Gündem

Rober Koptaş: 'Gezici'ler muhafazâkar kesimle diyalog kurma yollarını aramadı

Agos Genel Yayın Yönetmeni Rober Koptaş, 'AKP, 17 Aralık sürecinde istifa ederek yeniden seçim sandığına gitmeliydi' dedi

08 Haziran 2014 14:05

Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Rober Koptaş, Gezi olaylarnda yaşananlara ilişkin yaptığı değerledirmede, "Geziciler muhafazâkar kesimle diyalog kurma yollarını aramadı. Büyük Müslüman denizinin Gezi’ye çok farklı baktığı anlaşılmadı ya da anlaşılmak istenmedi" dedi.

Koptaş, "AKP, kötü yönettiği Gezi olaylarının hemen sonrasında ve 17 Aralık sürecinde istifa ederek yeniden seçim sandığına gitmeliydi" ifadesini kullandı.

Bugün gazetesinden Fatih Vural'a konuşan Rober Koptaş'ın açıklamalarından satırbaşları şöyle:

1915 Olayları’nın 100. Yıl dönümü’ne bir yıl kala, Başbakan Erdoğan’ın taziye mesajı senin için sürpriz miydi?

Dürüst olmak gerekirse sürprizdi.Başbakan’dan bu denli yapıcı bir açıklama beklemiyordum. Elbette ki çok önemli ve tarihiydi. Dil ve içerik çok olumluydu ama hep ‘ama’larım var!

O ‘ama’lar nerede başlıyor?

İki temel eleştirim var. Bunlardan birincisi, Ermeniler’in ölümlerini ve yerinden edilmesini, neredeyse bir savaş zayiatı olarak ifade etmesi. “Bu coğrafyada, o dönemde savaştan dolayı pek çok ölüm yaşandı. Bu ortak bir acıdır. Bugüne kadar Ermeniler’in acısını görmezden geliyorduk. Şimdi bunu da ifade ediyoruz” tarzı bir ortaklık duygusunun, netice itibariyle Ermeniler’in başına gelenlerin üzerini örtmeyi amaçladığını düşünüyorum. Bu anlamda metni inkârcı da buluyorum.

İkinci eleştirin?

Ahmet Davutoğlu, 12 Aralık’taki Yerevan ziyaretinde, tehciri, ‘insanlık dışı bir kavram’ olarak niteledi. Sohbetimiz sırasında çıktı, o beyan. Ama o tehcir kararını veren İttihat ve Terakki’ye dair herhangi bir ifade yok, taziye mesajında. Eğer İttihat ve Terakki bugün yaşasaydı ve muhalefette olsaydı, eminim ki Başbakan, “İttihat ve Terakki, Ermenileri katletti” diyecekti. Tıpkı Dersim’de CHP’yle ilgili dediği gibi.

 

mayınlı alana girmek istemiyor

 

Neden İttihat ve Terakki’yi açıkça ifade edemiyor?

İttihat ve Terakki’nin yönetici kısmının önemli bölümü ile alt kadrosu, CHP’ye transfer oldu. Bir kısmı Mustafa Kemal’in etrafındaydı. Başbakan, Mustafa Kemal’i kenara koyarak, o günün CHP’sini belki eleştirebiliyor ama milli devletin nasıl kurulduğunu pek sorgulamıyor. Azınlık politikalarını eleştirmek, çok mayınlı bir alana girmek demek. Başbakan da bunu istemiyor.

Ne var o mayınlı alanda?

Bu mayınlı alana girilirse yurtdışına gönderilmiş Ermeniler’in tazminat talepleri çıkacaktır. İnsanların ellerinde tapuları ve ailelerinin öldürülmesinden kaynaklı mağduriyetleri var. Bunlar belki de büyük davaların ve başka baskıların konusu olacak. Böyle bir hesaplaşmayla karşılaşmak, korkutucu geliyordur. Netice itibariyle, 2015 ve sonrasına dair, “Mümkün olan en ılımlı açıklamaları yapalım ama bunlar hukuki sonuçlar doğurmasın, gönül okşasın. Verebileceğimizin en azını verip, alabileceğimizin en fazlasını alalım” gibi bir hesap olduğunu düşünüyorum.

 

soykırımın kabulü bir varoluş sınavı

 

Acılarının karşısına siyasi pragmatizm dikildiği sürece, Ermeniler tatmin olabilir mi?

