Gündem

Psikiyatr Arzu Erkan: Travma yaralarının uzun dönemde sarılabilmesinin yolu en çok adaletten geçiyor

Fotoğraf: Sibel Yükler

11 Nisan 2023 14:45

İstanbul Kültür Üniversitesi Psikoloji Bölümü Dr. Öğretim Görevlisi Psikiyatr Arzu Erkan, depremi insan eliyle felakete dönüştüren her şeyin kaldırabileceğimizin çok üzerinde travmatik etkiler yarattığını söyledi. Erkan’a göre, insanın ölüm acısına dayanabilmek, kayıpların yasını tutabilmek ve hayata devam edebilmek için cenaze ve vedalaşma hakkı ile onarıcı adalete ihtiyacı var. 

6 Şubat depremlerinin üzerinden iki ayı aşkın bir süre geçti. Geride kalan binlerce insan ailelerini, dostlarını, sevdiklerini, yakınlarını, hayvanlarını hiç ummadık bir şekilde yitirdi. Evleri, hatıraları, kokuları, çocukluk anıları, sokakları yok oldu. Kimisi ilk gece, çoğu günler süren bir umutla enkazların başında bekledi. Birçoğu cenazesini bulabildiğiyle avunup hızlıca defnetmek zorunda kaldı. Bazılarının vedalaşma fırsatı hiç olamadı… Hâlâ yüzlerce “kayıp” yakını, kimsesizler mezarlığı ile DNA eşleştirmeleri arasında umutla gidip geliyor. Arzu Erkan, yaşananların etkisini, yas sürecini anlattı:


Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

Depremin üzerinden iki ay geçti ama hâlâ enkaz altından cenaze çıkarıldığını görüyoruz. Aslında ilk günlerde de cenazeler en büyük yaralardan biriydi. İnsanların büyük kısmı apar topar defnedildi. Cenaze işlemi yapılamayanlar, dinî ritüellerine göre gömülemeyenler oldu. Teşhis edilemeyenler topluca defnedildi. Aylardır aradıkları “kayıp” yakınlarını kimsesizler mezarlığında bulanlar var. Bütün bunlar ne hissettirir?

Evet, neredeyse iki ay geçmesine karşın depremden canlı kurtulduğuna inanılıp hâlâ kendilerinden haber alınamayanlar, hastane hastane, kent kent arayıp, “kimsesizler” mezarlarını açtırıp DNA testi yaptıranlar, değil cenazelerine; naaşlarına dahi ulaşılamayanlar var. Düne kadar birilerinin kimsesi, canı ciğeri olan, geride kalan kimselerinin onları arayıp da bulamadığı insanları topluca defnedip “kimsesiz” diye işaretlemelerinin çok can yaktığını biliyoruz. Canlı kurtulması için günlerce mücadele verip en nihayetinde naaşlarına ulaşınca sapasağlam kurtulmuş gibi sevinenlerin yaşadıkları ortada. Halen hiç arama kurtarma yapılmayan enkazlar altında çıkarılmayı bekleyen ölü bedenler olduğuna dair bulgular olmasına karşın, yakınlarının enkaz başında çaresizce beklemek zorunda bırakılmaları karşısındaki yaşadığımız üzüntü, öfke, isyan ve çaresizlik hislerimizin, geride kalanın suçluluğunun tarifi yok. Bunlar bir insanın hayatında başına gelebilecek en dehşet verici, en acı deneyimlerden.

Sanki temel bir hak değilmiş gibi pek fazla dillendirilmiyor ama cenaze hakkı ölüye saygı için, vedalaşma hakkı da kalan için neden önemlidir?

Antik çağlardan günümüze, insanın ölüm acısına dayanabilmek için oluşturduğu ve sürdürdüğü her kültürün kendine özgü ritüelleri var. Bunlar kayıplarımızın yaslarını tutabilmemizi ve hayata devam edebilmemizi kolaylaştırıyor. Bu törelere yaraşır ve kişilerin arzu ettiği biçimde bir cenaze töreninin gerçekleşmesi ölen ve yakını için bir hak. Hatta ölenin gömülmesine izin vermeme, Antik Yunan tragedyalarında dahi rastladığımız bir cezalandırma biçimidir. Hem gideni hem geride kalanı cezalandırır.

