Kültür-Sanat

'Psikodrama sandalıyla yolculuk'

Geçenlerde bir İsviçre yayınevi psikoanalizin kurucusu Sigmund Freud’un başta çocukları olmak üzere aile yakınlarına yazdığı mektupları yayımladı.

01 Mart 2011 02:00


T24 - Fulya Canşen /KÖLN

Geçenlerde bir İsviçre yayınevi psikoanalizin kurucusu Sigmund Freud’un başta çocukları olmak üzere aile yakınlarına yazdığı mektupları yayımladı. Oğullarından birinin yazdığı şu sözler Freud ne kadar uğraşsa da çocuklarının O’nun gölgesinde kalmaktan kurtulamadığını göstermesi açısından ilginç; ''Bir dehanın çocuğu hep bir dehanın çocuğu olarak kalıyor. Ne yaparsa yapsın babasının ününden kurtulup kendininkini yaratamıyor. Ama ne zaman O’na ihtiyaç duysak bizi kurtarmak için kendi yarattığı zirveden hiç çekinmeden inerdi.'' Üçü oğlan üçü kız altı çocuk sahibi olan Freud iyi bir aile babası olarak anılıyorancak yine de çocukları maddi ve manevi olarak babalarından bağımsız bir biçimde yaşamayı başaramadılar. İyi bir psikolog olmak iyi bir ebeveyn olmak anlamına gelmiyor. İyi bir ebeveyn olmak da her zaman iyi çocuklar yetişebilecek demek değildir. Freud’u çocukları konusunda başarısız kılan Almanya’da hakim olan Nazi döneminin baskısından başka bir şey değil çünkü. Sürgün hayatı aile bireylerini daha sıkı bağlarla birleştirse de toplumla ilişkisini sağlıklı kurmasını engellemeye yetebiliyor.

İzgören yayınevinin okuyucu ile buluşturduğu “Üstün Dökmen’le Nehirde” adlı kitabı bir psikoloğun gözünden çizilen aile tablosunu görmek isteyenler için okumaya değer bir nehir söyleşisi. Söyleşiyi yapan Bircan Kırlangıç Şimşek’in de psikolog olması kitabı okurken insanı anlama dağarcığınızı da zenginleştiriyor. Üstün Dökmen TV programlarında olduğu gibi enerji yüklü. Geçmişini, anne ve babasını, tek çocuk ve erkek olmanın verdiği şımarıklığı, eşi ve çocuklarıyla kurduğu ilişkiyi, çocukluğunu, gençliğini, üniversite ve iş hayatını bütün çıplaklığıyla neredeyse soluk almadan anlatıveriyor. Anlatırken de Türk toplumunun yapı taşlarını analiz ediyor.

Üstün Dökmen ile yapılan nehir söyleşisinin bana göre en ilginç yanı, farklı bir röportaj tekniği kullanılması. Daha doğrusu psikodramadan yararlanarak soru cevap şeklinde kurgulanması. Bu nedenle Üstün Dökmen, bazen babası, bazen dedesi bazen de bir eşyanın yerine geçiyor. Ben Türkiye’de duyduğum psikodrama kavramı ile Almanya’da Berlin Güzel Sanatlar Akademisi’nde okurken haşır neşir olmuştum. Sanat ve psikodrama ilk bakışta birbirinden uzak görünse de aslında iç içedir denebilir. Kişiye insan bütünlüğünün her parçasını doğrudan eline alıp bütün duyularıyla hissederek onarma ve yeniden bütünleştirme olanağı sağlayan psikodrama yöntemi kişiyi aynı zamanda serüven dolu bir yolculuğa çıkarır. Kah geçmişe kah geleceğe uzanan bu yolculukta rehber, içinde bulunduğunuz anın aydınlığıdır. Yani bir nevi yeniden kurgulama, yaratma eylemi.

Bu yöntemi Alman kamuoyu en çok Yahudi soykırımını anlatan belgesel filmlerden tanır. Fransız asıllı yönetmen ClaudeLanzmann’ınShoah adlı iki bölümlük filmi örneğin sırf soru sorma yöntemi açısından izleyenlerin hafızasına adeta kazınır. Nazi soykırımı tanıkları ile konuşan Lanzmann, soru yönelttiği kişiler anılarının korkunçluğu karşısında kendinden geçse de kamerayı durdurmaz. Bu sayede film, hem kurbanlar hem de zanlılar açısından bir iç hesaplaşma ve iç dökmeye dönüşürken, gerçek olanı da gözler önüne serer.Lanzmann’ınTreblinka toplama kampında berber olarak çalışmış Abraham Bomba ile söyleşisi, hala benim hatıralarımda kare kareduruyor mesela. Yönetmen Abraham Bomba’yaYahudilerin saçlarını gaz odasına gönderilmeden önce nasıl kestiğini yine bir başkasının saçını keserken anlattırmış. Bomba, “peki saçlarını kestiklerin arasında tanıdıkların var mıydı?” sorusu karşısında duraklar, hatırladıkları boğazına düğümlenir, elindeki makasla ne yapacağını bilemez, sesi titrer, göz yaşlarına engel olamaz. Dakikalar sonra yönetmen “biz bir söz vermiştik, anlatmak görevimiz” der, bekler, bekler. Daha önce her saçı üç dakika içinde kestiğini anlatan berberin yanıtı “evet” olur. Yönetmenin “tanıdıklarını görünce ne yaptın?” sorusunu da  “onların saçlarını beş dakikada kestim” şeklinde yanıt verir. Anlatanın yaralarına merhem olurken, gerçeği olduğu gibi aktaran bu sorgulama tarzı geleceği şekillendirmeyede yardımcı olur.

Şükür ki Üstün Dökmen ile psikodrama sandalında çıkılan yolculuk acılı bir tarihle yüzleştirmiyor okuyucuyu. Renkli, neşeli ve öğretici bir hayat hikayesine tanık olmak isteyenler için biçilmiş kaftan. Biz gazetecilerin de psikologlardan öğrenecek çok şeyi var.