Yeni Şafak yazarı Salih Tuna, Aydınlık gazetesi yazarı Mustafa Mutlu'nun Ulusal Kanal'da programa katılmasını "İçimin nasıl acıdığını anlatamam!" sözleriyle anlatmasına tepki gösterdi. Kendisi hakkında "AKP'nin hırçın kalemi, iktidarın yılmaz savunucusu, Recep Tayyip Erdoğan'ın fedaisi Salih Tuna, Aydınlık Yazı İşleri Müdürü ve kanal sunucuları ile Ulusal Kanal'da" yazdığını hatırlatan Tuna, "Ama itiraf etmek isterim: Mustafa'mın içi acıyınca benim de içim acıdı. Peşin söyleyeyim: Mustafa'mı üzeni ben de üzerim!" diye yazdı.
Salih Tuna'nın Yeni Şafak gazetesinin bugünkü (30 Kasım 2016) nüshasında yayımlanan 'Mustafa’mı üzeni ben de üzerim!' başlıklı yazısı şöyle:
Suriye'de ve Irak'ta işler yolunda yürüsün istiyorsanız her şeyden evvel Rusya ve İran'la diyalog içinde olacaksınız.
Ne ki, “müttefiklerimiz” veya “stratejik ortak” bildiklerimiz hem İran'la hem de Rusya'yla karşı karşıya gelmemiz için her şeyi yaptılar / yapıyorlar.
Rus uçaklarını kimlerin hangi amaca yönelik düşürdüğü artık biliniyor.
Neyse ki, Rusya ve İran'la artık diyalog içindeyiz. Zaten bu sayede ABD'nin Suriye'deki 24 Kasım tuzağına düşmedik.
Erdoğan - Putin görüşmesinin ardından, Dışişleri Bakanı ve MİT Müsteşarı İran'a çok üst düzey görüşmeler için gitti.
İran düşmanı değilim.
Lakin, son yıllardaki bölge politikalarını yanlış buluyorum. Suriye'de Türkiye'yle ortak bir yol bulabilirlerdi.
İsrail'e karşı 2006'da müthiş zafer kazanarak tüm ümmetin gönlünde taht kuran Hizbullah'ı Suriye'de mezhepçilik bataklığına çekmeyebilirlerdi.
ABD ile nükleer anlaşma yapar yapmaz zor günlerde kendisini arkalayan Türkiye'ye dirsek çevirmeyebilirlerdi.
Yazık ettiler.
Malum nükleer anlaşmanın ardından ABD'nin açtığı yoldan ilerlediler.
Trump'ın seçilmesiyle ABD'de yükselen “ambargo” lakırdılarından anlaşılan o ki, girdikleri yoldan felaha ulaşamazlar.
Aynı şekilde, Türkiye'nin de ABD'yle alacağı yol kalmadı. Tam aksine, “düşman yolları kesti” durumu mevcut.
O halde…
Ya bölge ülkeleri olarak yerel asabiyetleri bir kenara bırakıp topyekûn direneceğiz ya da (11 Eylül 2001 saldırılarının ardından Kissinger'ın “Bundan sonra çatışma Müslümanların arasında olmalıdır” sözü doğrultusunda) birbirimizin gırtlağına sarılacağız.
Sayın Erdoğan bu tuzağı gördü.
Bunun için “Bizim Şiilik diye bir dinimiz yok. Bizim Sünnilik diye de bir dinimiz yok. Bunlar birer yoldur ama bizim bunların üzerinde tek dinimiz var o da İslam'dır…” dedi.
Bunun için Wikileaks belgelerinde de açıkça belirtildiği üzre, onca tazyike rağmen Suriye'ye savaş açmaya direndi.
Karşılığında da, Suriye'yle savaşmamızı isteyen, “Reyhanlı maliyettir” diyen malum eşhasın “Diktatör Erdoğan” kampanyasına maruz kaldı.
Bu algı faaliyetinin ardından da Gezi kalkışması geldi. Sonrasında da Erdoğan nefret suçu mesabesinde ötekileştirildi, adeta şeytanlaştırıldı.
Zaten operasyon için de bu şarttı.
Ötekileştirmek demek, her şeyden evvel birbirine sağır olmak demekti.