Pandemi sürecinde, seyahat yasaklarının olduğu zamanlardaki ölümlerde de benzer durumlar yaşandı. İnsanların yakınlarıyla usulünce vedalaşamamaları, son görevlerini diledikleri gibi yerine getirememeleri, olağandışı koşullarda, cemaatler içinde değil; neredeyse yapayalnız bir şekilde yakınlarını toprağa vermeleri son derece örseleyici olmuştu. Cumartesi İnsanları’nın yıllardır mücadelesini verdikleri de budur. Hayattan koparılan yakınlarının; hiç olmazsa naaşlarına kavuşabilmek, kendi gelenek görenek ve inançlarına uygun olarak cenaze törenlerine hazırlamak ve defnedebilmek için; yaslarını tutabilmek için, hakikat için, adalet için amansızca mücadele eden; artık "sadece bir mezarları olsun", hatıraları huzur bulsun isteyen tüm kayıp yakınlarının yaslarına ve haklı taleplerine sonsuz saygı duyulmalı.


Fotoğraf: Sibel Yükler

Peki ya hatıralar? İnsanlar yakınlarını, sevdiklerini kaybettikleri kadar hatıralarını ve izlerini de kaybettiler. Enkaz başına, “Bütün ailemi kaybettim, son kalan anılarımı almak istiyorum” yazanlar, ağır hasarlı evine binbir risk alıp girdikten sonra sadece bir fotoğrafı sırtlanıp çıkanlar oldu. Geride sevdiklerinden ve geçmişinden iz kalmayanlar ne yapacak?

Eşyalar, fotoğraflar, anılar; kayıplarımızla bağlantıda kalmamızı, hafızamızı canlı tutmamızı, bir nebze olsun teselli bulmamızı, yasımızı kolaylamamızı sağlayan önemli unsurlardır. Cenaze törenlerinden sonra geride kalan yakınlarının, ölen kişinin kendilerince anlamlı bir sembol olan bazı kişisel eşyalarını aralarında paylaştıklarını (bir çerçeve, saat, kalem, dikiş makinası, çakmak vb.), hatta örneğin yurtdışında olan bazı yakınlarına verilmek için hatıralar alıkonulduğunu biliriz. Geri kalan eşyaları dağıtılsa da bazı eşyalar yadigâr olarak saklanır. İşte bu yadigârlar olmadığında da kayıpla baş etmek iyice çetinleşiyor. Burada imdada anıları yazmak, birbirine anlatmak, bir ezgiye dönüştürmek, mektuplar yazmak, tanıyanların bir araya geldiği anma toplantıları yapmak, bazı yadigârları birbiri ile paylaşmak, özel günlerde, yıldönümlerinde buluşmak, ölen adına bir fon, burs ya da onun hatırasını yaşatacak bir girişimde bulunmak; bir fidan dikmek, onun sevdiği yemekleri yapmak , müzikleri dinlemek ya da şehirleri gezmek gibi yöntemlerle, yitirilen ile bağı belli ölçüde sürdürmek mümkün olabilir.

Buna mekân ve kent hafızası da dahil midir? Doğup büyüdükleri sokakları, geçip gittikleri yolları, sevdikleri mekânları, aşina oldukları evleri de yitirdi insanlar. Bazen kendi hesaplarında o günlerin, mekânların, sokakların eski fotoğraflarını paylaşanları görüyorum. İnsanlar neye ihtiyaç duyuyor

Kesinlikle dahildir. Sadece canlıları değil, bizim için anlam taşıyan neyi yitirirsek yitirelim, bunun da yası olacaktır. Kentlerin tarihi, dokusu, kültürü, insanı, sesi, iklimi, kokusu; bizler için taşıdığı anlamlar, bağlamlar, hatıralar, hayaller hepsi çok fazla anlam taşıyor. İnsanlar bu bağlarını ve anlamını korumak istiyorlar. Tarih boyunca defalarca deprem, yangın, sel ya da savaşlar nedeniyle tarumar olan yerleşimlerin, yapıtların yerine biteviye yenilerinin inşa edilmesi boşuna değil. Bölgeye akın akın desteğe gidenlerin ve bölge sakinlerinin kenti yeniden inşa etme arzuları, esnafı yeniden faaliyete geçirme, üretme, dayanışma, üleşme, sanat ve festivaller aracılığıyla hem bağ kurma hem hafızayı diri tutma hem de hayatı yeniden örme çabaları ihtiyaçlara da işaret ediyor.