Zor çünkü ciddi bir kopuş ve güvensizlik var. Dünyaya dağılan Ermeniler, atılacak adımları her zaman şüpheyle karşılıyor. Bu, yüzyıllık bir kopuşun ve yaşanan tecrübelerin etkisi. Ermeniler’e de çok iyi gelmiyor. Hrant Dink’in bahsettiği gibi, bir tür ‘hastalık hali’nin devamı. Her şeyi soykırımın kabulüne ve bunun sonucunda gelecek tazminat gibi adımlara bağlıyorlar ama ben bir Ermeni olarak baktığımda, “Soykırım tanınsa, ertesi gün Ermeniler ne yapar” dediğimde, kaygı uyandırıcı bir durum görüyorum.

Nasıl bir kaygı?

Sanki soykırımın kabul edildiği gün Ermeni kimliğinin varoluş nedeni de ortadan kalkacak gibi bir durumdan bahsedebiliriz ve bu çok hayırlı değil.

Mazlumluğun tükenişi anlamında mı?

Evet. Soykırımın kabul edildiği gün, mücadele de ortadan kalkacak. Kendi aralarındaki yapıştırıcı güç zayıflayacak. Bizlerin konuştuğu Batı Ermenicesi (Ermenistan ve İran dışında konuşulan Ermenice), UNESCO’nun ‘kaybolan diller’ listesine girmiş durumda. Dil kaybolduğu için kimlik de çok şey kaybediyor. O yüzden de soykırım meselesi bu kadar önemli. Çünkü tek yapıştırıcı harç! Benim ve diasporadaki bir kesimin en çok beklediği ise zihni bir dönüşüm yaşanması.

Nasıl?

Soykırımla ilgili bir beyandan daha önemli olanı; ders kitaplarında Ermeniler’le ilgili ifadelerin değişmesi. Ermeniler’in bir düşman ve hain olarak sunulmasına son verilmesi, devlet katında Ermeniler’in olması, yüz yıl önce buradan ayrılmış insanların torunlarına bazı hakların verilmesi, daha köklü değişiklikleri ima eder ve o güvensizlik ortadan kalkar. Bunlar kısmen yapılıyor. Ama daha çok Türkiye’deki Ermeniler’e yönelik yapılıyor.

 

Eski devletin alışkanlıkları sürüyor

 

Dışarıdakiler buna ne diyor?


Mesela, “Anadolu’daki iki bin kilisemize ne olacak” diyor. Örneğin Ahtamar Kilisesi’nin restorasyonu önemliydi ama müze olarak açıldığı için insanların yüreğinde tam bir rahatlama olmadı. Eski alışkanlıklar da devam ediyor.

Mesela?

Başbakan’ın taziye mesajı yayımladığı hafta, Türk Tarih Kurumu, Van’da, ‘Ermeni isyanı, Ermeni ihaneti’ başlıkları geçen uluslararası bir sempozyum düzenledi. Aynı hafta Erzurum’da bir okul kazısında, bir toplu mezar bulundu. Çıkan kemikler yoğurt kutularına konarak taşındı. Kimin olduğu araştırılmadı. Aynı hafta Ani Harabeleri’nin, Kültür Bakanlığı’nın sitesine konan tanıtımında, Ermeni kelimesi bile geçmedi. Yüzlerce olay var. Eski devletin alışkanlıklar devam ediyor.  

Böyle bir durumda da devletin inandırıcılığı sorunu başlıyor. Nasıl pozisyon alacağınızın zorluğunu yaşıyor musunuz?

Geçmişte, yekpare, total bir inkâr hali vardı. Okullarımıza çivi çakmak için bile Ankara’dan izin almak zorundaydık. Atanan öğretmenler çok sıkı kontrol altındaydı. Hepimize neredeyse gizli Asala militanları gözüyle bakan, paranoyak bir devlet bakışı içinde yaşıyorduk. 1996’da Agos çıkana kadar da bunlar ifade edilmedi. Hrant Dink bunları söylemeye başladığında, Türkiye de değişim yoluna giriyordu. Bu sorunlar daha bilinir oldu. Bugün çok daha farklı bir yerdeyiz. Ama bir yandan da devlet, Ermenilerle ilgili topyekûn barışçı bir dili oturtabilmiş değil. Bu elbette ki bir zorluk oluşturuyor. Çünkü hem Türkiye’de herkes siyasi pozisyonuna göre meseleleri yorumluyor, hem de Ermeni dünyası, her şeyi siyah-beyaz olarak algılamaya çok meyilli.

Ya siz?

