Kültür-Sanat

Sanatçı neyle yaşar?

11. İstanbul Bienali'nin bu yıl 'İnsan neyle yaşar?' sorusundan yola çıkarak temasını şekilllendiriyor.

23 Eylül 2009 03:00

İstanbul Bienali 'İnsan neyle yaşar?' sorusunun yanıtının 'Sanatçı neyle yaşar?'dan çok da bağımısız olmadığını incelikle aktarıyor. Radikal gazetesi yazarı Ayşegül Sönmez'in bugünkü (23.09.2009) yazısı:

Macar St.Auby’nin 16 mm siyah-beyaz filmi Centaur, devlete ait deneysel film stüdyosu Bela Balazs Studio tarafından desteklenerek çekilse de dönemin sansür komitesince hemen sansürlenmiş. Filmde çeşitli mekanlarda çalışan işçilerin, fabrika, otobüs, yurt, bekleme odası gibi sıradışı diyaloglarına ya da iç konuşmalarına tanık oluyoruz.

Filmin en etkileyici sahnelerinden biri, tek tek titreyen elleriyle kıllarını dikerek temizlik fırçası üreten kör kadın işçilerin sahnesi... Kör kadın işçiler, bir yandan görmedikleri emeklerini, görmedikleri üretim araçlarına dokunarak, hissetmek şartıyla üretirken, bir yandan gülümseyerek bir türkü söylüyorlar: “göremiyorum, sonsuz bilinmeyen beni çağırıyor, yolun sonu, göremiyorum...”

Brecht’in ‘insan neyle yaşar?’ sorusuyla başlayan bienali, herhalde en iyi özetleyen, bienalin kalbini oluşturan işlerden biri bu... 1973 ile 1975 tarihleri arasında çekilen film, Brecht’in “bir fabrika fotoğrafı, içindeki insanların aralarındaki ilişkiler hakkında hiçbir şey anlatmaz” sözünü doğruluyor adeta. Aynı filmde ‘acaba tekrarlama nevrozunuz mu var’ diye soruyor ambalaj fabrikasında çalışan kadın işçi... Çalışma arkadaşı onu şöyle yanıtlıyor:

“Filmcileri kandırmak için krem şantiden, eşarp modasından ve zamlardan mı söz etsek?”

Kendi emeğine yabancılaşmış, filme çekilmekte olan kadın işçinin, onu çeken filmcilere gönderme yaparak onların da kendi sanat yapıtlarına yabancılaşmasına işaret etmesi, bienalin temel sorusu ‘insan neyle yaşar’ın yanıtının ‘sanatçı neyle yaşar’ sorusundan çok da bağımsız olmadığını kusursuz bir incelikle aktarıyor...

Öte yandan bu bienalin, hiç de öyle olmadığı söylense de, bir büyük sergi olarak son derece Brechtyen bir kurguya sahip olduğu iddia edilebilir. 11. İstanbul bienalini, Brecht’in dizinin dibinde kılan en büyük husus, sorduğu sorularda değil, serginin tıpkı Brecht sahnesi gibi günümüzdeki çelişkileri yansıtan bir vitrini andırmasında. Ve bu vitrinin camının, birkaç gündür önünde yapılan muhalif gösteriler aracılığıyla kırılmak üzere zorlanmasında...

Endüstri-sanat gerilimi

Nasıl Brecht tiyatro sahnesini, içinde yaşadığımız toplumu oluşturan çelişkilerin sergilendiği bir vitrin olarak kurguladıysa, WHW de öyle yaparak vitrin’de kapitalist kültür endüstrisiyle ona teslim olan çağdaş sanat dünyasının arasındaki gerilime ve bu gerilimin yarattığı/ yaratacağı çelişkilere öncelik tanımış. (Direnal, beğenal gibi bienal eleştirileri ve açılış günü yaşanan protestolar gibi...)

Bu vitrinde gözlerimizi en çok kamaştıran ve direnmek, protesto etmek üzere harekete geçiren çelişki elbette antisanat ve meta sanat arasındaki çelişki... Emek ve meta emek arasındaki ilişki... İş ve işçinin, sanatçı ve sanat yapıtının kaderinin gün geçtikçe artan, önlenemez birbirine benzerliği ve bu benzerliği sağlayan ekonomi politiğin ne kadar kovulmak istenilse de büyüdükçe büyüyen gölgesi, bu vitrinin en albenili tarafı.