Sözlükte “ceset” ve “naaş” aynı anlama gelse de çağrışım olarak “değer farkı” hissettiriyor. Cenaze için gereken koşullar da depremde ne yazık ki çoğunlukla sağlanamadı. Bölgedekilerin “ceset” ifadesini ya da “sokaklarda hâlâ koku var” gibi cümleleri ilk günden bu yana bazen nezaketle bazen sertçe uyardığını okuyorum. Ne düşünüyorsunuz?

Yaşanan depremi insan eliyle felakete dönüştüren her şey, kaldırabileceğimizin çok üzerinde travmatik etkiler yarattı. Ölenin de bir mahremiyeti, hakları ve onuru olduğu muhakkak. Acılı yakınlarının da… Ceset “insan ölüsü” demek. Üzerinde biraz düşününce, ne kadar soğuk ve acımasız geliyor! Genelde cinayet sonucu ölü bulunanlar ya da nedeni henüz belirlenmeyen ölüler için kullanılmasına aşinayız. Sanki sahipsiz, kimliksiz biri… Biri bile değil, bir nesne… Naaş ise ölen kimsenin bedeni. Yani bir kimse. Ölse de hâlâ bir kimse! Cenaze ise “ritüellere uygun bir şekilde hazırlanmış; örneğin kefenlenmiş, tabuta konulmuş bir naaş ya da ölüyü gömme töreni” demek. Bakınız, ceset değil…

Vurguladığınız gibi, ne kadar farklı anlamlar ifade ediyorlar… Ölümle ilgili konuşmak genelde zor gelir. Kimimiz kaybettiğimiz insanların hatıralarına kıyamaz, “öldü” demekten bile kaçınarak “vefat etti” ya da “hayatını kaybetti” deriz. Kimine “başın sağ olsun” demek zor gelir. Ne diyeceğini, geride kalana nasıl destek olacağını bilemez, bocalarız. Kimisi belki de yaşananların ağırlığına yabancılaşarak incitici bulunabilecek tabirler kullandı. Kimi de farkını bilmediğinden, düşünemediğinden, ağız alışkanlığından kullanır. Ölüm ve acılar karşısındaki çaresizliğimize deva olacakmış gibi ne çok sözcük türetsek de ne kadar dikkat etsek de dil yâresi kaçınılmaz olabiliyor.

“Depremden en çarpıcı kareler”, “en acı görüntüler” paylaşılması ya da dramatik fon müzikleri kullanılması acıyı romantize etmek değil midir, neye neden olur?

Dramatik ögeler ön plana çıkarılarak, estetize, romantize edilerek yaratılan şiddet pornografisi hat’rına(!) tepki uyandırmaya koşullamak, sistematik bir biçimde hepimizi etkisi altına alan diğer travma/şiddet türlerinin hafife alınması ve kanıksanmasına neden oluyor. Travmatik yaşantıya dair görüntüler ve ayrıntılar ne denli sık ve ne kadar uzun süre ekrana gelirse etkileri o oranda artar. Dehşet içeren ayrıntılar dillendirildikçe, görüntüler tekrar tekrar paylaşıldıkça, felaketleştirici yorumlarla pekiştirildikçe etkinin boyutları daha da tehlikeli bir hâl alır. Bu, etkiye tepki olarak travmatik yaşantının artan dozlarda günlük yaşamın sıradan parçasıymış gibi kanıksanmasına neden olur.


Fotoğraf: Sibel Yükler

Bahsettiğiniz tehlike nasıl bir duyarsızlığa neden olur? “Başkasının acısına bakmak” burada devreye girer mi?

Deprem sonrası görüntüleri estetize etme çabaları, “acı eşiğini” yukarı çeker ve “o kadar sansasyonel olmayan” görüntülerin veya daha az “dramatik” görülen travma yaşantılarının bir süre sonra göz ardı edilmesi, bunlara duyarsızlaşılması veya inkâr edilmesi gibi sonuçlar doğurur. Ne yazık ki duyarlılık eşiği gitgide yükselir; dram, dehşet içeren görüntü ya da kurgular olmadıkça toplumsal duyarlılık oluşmamaya, hatta duyarsızlık gelişmeye başlar. Bu travma hiyerarşisi, kişilerin hak kayıplarına uğramasına neden olur. Ayrıca insanlık onuru ile bağdaşmaz. Kendinden kötü şartlarda olan insanlara bakarak kendi haline şükretmeyi salık veren, insanları sürekli bir biçimde birbiriyle kıyaslayan bir kültürümüz var. Bunun yanı sıra yatay olması gereken dayanışma bizde dikey ve asimetrik olan bir yardım ve hayırseverlik olarak görülüyor. Bu kıyas ve hiyerarşi alışkanlığından uzaklaşmamız, eşitlikçi ve kapsayıcı bir bakış açısına erişmemiz gerekiyor.