Biz Agos olarak gri bir zeminde dolaşıyoruz. Gri zeminlerde dolaşıyorsanız kimseye yaranamazsınız. Kimi zaman, “Gezici” diye, kimi zaman da “AKP’li oldunuz” diye aşağılanırsınız.

Başbakan bıraktığında allak bullak olacaksak SORUN BiZiZ!

Senin için de öyle miydi? Polis şiddetinin arttığı noktada, Twitter hesabındaki mesajında, Erdoğan’ın istifa etmesini istedin.

Bu bir taşmaydı. O günün koşullarında, tavrımın siyasi yönden doğru olduğunu düşünüyorum. Bu kadar büyük bir olayı o kadar kötü yöneten bir Başbakan istifa etmeliydi. Yeryüzünden silinmesini, siyasi hayatına son verilmesini, yargılanmasını vs. gibi şeyleri kastetmiyorum. Sivil insanların ölümüyle sonuçlanan olaylara sebebiyet vermiş Başbakan’ın istifa edip yeniden seçimlere girmesi ve halktan güvenoyu alması gerektiğini kastettim. Başbakan ilk iki gün ortamı yumuşatsaydı, Gezi bu kadar büyümeyecek, bu kadar insan ölmeyecek, sakat kalmayacaktı.

O mesaja nasıl tepkiler geldi?

AK Parti’ye yakın bir yazar, özel yazışmamızda, “Sen ne dediğini biliyor musun? Başbakan istifa ederse neler olabileceğini tahayyül edebiliyor musun?” gibi bir çıkışta bulundu. Başbakan bıraktığı gün her şey allak bullak olacaksa, dönüp kendimize bakalım! Türkiye bu kadar aciz         olamaz! “Erdoğan yoksa hiçbirimiz yokuz” demek, muhafazakârlığın siyasi birikimine de ihanettir!

 

'Gezi, karşısındakiyle diyalog kuramadı'

 

Muhafazakârları hep eleştire geldikleri devletçilik tuzağına düşüren bir patoloji mi bu?

Böyle bir yönü var; ama bu ortak patolojimiz. Her şeyi ‘Biz-onlar’ penceresinden görmeye başladık. Gezi’yi savunanların önemli bölümü de, karşısındaki cenah da birbirini neredeyse düşman gibi görüyor. Ben, laik cenahı hatta kendimizi de içine katarak, Gezi’yi savunan insanları da bu anlamda eleştiriyorum.

Ne tür bir eleştiri?

Biz hâlâ kutuplaşmanın içinden bir siyaset geliştirebiliyoruz. Sadece Başbakan’a, AK Parti’nin ne yapıp ettiğine bakıyoruz. Gündemimiz bunu eleştirmek, boşa çıkarmak üzerine kurulu. Gezi gibi büyük bir toplumsal hareket, dertlerini, isyanını, siyaset önerilerini AK Parti cenahına anlatabilmeli, onlarla buluşma zeminleri yaratabilmeliydi. Sadece diğer tarafın kötü olduğunu savunarak, doğru olamazsınız! Başka boyutlarıyla belki değil ama bu anlamda Gezi başarısız oldu.

Gezi karşısındakiyle bir diyalog kurmayı beceremedi mi?

Beceremedi, diyalog kurma yollarını da aramadı sanki. Antikapitalist Müslümanlar’ın varlığı önemliydi ama onların küçük bir kitle olduğundan hareket edersek, büyük Müslüman denizinin Gezi’ye çok farklı baktığı anlaşılmadı ya da anlaşılmak istenmedi.

Burada yeni bir cemaatleşme oluştu. Bu da, toplum olmamızı zorlaştırıyor. Biz toplum olmakta geciktikçe de demokratik düşünce kökleşmekte zorlanıyor. Öyle olunca da otoriter savrulmalar yaşıyoruz. Dün laik hegemonya vardı. Bugün muhafazakâr hegemonya kuruluyor.

 

Yolsuzluk yapıldığına inanıyorum

 

17 Aralık ve 25 Aralık’ın sendeki karşılığı nedir?

Söz konusu şeylerin iddia değil, gerçek olduğunu düşünüyorum. O yolsuzlukların gerçekten yapıldığını, ortada kaynağı açıklanamayacak paraların olduğunu, bir yolsuzluk düzeninin ve çarkının kurulmuş olduğunu, AK Parti’nin adındaki aklıktan çok uzak bazı politikacılar olduğunu gördüm bu kayıtlarda.

