Yaşam

Rumuz: Fatmagül...

Vatan gazetesi yazarı Müge İplikçi'nin "Fatmagül'ün suçu ne" dizisi nedeniyle yazdığı yazı sonucu, yazara birçok mektup geldi.

09 Ekim 2010 03:00

T24 - Vatan gazetesi yazarı Müge İplikçi'nin "Fatmagül'ün suçu ne" dizisi nedeniyle yazdığı yazı sonucu, yazara birçok mektup geldi. İplikçi'ye gelen mektuplardan biri de tecavüz mağduru bir kadındandı. İplikçi'nin Vatan gazetesinde yayımlanan bugünkü yazısında tecavüz mağduru kızla görüşmesini aktardı. İplikçi'nin o yazısı:


Onunla İstanbul’un tarihi yarımadasında Eylül ışıklarının gezindiği bir sabah zamanı buluştuk. Hemen her şey karşımızda tabak gibi duruyordu. O konuşurken bazen kadim ufka, bazen onun gözlerine bakıyordum. Yer yer pırıltılar mevcuttu ikisinde de, yer yer ışık kırılmaları; bazen buluşuveriyorlardı. Hüzün ve yaşamdı bu. Ya da yok olurken yeniden var olmak.

Tarihi yarımada kadar eski bir insanlık durumunu konuşuyorduk: İnanmak. Birine inanmak. “Beni hediyelere boğdu, öyle kibar ve anlayışlıydı ki ilk başlarda, inanmıştım” dedi.

Bunun arkasından gelecek o sert başlığa ikimiz de mesafeli durduk ilk etapta. O konuşkanlığıyla, ben suskunluğumla bastırmaya çalıştık o katı geçişi. Ama bir yerden sonra orada olmak kaçınılmazdı; konumuz tecavüzdü.

Her şey “Fatmagül’ün Suçu Ne” adlı diziden hareketle yazdığım yazıyla başladı benim cephemde. Yorum içeren birçok okur mektubu geldi. Bir de çok farklı bir mektup!

Onun cephesi on yılı aşkındır teyakkuzdaydı; kendisi tecavüz mağduru genç bir kadındı. Sadece beni yanıtlamamış, konuyla ilgili dava metinlerini de yollamıştı. Bu cesaretine güvenerek bir adım sonrasını istedim ondan: “Benimle konuşur musun?” diye sordum.

Kabul etti.

Konuştuk. İki saate ne kadar gerçek, ne kadar duygu sığdırabilirsek o kadar.

Konuştuklarımız esnasında tecavüzün ne olduğu kadar hangi türden toplumsal kodlara referans verdiğini de anlama fırsatını yakaladım. Tecavüz sadece cinsel taciz değildi, kısaca cinsellikle ilgili değildi; bir insanın onuruna ve bütün değerlerine yönelik bir saldırı, bir insanlık suçuydu da. Ancak buna rağmen saklanılması beklenilen, hiç yaşanmamış gibi davranılması umulandı...

Karşımdaki genç kadının tecavüzle ilgili öyle bir anekdotu vardı ki aslında Türkiye’deki kadın-erkek ilişkilerinin birebir yansıması da denebilirdi buna: İlişkiden sonra, yani tecavüzden, erkek kanı görememişti ve şöyle suçlamaya başlamıştı karşısındakini: “Sen kız değil misin? Yürü doktora gideceğiz.”

O an tümüyle kopmuştu kadın, az önceki olayın şokuyla hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Zaten paramparçaydı. Az önce isteği ve kontrolü dışında gerçekleşen kabus gibi olaydan sonra. Konuşamaz bir haldeydi. Ama ne tuhaf, nasıl bir bilinçaltıydı ki bu, sevdiğini sandığı bir erkekle zorla girdiği bu ilişkide suçlanacak kişinin yine kendisi olmasına şaşırmaksızın hemen kafasından şöyle bir düşünce geçti: “Acaba bu konuda başka bir travma mı yaşadım? Başka bir tecavüz? Birileri? Kim olabilir? Nasıl bakire olmam? Acaba çocukken ya da öncesinde ilaçlı ya da başka türlü bir tecavüze mi maruz kaldım? Az önce yaşadığımı daha öncesinde yine mi yaşadım yoksa? Nasıl? Kimle? Neden?”

