T24 yazarı Yasemin Çongar, Kitap Zamanı için yazdı:
Soru-cevap şeklinde akan söyleşileri kayıt cihazından kâğıda geçirince “röportaj yaptım” diyenlerin memleketinde, bu müstesna anlatı sanatının kadrinin bilinmemesine şaşırabilir miyiz? Bırakın kadrini, bizde anlamı bile pek bilinmeyen, anlamını bilenlerin, bilmesi gerekenlerin de adını yanlış yere kullanmaktan imtina etmediği bir tür bu; her karşılıklı konuşmayı ısrarla “röportaj” diye sunan boşvermişlik nicemize egemenken Yaşar Kemal’e ta 1975’te “benim işimi sürdürememem çok acı oldu” dedirten çoraklaşmanın sonunu hayal etmek kırk yıl sonra hâlâ kolay değil. Yaşar Kemal’in Kozan Cezaevi’nden çıktıktan kısa süre sonra çalışmaya başladığı Cumhuriyet gazetesinde 1951-1963 arasında yazdığı röportajları bu yazı için yeniden okurken çoraklaştıkça neleri kaybettiğimizi de düşünüyordum.
İlk röportajı 28 yaşında
İlk röportajında o gül kokulu akrepler payitahtını, kahvehaneler şehrini, tozdumanı içinde günde bir liralık geliri çoluk çocuğuna yetiştirdiği gibi artırdığını bile söyleyen gönlü geniş yoğurtçu kadınlarla köyünden zorla koparılmasını “beni gabul etmir toprak” diye içine sindirmiş köylüleri barındıran Diyarbakır’ı yazdığında henüz 28 yaşını bitirmemişti Yaşar Kemal. İlk kitabı Sarı Sıcak daha basılmamıştı, İnce Memed’in günışığı görmesine dört yıl vardı. Sonra, o dört yıla, kısa gazete yazılarıyla birlikte güney sınırında kaçakçı gibi yaşayarak yazdığı “Kaçakçılar Arasında 25 Gün” ile “Hasankale Yerle Bir”, “Mağara İnsanları”, “Yanan Ormanlarda Elli Gün” gibi uzun röportajlar sığdırdı.
Her birini o günün gözüyle okuyabilmeyi isterdim. Yaşar Kemal’in zamana yenilmeyeceğini o vakit belki sadece düşleyerek zulasında beklettiği koca romanından bihaber okurlar, bu röportajlarda, onun yaşını çoktan tutmuş kelimeleriyle, ilk kez tanık olduğu hayatları bir yandan taze bir heyecanla anlatırken, bir yandan da o hayatları bizzat tecrübe edercesine içerden seslenen sıcak diliyle karşılaştıklarında ne düşündüler acaba? Gazeteciliğin de aslında böyle bir şey olduğunu, olabileceğini, insanı insana o an her ne haldeyse o haliyle ama her seferinde de daha önce hiç anlatılmadığı gibi anlatmayı deneyebileceğini hissettiler mi?
Yapı Kredi Yayınları 2011’de kendi içinde belki biraz hatalı ve çokça hüzünlü bir mesaj barındıran Röportaj Yazarlığında 60 Yıl adıyla kitaplaştırdı bu röportajları; hatalı ve hüzünlü, zira Yaşar Kemal’in röportaj yazarlığı 60 yıla yayılmadı, yayılamadı. 12 yılda yapılmış 12 röportaj var kitapta. En başta da Yaşar Kemal’in 1975’te Milliyet Sanat dergisinin bir soruşturması vesilesiyle söyledikleri: “1963 yılında… işimden oldum. O gün bugün de bir Allah’ın kulu kalkıp da, ‘Yahu sen bir zamanlar iyice röportajlar yapardın, benim gazetemde de yapmaz mısın’ diye sormadı.” Cumhuriyet, öyle anlaşılıyor ki bu serzenişi işitince Yaşar Kemal’i yeniden davet etmiş, 1975 sonbaharında gazetede tefrika edilmesinin ardından, önce Allah’ın Askerleri, sonra Çocuklar İnsandır adıyla kitaplaşacak olan röportaj böyle doğmuş. Arada bir de Menekşe Koyu’ndaki tükenişi küçük balıkçıların ve trolcülerin ağzından anlatan 1972 tarihli Denizler Kurudu var. O kadar.