Bu vitrinde 1934 doğumlu Suriyeli Marwan’ın 1960’lara ait varoluşçu, (Nevhiz Tanyeli’yi anımsatan) tuvalleri var örneğin... 1968’de bedene son derece dışavurumcu yaklaşırken 80’lere geldiğinde Marwan neredeyse figürasyondan vazgeçmiş bir soyutlamacıya dönüşmüş. Bu dönüşüm, değişim, Taşkent’li Vyacheslav Akhunov’un hem 70’lere ait politbüro üyelerinin portrelerinin yer aldığı Sineklik Devrimi serisinde hem de 2007 tarihli bir metrekarelik kibrit kutularına yaptığı günlüklerinde kendini ele veriyor. Sanatçının Sovyet devrimi sırasında ve sonrasında iki ayrı imkansız dünyada ürettiklerini bir arada görmek bienalin çelişkiye verdiği önemi ve bu çelişkiden çıkacak önerilere açtığı espasın altını bir kez daha çiziyor. Aynı vitrinde 1971 doğumlu Kudüslü Jumana Emil Abboud, Kudüs ve Ramallah arasında limon kaçırıyor. Tütün deposundaki desenlerinde azizlik mertebesine ilişkin psikolojik sayıklamalarını gösteriyor. Polonyalı sanatçı Arthur Zmijewski, İsrail, Batı Şeria, Polonya, Almanya, Fransa ve Kuzey İrlanda’da, farklı zamanlarda yapılmış kamusal siyasi eylemleri, yan yana eşit büyüklükteki ekranlarda göstererek Demokrasiler’de yaşanan eylemliliğin şimdi ve buradalığını sorgulamamızı sağlıyor.

İdam meydanları

Suriyeli Hrair Sarkissian, dev ve dingin fotoğraflarında, sivil suçluların idam edildiği meydanları en masum ve turistik halleriyle kansız göstererek iktidarın uyguladığı şiddetin en vahşi, çokuluslu ve görünmeyene tedavül olmuş yüzünü son derece estetik bir yaklaşımla aydınlatıyor. Maria Ruido, Barcelona’nın varoşlarında bir tekstil atölyesinde kaçak çalışan işçileri portreliyor. Tıpkı Auby’nin filminde olduğu gibi emeğin kullanım değerinin karmaşık, emeği üretenden bağımsızlaşan ve onu ele geçiren doğası tüm acımasızlığıyla karşımıza çıkıyor.

Yılmaz Güney filmi gibi

Aydan Mürtezaoğlu ve Bülent Şangar, İşsiz İşçiler, Sana Yeni Bir İş Buldum başlıklı projelerinde kendi sanat üretimlerini şemalaştırıyor. Bir grup genci ise iş sahibi ederek bienal süresince istihdam ediyorlar. Emek ve sanatın birbirinin içine geçtiği proje, bienalin en anlamlı projelerinden. Muhammed Ossama’nın 1979 tarihli Adım Adım filmi de bunu yapıyor. Üstelik çok tanıdık bir dille... Yılmaz Güney’in Umut filmi tadındaki bu siyah beyaz filmde, köyden kente göç eden kahramanların inşaat işi molalarında aralıksız tüttürdükleri sigaraların dumanı, çektikleri eziyeti bulandırmaya yetmediği gibi izleyicide çaresizliğe neden oluyor. Aynı şekilde Rena Effendi’nin petrol boru hattı boyunca teker teker çektiği portrelerde bu çaresizlik duygusuyla baş etmek zorunda kalıyorsunuz, her biri birer siyah beyaz defosu bu yüzyılın... Yine antrepoda Bureau D’Etudes grubunun özel olarak hazırladığı Terörün Yönetimi şeması incelenmeye değer...

11. İstanbul Bienali, ona yöneltilen tüm eleştirilerle birlikte, Koç’tan sponsorlu Markiszm olur mu gibi, aslında Marks’ın müphem olduğuna dikkat çektiği metanın ne olduğuna ve olmadığına ilişkin küçük küçük yığınla cümle kuruyor.

Bu cümlelerden ister bir manifesto, ister bu manifestoya karşı bir başka manifesto yazmak olası. Olası olmayan galiba dünyanın daha iyi bir yer olacağına inancı çoğaltmak, saat başı ücretini alırken titreyen üstelik artık kayıtlı da olmayan illegal işçi ellerinin sürüklediği bir dünyada, sanatın para gibi kendisini değil, değerini temsil ettiği bir dünyada bu mümkün değil gibi görünüyor... Sanırım birkaç senedir, sanat yapıtı yerine güzel Türkçe’mizde iş dememiz boşuna değilmiş. Türkçe öngörmüş işte, işlerin dünyanın tüm işlerinin sanat, işgücü, emek demeden birleşeceğini... Bu da tuhaf değil mi?