bir öneri ama kadın olarak ben birey olarak hakkımı alamamışken neden bahsediyorsunuz diye sormuştum. Cevap alamamıştım.
İnternette dolaşan bir yazın var. Bu da yine bir panelde yaşadıklarınla ilgili. Nedir o hikaye?
Evet, ben de duyuyorum. O benim bir yazımdan alıntı. Levent Çalıkoğlu’nun Hale Tenger’le konuşmasına gitmiştim. Çalıkoğlu, ‘Nasıl çalışıyorsun, kenarda bir iş var mıdır yoksa proje geldiği zaman mı üretiyorsun?’ diye sordu. O da ‘Hayır, benim kenarda işim olmaz. Bana konsept verildiği zaman iş yaparım’ dedi. Hatta konsepte göre iş yapmayanlara çok kızıyorum da dedi. Ben de bunu sorunlu bulduğumu ifade ettim. Bana kızgınlıkla hakaret etmeye başladı, ‘Beğenmiyorsanız siz de kavramsal sanat yapmazsınız’ diyerek. Bir arkadaş oryantalist bulduğunu söyledi işlerini, ona da ‘Mekkeliyim’ diye cevap verdi.
Ben de bütün bu konuşmada yaşadıklarımı yazdım. Epey oldu. Birileri dolaştırıyor internette. Özetle uluslararası sermayeyle kavramsal sanat yapmak, nereye kadar eleştirel olabilirsin sorusunu beraberinde getiriyor. Sanatçılar, çok büyük şeyler beklemesin, bağımsız olmanın yollarını araştırsın, istiyorum. Ben annemin gelinliğiyle bu sergide yaptım. Yapabilirsin. Sponsorsuz olamaz mı? Bal gibi olur.
Ben sana katılmıyorum. Şöyle... Sponsorlu da olur. Günümüzün koşulları buz üzerinde yürümeyi gerektiriyor...
Onu yaptığını gördüğüm bir sanatçı yok. Çok kolay teslim oluyorlar. Böyle bir devirde bu kadar uzlaşmacı olmamak gerekiyor. Ben bu yüzden küstüm, dört yıl resim yapmadım. Sanatçıların bu kadar para kuzusu olmalarına küstüm. Hukukçu olduğum için sanatın daha masum bir alan olduğuna inanıyordum. Avukatlığı bırakıp sanat okumaya başlamanın altında bu var. Sanatı hukuktan daha masum, hakiki bir alan olarak görüyordum. Sonra finans sermayesiyle, kadife devrimlerle, dünya tekelleriyle, silah tüccarlarıyla ilişkisini, sıkı fıkılığını görünce şok oldum. Hayallerim çöktü ve bir süre bıraktım. Hiçbir şey yapmadım. Kazak ördüm.
Neden hukuğun sanattan daha az masum olduğunu düşündün?
Hukuk sonuçta üçlü bir yapı. Avukat, karşı avukat ve yargıç. Avukat, müvekkilinin hakkın savunur. Onun adına bir tabloyu yargıcın önüne koyar. Sen bir parçasındır o resimde, tarafsındır. Oysa sanat, farklı. Kendi çıkarlarına sanki uzak durmalısın. Vicdanın hep devrede olmalı. Hakiki sanat böyle bir şey gibi geliyor.
Hrant Dink’in davası Sabahattin Ali’nin davasını hatırlatıyor. Hiç ilerlemiyor. Görünen köy, yargıda niye görünmüyor? Bir hukukçu olarak bu vahim tablo karşısında neler hissediyorsun?
Hrant Dink, çok özel bir adamdı. Çok farklıydı. En büyük özelliği vicdan sahibi bir adamdı. Hakikati arayan hakiki bir adamdı. Her zaman olan bitene cesaretle bakmayı isteyen bir adamdı. Böyle olduğu için onu vurdular. Onun gibisi olmadığı için. Bugün Türkiye’de hukuk işlemiyor. Bugün, hukuk, siyasetin maşası olmuş durumda. Hukuk bağımsız değil, rezalet durumda. Çok kötü hissediyorum...
Peki yine bir hukukçu olarak soruyorum. Kadın sanatçı statüsüne ilişkin neler söyleyebilirsin?
Bir kadın, sanatçı olma noktasına gelebilmişse bir kadın olarak birtakım haklarını almış demektir. Ama ben yine de sanat ortamının erkek egemen olduğunu düşünüyorum. Master tezim Batılılaşma hareketi içinde ilk kuşak kadın sanatçılar üzerineydi. Acayip şeyler yaşamışlar. Mihri Müşfik, Müfide Kadri, Bedia Güleryüz... Çok büyük acılar, dramlar... Bugün sanat yapabiliyorsak arkasında bu kadınlar var. Çok eziyet çekmişler. Hem Osmanlı’da doğmuş, hem Batılılaşmış, din baskısı altında kalmışlar. Resim yapmanın günah sayıldığı toplumsal baskı anlamında. Bugün ne değişti? Sanat sahnesi, kesinlikle erkek egemen bir sahne. Bunu bir emir komuta zinciri olarak görüyorum. Emir veren erkek küratörler ve kadın köleler. Bir kadın sanatçı olarak özellikle bu emir komuta altında olmayı reddediyorum. Bir kere daha kölelik bu çünkü.
Aksu Bora’nın kadın konferansındaki bildirisinin başlığı ‘Annesiz Kızlar: Modern Babaların Modern Kızları’ydı. Annelerine ilişkin söyleyecek bir şey bulamama hali, kendilerini babaları üzerinden tanımlayan Cumhuriyet’in kızlarını anlatıyordu. Geçmişin bu kız evlatlar için karanlık ve unutuş alemi olduğunu söyleyerek... Bu nedenle bu kızlar için kendilerinden önceki kadın kuşağının hak mücadelesi unutulmuştur da diyordu. Sen bir anlamda bu serginde ben annemin kızıyım mı diyorsun?
Evet, göğsümü gererek diyorum: Ben annemin kızıyım... Ama aynı zamanda şöyle de diyorum: Erkekler, hepiniz annenizin oğlusunuz...