Yaşar Kemal külliyatı içinde bin sayfaya yaklaşıyor röportajlarının yeri. Onu, o gün olduğu gibi bugün de, bu işin bu diyardaki büyük ustası kılan, o gün olduğu gibi bugün de bu işin nasıl yapılabileceğini cümlemize göstermeye yeten ama yazarın “örtülü faşizmin birer çığırtkanı’’ diyerek röportajın ölümünden sorumlu tuttuğu gazetelerin bu işi sürdürmesine ne hikmetse o gün yetmemiş, bugün de yetmeyen bir toplam.
“Küçük” insanların büyük özlemleri
Oysa röportaj, gazeteler için vazgeçilmez bir iddia olan “yenilik” ile nadiren erişebildikleri “kalıcılık” arasında köprü kurabilen bir tür. İnsanı insana o gün ne haldeyse öyle ve daha önce hiç anlatılmadığı gibi anlatmayı başaran bir röportajcı, güncel gerçekliği zamansız kılabiliyor çünkü. Çocuklar İnsandır’da, tam kırk yıl önce, nüfusu bugünkünün altıda biri olan İstanbul’da büyüyen “küçük” insanların büyük özlemlerini okurken, aynı zamanda bugüne ait bir şey okuduğumuz hissine kapılmamız bu şehir, bu sokaklar, yoksulluğun ve çocukluğun halleri aslında hiç değişmediği için değil; Yaşar Kemal her an değişen çehrelerin ardına bakabildiği, hayatın kabuğunu soyabildiği için. Çocuklar İnsandır’ı anlatırken, “öylesine sevinçliyim ki bu yazdıklarımdan… çok iyi bir roman yazsaydım bu kadar sevinmezdim. Çünkü burada verdiklerim, insanoğlunun gerçeğine bütün yaptıklarımdan daha yakın” diye coşku duymakta haklı.
Bir anlatı, eski deyişle bir “kıssa” olarak röportajı bu denli etkili, hissesini bu denli kuvvetli kılan şey gerçeğe yakınlaşma mahareti kuşkusuz. “Yaşamın özüne yaratmadan varılamayacağını” düşünen, “bal gibi edebiyattır” dediği röportajın gücünü bir “yaratma” olmasıyla açıklayan Yaşar Kemal’in röportajlarında durduğu yer de bu açıdan önemli. Röportajı kurgulanmış bir metinden ayıran nesnelliği, yazarın durduğu yer belirliyor. Vaktiyle, Truman Capote’nin bir çiftçi ailesini katledenleri anlatan uzun röportajı (soğukkanlılıkla) hakkında söylenmiş o söz, Yaşar Kemal’in birçok röportajı için de geçerli bence: “Hem hep orada, yazdığı röportajın tam ortasındadır yazar hem de olan bitene müdahale etmez.” Yaratırken bezemez, değiştirmez, kendini gösterir ama gölgelemez. En sevdiğim röportajı olan “Yanan Ormanlarda Elli Gün”de mesela, nice ardıcın, köknarın, çamın ve tadını çok sevdiği kamalağın kabuklarını keskisiyle kanatıp yalabuğunu yemiş, bundan da asla vazgeçmeyecek bir adam olarak çıkar karşımıza; sonra, “Ormancı anlamaz” der, “onun için, dünyada hiçbir şey yoluna ağaç öldürülmemelidir. Kurumuş ağaçta bir çocuk ölüsü yalnızlığı, hüznü var. Bir yalabuk uğruna bütün ormanlarımız batıyor, kuruyor.”