Beyni uyuşmuştu. Travma içinde travmalar yaşadı saniyeler içinde. Oysa meşum kırmızı leke salonda başka bir yerlere saçılmıştı. Genç kız ağlarken erkek kanı gördü ve ona da gösterdi, bekareti onaylanmıştı! Bunun üzerine erkek olayın şerefine kadeh kaldırdı, “Kadınım oldun” dedi karşısındakine. Kadınım! O ise hiç konuşamadan şoka girmiş durumda sadece ağlıyordu. Hiçbir şey söyleyemeden çıktı gitti oradan. Aklı karmakarışık, suskun, bedeni ve ruhu travmanın etkisinde.

Kapandı odasına hiç kimseyle konuşmadan, kimseye hiçbir şey söyleyemeden. Önce adamı görmek istemedi, telefonlarına çıkmadı, sildi hayatından, sonra bu acıya dayanamayacağını anladı. Hiçbir şey olmamış gibi davrandı ve daha fazla direnemeden zaten peşinde olan adama mecburen geri döndü. Sonrasında yavaş yavaş roller değişti.

Bununla başlayan süreç on yıl kadar sürdü. Bir müddet sakladı bunu. Özellikle kendisinden! O arada bu erkekle evlenecekti travmanın etkisiyle apar topar. Ne var ki bu itici, yorucu bir birliktelik çok kısa sürdü. Hâlâ kendine bir şey söyleyemiyordu. Zaten çevresindeki herkes, en yakınları da dahil olmak üzere, ona susmasını öğütlüyordu. Susmanın her türlü sorunu çözeceğine inanmak istiyor ama karakterindeki dürüstlük ve dobralık peşini bırakmıyordu. İyi bir mesleği, orta halli bir ailesi vardı. Bu olayı düşük gelirle, eğitimsizlikle, başı açık ya da kapalılıkla anlamanın mümkün olmayacağını, bunun toplumda kadına biçilen rollerle ilgili olduğunu defalarca belirtti bana. Sanki şunu da der gibiydi: “Oyunu kuralına göre oynarsan kazanırsın! Kişiliğini silmek pahasına olsa da bu...”

Bu oyun ve onun kuralları çok basitti. Kurallar, bir toplumda bir kadının neler yapması, neler yapmaması gerektiğini belirleyen ritüellerdi ve basit kuralların uygulanmasından ibaretti. Kısaca “namus”u dayatan şartlara uyup uymamakla! Oysa namus anonimleştirilebilir miydi? Diyelim anonimleştirildi, o halde namuslu olmanın ölçütü neydi? Susmak, saklamak, susmak, rol yapmak, toplumda verilen rolü yerine getirmek ...

Derken bir gün konuştu! Olayın gerçekleşmesinden tam dört yıl sonra.

Konuştukça canlı hedef haline gelmeye de başlayacaktı. Etrafındakiler, polisler, doktorlar, hukuk sistemi, yargı, hatta tecavüzcüsüÖ Kimi kez dalga geçerek, kimi kez ibretlik laflar sarfederek, kimi kez aşağılayarak, bazen şefkatli, bazen tınmaz bir halde... Her kurumun kendi içinde parçalara bölündüğünü, bazı hakim ve savcıların epey maço, bazılarının kadından yana olduğunu fark edecekti. Doktorlar? Polisler? Onlar daÖ Onların tuhaf ithamlarına, tecavüzcüsüne, yakınlarına, uzaklardakilere hep aynı mesajı verdi, vermek istedi:

“Namusum için her şeyi yaparım!”

“O halde,” dedim, “namus sence ne, bir anlatsana!”

“Namus, bir kadının her şeyi ve tüm hayatı bence.

