14 Mart 2013 10:11
Prof. Dr. Baskın Oran, milliyetçiliğin devam etmesinin mümkün olmadığını söyleyerek, "Niçin doğuyorsa, onun için ölüyor milliyetçilik" dedi.
KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır da "Türkiye'de yaşanan milliyetçilik eğitimden hukuka devlet eliyle beslenen ve tüm bireylerde olan bir ezberden ibaret" diye konuştu.
Prof. Dr. Ayşe Kadıoğlu, milliyetçiliğin her devirde var olmasının nedeni olarak, diğer tüm ideolojilerle yan yana gelebilmesini ve işbirliği yapabilmesini gösterdi.
Taraf gazetesinde "Milliyetçilik dönüşüyor mu, ölüyor mu" başlığı altında yayımlanmaya başlayan yazı dizisinin ilk bölümünde, Prof. Dr. Baskın Oran, Bekir Ağırdır ve Prof. Dr. Ayşe Kadıoğlu yer aldı. Taraf gazetesinde yer alan görüşler şöyle:
Günün dünyasında milliyetçilik çok değişik tartışmaların konusu. Kimine göre, milliyetçilik artık ulus devletlerin son haykırışı, kimine göre küreselleşen dünyada ayakta kalmanın tek ve geçerli yolu. Bu nedenle de yaşayacak. Türkiye’de ise “ulusalcılık-milliyetçilik”, “ulus-millet” kavramları etrafında dönen bir diğer tartışma ekseni daha açıldı.
Kavramlar havada uçuşurken, başlayan müzakere süreci tartışmayı daha da “yakıcı” bir hale getirdi. Bugün Prof. Dr. Baskın Oran bu hassas noktayı anlattı. Devam da edecek. Bekir Ağırdır, milliyetçiliğin dönüşen biçimini literatüre taşıdığı “lümpenleşme” kavramı ile tarif etti. Prof. Dr. Ayşe Kadıoğlu da milliyetçiliğin diğer ideolojilerle nasıl yan yana gelebildiğine değindi.
Prof. Dr. Baskın Oran: Artık milli burjuvazi yok
En başından başlayalım. Milliyetçilik nedir? Örneğin Hunları, eski Türkleri, onların ayrılmaz müttefiki Moğolları, bir milliyetçi olarak sahiplensek ve övünsek de onlara “milliyetçi” diyemeyiz değil mi?
Milliyetçilik de 18. yüzyılın sonunda doğmuş, 19. yüzyılda gelişmiş bir ideolojidir. İnsanlık doğduğundan bu yana, insan gruplarını bir arada tutmak için icat edilmiş olan ideolojilerden bir tanesidir. Ve 18. yüzyılın sonunda doğmuştur. Daha önce, avcılık ve toplayıcılık döneminde (klan toplumu) Ataların Ruhu kavramı bu birleştirmeyi üstlenmişti. Orta Çağ’ın tutunum ideolojisi de, yüce sadakat odağına Tanrı’yı yerleştirmiş olan dindi.
Daha geniş bir alanda ticaret yapmak isteyen burjuvazi ile daha geniş topraklar isteyen kralın koalisyonu sonucu feodalite tasfiye edilince, Mutlakiyetçi Monarşi kuruldu. Ulus bu siyasal yapı içinde 16. yy’ın sonundan itibaren doğdu ve gelişti. 1789’da burjuvazi, kralı tasfiye etti ve “ulusal devlet” denilen şeyi kurdu. Ulusal devlet, egemenliğin kaynağını ulus olarak belirleyen devlet türüdür. Bu kavram, Türkiye’de eğitim eksikliği yüzünden ulus-devlet’le karıştırılır ve bir sağırlar diyalogudur gider. Ulusal devlet, 1789’a tarihlenir. Oysa ulus devlet, 19. yy’ın son çeyreğine tarihlenir. Ulusal devlet, ulus devleti kurarak etrafına dikenli tel çekmiştir. Şöyle ki: 1) Burjuvazi tek başına değildir kıtada. Başka burjuvaziler de vardır. Onlarla emperyalist rekabet edebilmek lazımdır, bunun için de bütün ulus’u, sınıfsal (o sırada işçi hareketi doğmuş) ve etnik farklılıkları silerek, “birlik ve beraberlik içinde” arkaya almak gerekir; 2) Feodal dönemden kalma azınlıkları asimile etmek gerekmektedir.
Demek ki, ulus devletin tanımı şu: Milletini tek kimlikli sayan devlet türünün adı ulus devlettir. Tek bir etno-dinsel kimlik kabul ediyor. Ve onun altındakileri asimile ediyor.
Ama o kadar kolay olmuyor değil mi?
Tabii, çünkü gerçek böyle olmadığı için yani bu gerçek olmadığı için, tek kimlikli değil, çok kimlikli olduğu için onu tek kimlikli yapmak için iki yönteme başvurur ulus devlet: Asimilasyon ve etno dinsel temizlik... Yani asimilasyon yapmaya gözü kestiklerine asimilasyon, gözünün kesmediklerine ise etno dinsel temizlik...
Şimdi Türkiye’ye gelirsek; Batı Avrupa’da önce millet doğdu. 16. yy’dan itibaren, o da ulusal devleti doğurdu 1789’da... Ondan sonra ulusal devlet, hem içindeki azınlıkları eritebilmek, hem de dışardaki burjuvazilere karşı kendini koruyabilmek ve emperyalist mücadele yapabilmek için ulus devleti doğurdu. Bizde ise önce ulus devlet ortaya kondu ve kendi ulusunu icat etmeye girişti.