Sağırlıktan göz gözü görmeyecek ortam oluşturulacaktı ki, Fetullah'ın “teknik nakavt” şeklinde nitelendirdiği 17 - 25 Aralık 2013 kalkışması gerçekleşsin.
Öyle de oldu.
Ne ki, Erdoğan meydanlara koştu, meydanlar da Erdoğan'a. Neticede, başaramadılar.
Fakat, nefret algısıyla sosyolojinin bir kısmını zehirlediler. Bu zehre güvenerek de Mehmetçiğin “vatan savaşına” gündüz gözüyle “saray savaşı” diyebilme cüretini gösterdiler.
Yine başaramadılar.
Gelgelelim pes etmediler; 15 Temmuz'da nihai darbeyi vurmak, bu ülkeyi işgal etmek istediler.
Şükür ki şükür, topyekûn millet direndi. Bu direnişe de “Yenikapı ruhu” dendi.
Haliyle, mahut taşeron örgütlerden Bass'a kadar Türkiye düşmanlarını bir telaş sardı.
Evvela bu ruha saldırdılar.
Düşenler oldu.
Fakat millet yürüyüşünü sürdürdü. Zaten bu aziz vatanda yaşamın bedeli kesintisiz yürüyüş değil miydi?
Diz çöktürmek için şimdi de “ekonomik” alanda operasyon çekiyorlar.
Yine sömürge valisi edalı Kemal Derviş'ler gelsin, yine bir gecede Meclis'ten bilmem kaç kanun geçsin, yine 1 milyar dolar için IMF'ye el açılsın istiyorlar.
Yine hep birlikte direneceğiz.
Hamasetten uzak rasyonel çözümleri birlikte bulacağız. Takdir edersiniz ki, dolara levye fırlatmak işe yaramaz.
Bir süredir ısrarla davet edildiğim Ulusal TV'de geçen gün bunları anlattım. Çok da güzel bir program oldu, bir hayli de tebrik aldım.
Ne ki, Mustafa Mutlu çok üzülmüş!
“Benim neden Ulusal Kanal'da program yapmadığımı, Aydınlık'ta yazmadığımı soran dostlara” diye başladığı “intizarını” şöyle sürdürmüş: “AKP'nin hırçın kalemi, iktidarın yılmaz savunucusu, Recep Tayyip Erdoğan'ın fedaisi Salih Tuna, Aydınlık Yazı İşleri Müdürü ve kanal sunucuları ile bu ekranda... Konuştukları konu, 'uzlaşma ve diyalog...' (…) İçimin nasıl acıdığını anlatamam! / Uzun söze gerek var mı? / İşte; bu yüzden Aydınlık'tan ve Ulusal'dan uzaklaştırıldım. / Çünkü benim olduğum yerde böyle bir ihanet asla yaşanmazdı!..”
Mustafa'm hiç değişmemiş!
Bundan 7 yıl mukaddem 2009'da da böyle tuhaf bir yalanını yüzüne vurmuştum da, mail marifetiyle, benimle dalga geçmeyin, küçük düşürmeyin diye sızlanmıştı, ben de peşini bırakmıştım.
Bak Mustafa'm, her şeyden evvel o programın konusu “uzlaşma ve diyalog” değildi.
Ayrıca, dedim ya, onca ısrardan sonra konuk oldum, program yapmıyorum o kanalda, panikleme.
Tamam, benim üzerimden PR yap, seni “kapının önüne koyanlarla” fırsat bu fırsat deyip hesaplaş, ama, yalan söyleyip de durduk yere kendini iptizale uğratma.
Yalan söylemek ahlakla alakalı bir durumdur, unutma.
Benim, Ulusal Kanal'a konuk olmamı ihanet tesmiye ederek diyorsun ki: “benim olduğum yerde böyle bir ihanet asla yaşanmazdı!..”
İyi de, 2013'te Gülgün Feyman ve Ümit Zileli'nin konuğu olarak Ulusal Kanal'a çıktığımda sen de oradaydın. Daha sonraları, yine Gülgün Feyman'ın programına Ferit İlsever'le katıldığımda da, oradaydın.
Ama itiraf etmek isterim: Mustafa'mın içi acıyınca benim de içim acıdı.
Peşin söyleyeyim: Mustafa'mı üzeni ben de üzerim!