Aileler genç kızları suçlamasınlar, taraflı yaklaşmasınlar, onları dinlesinler ve inansınlar, önyargılı olmasınlar, hiçbir şekilde şiddet uygulamasınlar -inanın ki tam tersi reaksiyona neden oluyor. Her konuda maddi ve manevi destek olsunlar. Onları ruhen asla yalnız bırakmasınlar, onlara sevgilerini versinler ve onları anlamaya çalışsınlar. Gerçekten ne ekerseniz onu biçiyorsunuz. Baskılar hiçbir işe yaramaz, sadece kötü şeylerin bastırılmasına ve gizlenmesine neden olur ve zamanla daha büyük kötülüklerin ortaya çıkmasına yol açar. Genç kızları namus belası gibi değil de insan olarak görsünler öncelikle. Suçlamasınlar ve omuzlarına ağır manevi yükler vermesinler, eleştirmesinler. Toplum bakış açısı genç kızı cezalandırarak olmaz. Onlar yarının anneleri olacaklar ve genç kızlar, genç erkekler yetiştirecekler. Bu psikoloji ile nasıl sağlıklı nesiller oluşabilir ki? ”

Son yıllardaki yaşamı bu olayın etrafında odaklanmıştı. Bir yandan da çalışıyordu. Tecavüz gerçekleştikten sonraki süreçte travmanın ağırlığı ile gizlice evlenmiş, asla birlikte yaşamamışlar, aynı hızla boşanmış, konuşmaya karar vermiş, mahkemeye gitmiş, delil olmadığından dava açamamış, bu arada yıllar geçmiş ama bir biçimde dava açmanın farklı yollarını denemiş, nihayet bunu başarır gibi olmuştu. Ama bu yüzden başına gelmedik kalmamış, sonunda kendisine deli raporu bile verilmişti! Bu ülkede hak aramanın o çetrefil yoluna girdikçe işler daha da karışıyordu. Çünkü her şey çifte standarttı.

En son eline tutuşturulan deli raporu onu öldürecek hale getirmişti. Gerçekten delirme moduna geldiğini hissediyordu. Uykusuz geceler, kâbuslar... İntiharın eşiğindeydi.

Herkes ondan delil ve şahit istiyordu! “Bunca zamandır aklın neredeydi?” diye soranlar, “Geçmişi geçmişte bırak”diyenler, “Sen aslında adama dönmek istiyorsun” diye itham edenler, “Adam seninle evlenmiş, daha ne istiyorsun?” diye soranlar, “Sen kendi ayaklarınla adama gitmişşin” diye ona yüklenenler, kendisini düşüncesizlikle, hafif kadın olmakla damgalayanlar ya da saflıkla, delilikle suçlayanlar, suçlayanlar...

Oysa hepsine şunları söylemek istiyordu: “Evet tecavüzün delili ve şahidi yoktur ama tecavüzde zaman aşımı da yoktur! Tecavüz asla iyileşmeyen ve geçmeyen bir yaradır, bazen sonsuza kadar farklı acılarla büyür ve devam eder.

Tecavüzde formalite evliliklerin hiçbir geçerliliği yoktur.

Formalite evlilikler tecavüzcüyü kurtarmamalı çünkü mağduru daha da mağdur eder. Bunu bizzat yaşadım somut ve soyut olarak. Bu formalite evlilik adamı kurtardı, beni daha da batırdı.

Erkek canı nasıl isterse öyle davranıyor, kadının ne düşündüğünü umursamıyor. Başlarına buyruk ve kontrolsüzler, sorumsuz ve benciller. Tecavüzün sorumluluğunu taşımalı ve bedelini sonsuza dek ödemeliler, tıpkı mağdurun bedeninde ve ruhundaki bu izlerin bedelini ödediği gibi...”

Sonra deli olduğuna kanaat getirmiş ve kendisinden tecavüzün tanımını isteyen bir doktora şunları söyleyecekti:

“Tecavüz filmlerdeki gibi olmuyormuş. İlla yabancı birilerinin bunu yapması gerekmiyormuş, illa bağırış çağırış!”

Filmler bir yana gerçek hayatta sistem ve kurallar kimden yanaydı acaba? Tecavüz mağdurlarından yana olmadığı kesindi. Malum şu somut delil ve şahitler meselesi... Ona göre hukuk sisteminin kendi kafasında bir “normal” kalıbı vardı. Bu durumda tecavüze uğrayanlar bu normal kalıba uymayan kişilerdi; peki ya tecavüzcüler? Bu konudaki davaların çoğu zamansızlıktan ya da delilsizlikten düştüğüne göre?

