-Yılmaz Özdil
Hürriyet/14 Haziran 2012
Ey aşk... Sen nelere kadirsin
110 sene evvel...
Edirne’de dünyaya gelmiş, İstanbul’da, önce Alman mektebini, sonra Fransız mürebbiye mektebini bitirmiş, henüz 13 yaşındayken, lise için Almanya’ya gönderilmiş, Münih Üniversitesi’nde edebiyat ve felsefe diploması almış, şarkiyat doktorası yapmıştı, Safiye.
*
Çok güzeldi. Etrafına ışık saçıyordu. Dönemin Türk kızlarına kıyasla, saçı başı, giyimi, davranış biçimleri açısından özgür ruha sahipti, cesurdu.
Gönlü tutuştu... Âşık oldu.
*
Hintliydi delikanlı, okuldan arkadaşıydı. Evlenmeye karar verdiler. Gel gör ki, ikisi de yurtseverdi, hangi ülkede yaşayacaklar? Daha işin başında anlaşamadılar maalesef.
Vatanını, yüreğine tercih etti Safiye.
Son bir öpücük, vedalaştı, topladı bavulunu, memlekete döndü. 1926’ydı.
*
Yazmaya başladı. Duygularını romanlarına döktü. “Aşkı hiç tatmamak mı, yoksa, tattıktan sonra yalan olduğunu anlamak ve kaybetmek mi?” diye sordu mesela... “Âşık olan zaten alacağını almıştır, artık bir şey isteyemez, bundan geri o verecektir, hep o verecektir” dedi.
*
“Sen yalnız sevdiğini kaybettin, ben ise, sevdiğimi de, sevginin kutsiyetini de... En büyük acı sevmek ve günden güne ayaklar altında çiğnenip, paçavra edildiğini görmektir” dedi... Ki, Türk edebiyatında aşk’ı en derin o tarif etmiştir bana göre.
*
Kadınlardı hep roman kahramanları... Kırılgan, düş kırıklığına uğramış kadınlar.
Ve, kaleminin gücünün yanı sıra, çok çok önemli bi özelliği daha vardı.
*
“Doğu”yla “Batı”yı harmanlarken, “muasır medeniyet”le sosyal hayata hâkim “geleneksel” arasında sıkışan, bocalayan insanlarımızın, kuşak farklarını deşti, kültür çatışmalarını irdeledi.
*
Bi gün oturdu, sene 1938...
Ülker Fırtınası’nı yazdı.
Batı’da müzik eğitimi almış, ayıp mayıp dinlemeyen, ailesinden ayrı evde, tek başına yaşamak isteyen Nuran’la, evli ve çocuklu Sermet’in umutsuz aşkıydı.
Müsveddelerini çantasına koydu, Yunus Nadi’nin kapısını çaldı, henüz kitap olarak piyasaya çıkması beklenmeden, Cumhuriyet gazetesinde tefrika edildi.
*
Çift manalıydı Ülker... Boğa takımyıldızının adıydı. Aynı zamanda, denizcilik literatüründe bi fırtınanın adı... Zaten, hem fırtınalı bir aşkı anlatıyordu, hem de sosyal yaşamdaki fırtınaları.
*
Dönemin edebiyat aleminde patlama yapan, adeta fırtına gibi esen romanı okuyanlar arasında, genç bir adam vardı... Eminönü Nohutçu Han’daki küçücük atölyesinde, bi yandan bisküvi üretiyor, bi yandan harıl harıl Ülker Fırtınası’nı okuyordu. Doğu’yla Batı’yı harmanlarken, muasır medeniyet’le geleneksel’i “çok iyi okumayı başaran” bi adamdı.
*
Şirketinin adı, Üç Yıldız’dı.
Popüler bi marka adı arıyordu.
Safiye, esin kaynağı oldu...
Sözlük anlamı da gayet uygundu, ha üç yıldız, ha yedi yıldızdan oluşan Ülker.
*
İşini aşkla yap diye boşuna dememişler.
Aşk romanından yola çıktı.
*
Kazandı... Bisküvilerinin adı, Ülker olur olmaz, fırtına gibi esmeye başladı. Dedim ya, geleneksel’ciydi ama, muasır medeniyet’i iyi harmanlıyordu, reklam denilen kavramı bu memlekette ilk keşfedenlerden oldu. Önce güneş, hava su, sonra bol gıda gelir, akşama babacığım, unutma Ülker getir... Sözleri Nuri Gamsız, bestesi Süheyl Denizci tarafından yazılan bu reklam sloganı, 7’den 77’ye herkesin ağzındaydı, ezberlendi, marş gibi oldu.
*
Safiye’nin Ülker’i öyle hale geldi ki, Safiye’den ilham alan o genç adam, Berksan olan soyadını Ülker olarak değiştirdi, “Sabri Ülker” adını aldı.
*
Ve, bana sorarsanız, vizyoner ticari zekâsının en önemli özelliği... Kuruşların değerini kavrayamayan, küçümseyen Doğu kültüründe, Batı yaklaşımıyla “kuruş kuruş” imparatorluk kurmasıydı.
*
Senelerce ve bugün bile hâlâ, para üstü olarak kullanılır, kuruş etiketli Ülker ürünleri... O nedenle, biz 25 kuruşun kıymetini bilmiyoruz ama, o, aynı 25 kuruşlarla 25 bin kişi çalıştırıyordu.
*
“Gazozdan işlerle uğraşmayı bırak” diye nasihat eden bi toplumdan...
Gazozdan işlerle uğraşa uğraşa, dünya devi Coca-Cola’nın siyo’su olmayı başaran Muhtar Kent’in çıkması gibi.
*
Safiye’ye dönersek...
*
Sadece denizlerde değil, duygusal dünyamızda da derin dalgalanmalar yaratan Ülker Doğumu Fırtınası, her sene 10 Haziran’da esmeye başlar, üç gün sürer, 12 Haziran’da diner. Sabri Ülker’in tam da 12 Haziran’da vefat etmesi ise, sanırım, kaderin cilveleri üzerine eşsiz eserler bırakan Safiye’nin bile hayal edemeyeceği bir romanın öyküsüdür.