O zaman malum soruyu size de sormak isterim. Fotoğrafların dili var mıdır?

Olmaz olur mu? Dil, yazı, görseller, müzikler, kurgular, hepsi duygu ve düşüncelerin ifade biçimi, yaşananlara tanıklık ve iletişim aracı. Biri diğerine yeğ denemez. Kimi zaman bunların birbiri yerine kimi zaman da bir arada kullanıldığını görürüz. Olağan koşullarda bunu konuşuyor olmazdık sanırım. Ancak bazı şeylerde öne atılmak için acele etmemek, yas sahibinden rol çalmamak gerekir. Her şeyin bir yeri, zamanı, usulü, yolu yordamı, bağlamı var. Depremin yıldönümünde paylaşıldığında olağan karşılanabilecek ve anlamlı gelebilecek bir paylaşım depremin ilk haftasında yapıldığında uygunsuz kaçabilir, örseleyici olabilir. Enkazda hâlâ canlı insanlara yardım ulaştırmaya çalışmakla seferber olmak dururken, malum deprem görüntülerine alelacele söz dizen, müzik giren gazete ya da haber kaynakları, acıları bir tüketim aracına dönüştürme, toplumsal gerçeklikten kopma riski taşır. Yakışıksız ve saygısızca algılanabilir. Geri adım atan, hatalarını kabul eden, hassasiyetlere saygı gösterenlerin tutumlarınınsa iyileştirici ve dönüştürücü olduğunu söyleyebilirim. Yas dönemlerinde ölenlerin hatırasına ve geride kalan acılı yakınlarının yasına saygı duymak asgarî insani sorumluluğumuzdur.

Yetkililer ve sorumlulara gelince... Bütün bunları yaşamış insanlara “deprem kurbanı” olarak yaklaştı. Bu “kurban” denilen hadiseye, “kaza kurbanı” ve “cinayet kurbanları”ndan da aşinayız. Her kurbanın bir de “kaderi” var. Örneğin Soma katliamında olduğu gibi.

Kaza oluyor ama “trafik canavarı can alıyor”; kazazede oluyoruz. Deprem can alıyor, depremzede oluyoruz. Fıtratımızda(!) kurban gitmek var, bunlar da yetmezse olmayan savaşın “şehidiyiz.” Maruz bırakılan değil de maruz kalan; mağdur edilen değil de mağdur olan oluyoruz hep. Sorumlu ya biziz ya gizli özne. Asla onlar değil! “Öldürülen” diyoruz hep değil mi; “failin öldürdüğü” demek yerine… Cümle içinde bile faile vermiyoruz sorumluluğu. Maktûl edilgen bir özne olarak zihinlerde yer alıyor. Mağdur suçlayıcılık bu! Kültürümüzde de var. Sorumluya işaret edememek, hesap soramamak, otoriteyle çatışmaktan kaçınmak, gözümüze kestirdiğimize yüklenmek, bir tekme de biz atmaktan geri durmamak, hükmümüzün geçtiğine nutuk çekmek… Bu ifade biçimi o kadar yerleşmiş ki dilimize (zihnimizin aynası), diğer türlü ifade edince okların hedefi haline getiriliyorsunuz: “Depremde on binlerce insan öldü” değil, “öldürüldü” derseniz tüyler diken diken. Oysa mağduriyetlerin önlenmesi, suçu da sorumluluğu da öznesine iade etmekten geçiyor.

Bu bahsettiğiniz durum insanların bir de adaletsizlikle karşı karşıya kaldığını gösteriyor. Arama kurtarmanın geç gelmesi, sevdiklerinin ölüme; kendilerinin de “kaderine” terk edilmesi, sorumluların hesap vermemesi ya da çadırsızlıka sınanmak gibi... Bunlar kısa ve uzun vadede hangi duyguların ortaya çıkmasına neden olur?