Gezi’de söylediğin gibi, bu süreçte de Başbakan’ın istifa etmesi gerektiğini düşündün mü?

Ortaya çıkan kayıtlar elbette ki böyle bir sonuç doğrumalıydı. Başbakan’ı da içine alarak, hakkında bu kadar yoğun iddiaların olduğu bir hükümetin elbette ki istifa etmesi, kendisini temize çıkarması gerekirdi. Temizlenip sandığa gittikten sonra belki yine bir AK Parti iktidarı kurulacaktı; ama bunu yaşamamız gerekirdi. Fakat bir savaş yaşandığı algısı, bunun önüne geçti. O nedenle17 Aralık ve 25 Aralık yaşanmamış gibi hayatımıza devam ediyoruz! Bu anlamda, savaşın iki tarafı da çok kötü bir sınav verdi.

 

karpuzun nasılsa yarısı benim!

 

Gezi’yi nasıl görüyorsun?

Son yıllarda toplumu sürekli ikiye bölen Başbakan’ın, bazı sinir uçlarını kaşıyarak bir ‘muhafazakar-laik’ çekişmesi meydana getirmesi ve bunun sonucunda toplumun en az yüzde 50’sinin kendi tarafında kalacağını düşünerek bir siyaset oyunu konsolide etme çabası şeklinde gördüm.

Kutuplaştırma siyaseti ne zaman başladı?

Referandumdan sonra. “Türkiye’nin yararına siyaset geliştirmek” şiarı, AK Parti’de, “Bizim yararımıza olan, Türkiye’nin yararınadır’ şiarına dönüştü.

Devletle özdeşleşmekten mi bahsediyoruz?

Devletle, iktidarla ve milli çıkarla özdeşleşme. Bu anlayışa karşı olan herkes bir komplonun uzantısı olarak, Türkiye’nin zararına çalışan  insanlar olarak görüldü. “Karpuzun nasılsa yarısı benim. Öbür yarısı da parçalı” diyerek yapılan oy hesabı, topluma çok zarar verdi. Gezi de bunun patlamasıydı. Giderek sertleşen ve antipatikleşen bir Başbakan’ın kabul edilemediği ve bu duygudan geri dönülemeyeceği noktaya gelindi. İnsanlar bu isyanı dile getirmek için Gezi’ye gitti.

 

gri bir zeminde duruyorum

 

Başbakan’ın Gezi karşıtlığını meşrulaştırmak üzere ortaya koyduğu argümanların boşa çıkması, muhafazakâr kesimde bir sorgulamaya yol açtı mı?

“Keşke” demek isterdim ama pek öyle görmüyorum. Görüyorsun ki herkese dair hayal kırıklıklarım ve eleştirilerim var. Bu anlamda da çok gri bir zeminde duruyorum. Kimse tarafından çok kolay üzerine alınabilecek laflar değil bunlar. Ne Gezi’yi, ne de AK Parti’yi savunanlar için çok kolay. Buna Gülen Cemaati de dâhil.

Cemaat’in AK Parti’yle yaşanan kopma sonrası getirdiği en önemli özeleştiri, AK Parti ile dolayısıyla siyaset kurumuyla mesafeyi koruyamadığı yönünde. Katılıyor musun?

Soldan Cemaat’e gelen bazı eleştirilere karşı, Cemaat’in varlığını sosyolojik, dini, kültürel ve pek çok yönüyle meşru ve olumlu bulduğumu, bunun sürmesi gerektiğini söylüyordum. İşin sosyolojisine dair hâlâ aynı şeyi söylüyorum. Ama bütün bunların üzerine binen bir güç savaşı sürecinden geçtik. Cemaat’in bu alanlarla sınırlı kalmadığını, güç istediğini ve bunun için gerektiğinde sert bir kavgayı göze alabileceğini gördük. Bence bu güç isteyen tavır, en başta Cemaat’in kendisine zarar verdi, itibarından çok şey yitirmesine sebep oldu.
n Cemaat tam da burada, “Devletin aleyhinde herhangi bir kumpasın içinde kim varsa üzerine gidilmeli ve bedelini ödemeli” diyor.

Siyaseten bu açıklama doğru. Ama Cemaat’in medyasında alınan bazı tavırlara, hükümete yönelik eleştirilerde kullanılan bazı argümanlara ve zaman zaman kimlerle yan yana gelindiğine baktığımızda, orada siyasi bir tavır alış görüyoruz. Sorun da bu.