“Yıllarca önceki iş” deniliyordu buna ve hukuk bu geçmişi kabul etmiyordu.

Oysa yıllarca önce 18 yaşında gencecik bir insandı o. Cinsel tacizlerine maruz kaldığı ve tarafından tecavüze uğradığı fakat çaresizlikten gizli ve sözde bir evlilik yaptığı o kişiye duyduğu öfke yıllara yayılarak geçeceğine katlanarak artmıştı. Bir akrabası aracılığıyla ona ulaşmış ve yaptıklarını tek tek saymıştı. Karşı tarafın tepkisi ise yine ağır oldu. Sinir, öfke ve utancını daha da kabartan kişisel hakaretler ve küfürlerdi bunlar. Onurunu bir kez daha paramparça eden sözler. “Kimsenin zarar görmemesi ve daha fazla yıpranmaması için bu sorunların adalet yolu ile çözülmesini istiyordum... Geç de olsa herkesin yaptığının bedelini ödemesini istiyordum. Geç de olsa gerçeklerin açığa çıkmasını.”

Burada söze karıştım. “Nasıl biriydi?”

“Maço, kıskanç, sahiplenici, aşırı erkeksi, şiddet uygulayan, sekse ve cinselliğe aşırı düşkün, kadınları cinsel obje gibi gören, çok sahiplenici davranan, kadınları çok iyi tanıyan biri. Annesine çok düşkün, babası ile arası çok kötü, saf ve masum genç kızların peşinde, çapkın, kurnaz, uyanık, dalgacı, alaycı, eğlenceye düşkün, çokeşli biri...”

Bu kişinin kendisine bir borcu olduğu için istiyordu bu davayı açmayı, bu davanın peşini takip etmeyi. Belki bu dava sonunda onun cezalandığını görmek istiyordu ama bir şey daha vardı. Hem kendini hem de ailesini cezalandırmaktan vazgeçmek...

“Bu işin bu kadar peşine düşmek istememin nedeni en çok kendimden intikam almak aslında!”

“Niye?” diye sordum o zaman.

Çünkü geçmişi yeniden, farklı bir kurguyla, daha güçlü bir kimlikle istiyordu. Her şeye yeniden başlayabilmeyi. Farklı biri olmayı, o farkla kendinden çalınanları sonuna kadar onarmayı, yeniden yaşamayı...

“Niye mi? Ne yaşadığımı bilmek, o gün o olayın olabileceğini tahmin etmek, olmasını engelleyebilmek, daha akıllı ve zeki olmak, daha güçlü ve karşı koyabilir olabilmek için... Bir şekilde onun bana bunu yapmasını engelleyebilmek, suçlanmamak, horlanmamak, adamın kontrolü altında olmamak, onun esiri olmamak, yaşadıklarımı ailemle ve sevdiklerimle, arkadaşlarımla rahatça, önyargısız bir şekilde paylaşabilmek için... Etiketlenmemek, suçlanmamak, travmayı hafif atlatabilmek, fiziksel ve ruhsal, daha doğrusu hiçbir şekilde hiçbir türlü şiddet görmemek için... Bunun sürekli yüzüme vurulmaması, blöf ve tehdit unsuru olmaması, hayatımın akışını değiştirmemesi, evlenmeye mecbur bırakmaması, hayallerimin yıkılmaması için... Sınırsız sevgi ve şefkat ile beslenebilmek, el üstünde tutulmak, o davranışı nötrleştirici olaylar yaşamak için. Bu olayın hayatımın her anında karşıma çıkmaması ve engel olmaması için. Panik atak olmamak, intiharı düşünmemek, sürekli iş değiştirmek zorunda kalmamak, sevgimi ve güvenimi kaybetmemek, gerçekten normal bir ilişki ve evlilik yaşayabilmek için. Bir çocuğumun olması, eğitimimi tamamlayabilmem için; elaleme rezil olmamak, kendimi suçlamamak, kendimi ezik hissetmemek, ilahi adaletin yerini bulması, herkesin hak ettiğini yaşaması için...”