Travma yaralarının uzun dönemde sarılabilmesinin yolu en çok adaletten geçiyor. Hele de insan eliyle travmalarda, ihmâllerde adaletin gerçekleşmesi insan için en sağaltıcı unsurlardan biri. O binalara izin veren siyasi otoriteden, yerel yönetimlerden, kalitesiz mal satana, deniz kumu taşıyana, işçisine kadar herkesin, “Bunu yapmamalıyız” demesi gerekirdi. Dolayısıyla bütün sorumluların yargılanması ve emsâl teşkil eden sonuçların toplumu dönüştürecek nitelikte lanse edilmesi gerek. Bir kişi bile sorumluluk üstlenmedi, tek bir kişi istifa etmedi. Bu hepimiz için yaralayıcı. Bunların tekrarının olmayacağının temini, insanın iyileşmesi için bir alan açıyor. Travmayı geride bırakabilmek; travmanın tekrarının olmayacağını, güvende olduğunu ve olacağını bilmekle; yaşadığı travmanın etkilerinin anlaşılmasıyla duyulmak; görülmek, anlaşılmak, gözetilmek, desteklenmekle; sağlıklı, güvenli bağlar kurabilmekle mümkün. Adalet, saygı ve ihtiyacını gözetme olmadığında insan çok yaralanıyor, iyileşmesi güçleşiyor. İyileşmek için onarıcı adalet şart!

Peki bütün bunların sonunda zaman her şeyin ilacı mıdır? Acı ve yas, yukarıda da saydığımız onca kaybın içinde nasıl yayılır, nasıl sağalır? Bu travma atlatabilir mi?

Herhangi bir soyut ya da somut kayba, hüsrana ya da değişikliğe verdiğimiz/veremediğimiz tepkiler dizisidir; yas tepkisi. Yas tutulur, içinden geçilir, çözümlenir, işlenir, bırakılır, dönüp dönüp yeniden yaşanır… Acılarımız, kaldırabileceğimizin üzerinde ise kaybımızla baş etmek zorlaşır. Yas evlerindeki tören, dinsel ya da bireylere özgü ritüeller, cenazenin muhafazasından, cenaze törenlerine, yemek ikramlarına, yedisi, elli ikisi, sene-i devriyesi gibi tarihlerde yapılan buluşmalardan, cenaze sahibinin hangi giysileri ne kadar süre giyeceğine kadar pek çok ritüel, kayıp yaşayan kimselerin yas işini kolaylamasına hizmet eder.

Özel günlerde, yıldönümlerinde yas küllenir. Kalabalık gruplarca kutlanan özel günler ve bayramlar yas tutmanın dönüm noktasıdır. Zaman tek başına yeterli gelmez. Belki uyuşuruz, belki hafifler, belki alışırız. Bu, zamanı nasıl geçirdiğimiz, yasımızı tutmamızı ve travmatik etkileri onarmamızı sağlayacaktır. Yası sanatsal yaratıcılıkla telafi etmek, teselli bulmak, avunmak, ürettikleri ya da yası yaşama biçimi ile başkalarına ilham olabilmek mümkün. Böyle büyük ölçekte kayıplardan sonra tüm toplumun yasa boğulduğunu, olağan hayata dönmenin kolay olmayacağını tahmin etmek güç değil. Pek çoğundan söz ettiğimiz olanaklara ve ilişkilere sahip olup olmamamız çok belirleyici.

Aslında deprem bölgesindekiler meseleyi toplumsal anlamda kavramak, acıyı ortaklaştırmak için kolektif yas çağrısı yapmıştı, pencerelerde yakılan mumların sebebi bu. Kolektif yas da sağaltır mı?

Kayıp bir kişilik değil ki yas bir kişilik olsun. Sosyal varlıklarız. Anlaşılma, bağ kurmak neredeyse hayatî ihtiyaçlarımız. İlişkide kaybettiğimizi ilişkiyle yerine koyuyoruz. İnsan insanın zehrini alırmış, yas da öyle. Birlikte tutulunca içinden geçmek mümkün. Her akşam pencerede bir mum yakma hareketini çok anlamlı buluyorum, gönülden destekledim. Küresel bir yas bu. Acıyı paylaşacak, birbirimizin çaresi olacağız. İçinde yaşadığımız zor süreci toplum olarak iyi en az zararla atlatmak için neler yapmamız gerektiğine dair daha çok şey söylenebilir: Şefkat, anlayış, saygı ve sabır önemli. Bunlar zaten her zaman hepimiz için gerekli. Kayıplarımızı unutmayacak, adalet ve hakikat peşinde koşacak, dayanışma çemberi içerisinde yaralarımızı birlikte saracağız.