Yani Türkiye, ulusal devlet olmadan, ulus devlet oluşturmaya girişiyor, by pass diyebilir miyiz buna?
Evet by pass... Türkiye ulus devletini kurdu. Ulus devlet de ulusunu kurmaya girişti. Fakat ulusunu kurmaya girişirken, tek kimlikli bir ulus amacını güderken, azınlık milliyetçiliğini kaşıdı. Ve Kürt milliyetçiliği ortaya çıktı.
İki yol var dediniz, asimilasyon ya da etnik temizlik...
Asimilasyon gözünün kestiğine yapıldı. Yani Türk olmayıp da Müslüman olanlara. Hâlâ tutunum ideolojisi din olduğu için... Onları asimile etmeye girişti. Başta Rumeli göçmenlerine. Boşnak, Pomak bunların Türklükle ne ilgisi var. Ama ne fark eder, Ortaçağ’da etnik kavram yok. Dinsel bir tutunma ideolojisi var. Dolayısıyla bunlar asimile edilebildi. Mesela Boşnak federasyonu feci bir bildiri yayınladı, Boşnakça yayın yapılması üzerine. Biz istemiyoruz, biz Türküz dedi. İşte bu asimilasyon...
Benimsedi yani?
Tabii düşünsenize buraya gelince milleti hâkime oldu. Ama Kürtlerin bir kısmı asimile edilebildi, bir kısmı edilemedi.
Peki ama neden?
Bir kere sayıları çok fazla. Coğrafi olarak ulaşılması zor yerlerde oturuyorlar. Türkiye’nin geri kalan kısmına göre farklı bir üretim biçimi içindeler. Kapitalist versus feodalizm...
Üretim biçiminin içine giremiyorlar...
Almıyorlar, bilinçli olarak alınmıyorlar. Bir de en önemli olarak, Kürtler otokton... Yani göçmen değil. Otokton şudur: Bir devlet kurulmadan önce orada bulunan halka “otokton” denir. Bir devlet kurulduktan sonra oraya gelen halka “göçmen” denir. Yani 1923 değil, 1299’dan bahsediyoruz. Dolayısıyla burada otokton olanlar şunlardır: Gayrimüslimlerden Ermeniler ve Rumlar... Yahudiler değil, Yahudiler göçmen. Şimdi geçen gün bir profesör arkadaşımız da söylemiş: Milliyetçilik ölmez, diye. Türkiyelilik için “bidon kavram” diyor. Peki ama İzmirlilik, Erzurumluluk oluyor da, Türkiyelilik niye olmuyor. Türk’ün karşılığı English, Türkiyeliliğin karşılığı British. Şimdi gelelim milliyetçiliğe...
Milliyetçiliğin neden istikbali yok?
Çünkü milliyetçilik Avrupa’da 1789’da burjuvazinin iktidara gelmesiyle tutunum ideolojisi oldu. O burjuvazi milli burjuvaziydi. Türkiye’de cumhuriyeti kuranlar, o milli burjuvaziyi devletle inşa etmeye çalıştılar. Daha İttihat ve Terakki’den geliyor bu. Onlar da müslüman tüccarı inşa etmeye çalıştılar. Bedava arsa, gümrük muafiyetleri falan. Aynı şeyi Kemalistler yaptılar. Milli burjuva oluşturmaya çalıştılar. Bu arada işçi sınıfının güçlenmemesi için “halkçılık” politikası. “İmtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz” diyerek. Ama artık milli burjuvazi diye bir şey yok. Sermaye uluslararası. Kemalizmin kurmak istediği burjuvazi milli mi? Artık sermaye uluslararası, küreselleşme denilen de bu. Milliyetçiliğin devam etmesi artık mümkün değil. Niçin doğduysa, onun için ölüyor milliyetçilik.
Her fani gibi ölümü tadacak yani?
Evet... Doğduğu için ölüyor, ölecek. Ama sönen her ateş gibi bol duman salıyor...
Başbakan’ın “Biz milliyetçiliğin her türlüsünü ayaklar altına aldık” sözleriyle başlayan tartışmanın üç boyutu önemli bana göre.
Birincisi, Cumhuriyet’in ve ulus devletin inşası tek kimlik üzerinden gelişti. Şimdi devletin zihniyetinin, yapılanmasının, hukukunun kimlikler üstü veya çok kimlikli hale dönüşmesini tetikleyen, bu değişimin işaretlerini veren bir boyutu var. Ki bu değişim devlet zihniyetinde ve Kürt meselesinin çözümünde kilit taşı bir fonksiyonu ima ettiği için son derece de önemli.
Yenilenme üretimi şart
İkincisi, kamuoyu çok fark etmemiş ya da önemsememiş olsa da milliyetçiler içinde milliyetçi ideolojinin yenilenmesi tartışması var. Hem ülkede farklı etnik kimliklerin varlığını artık kimse tartışmadığına göre hem de sıcak çatışma evresine geçmiş, kültürel kutuplaşmayı derinleştirmekte olan bir Kürt meselesi yaşayan ülkenin milliyetçilerinin bu meseleyi nasıl analiz ettikleri, çözüm önerilerinin ne olduğu oldukça önemli. Kaldı ki ulus devlet modeli tüm dünyada değişime zorlanırken, değişen gündelik, siyasi, ekonomik ve sosyal hayatın yeni zihin haritaları soluyla sağıyla tüm sanayi toplumu ideolojilerini de değişime zorlarken, Türkiye’nin milliyetçilerinin bu tartışma dışında kalmaları düşünülemez. Kürt meselesinin girdiği yeni aşama ve yeni anayasa süreci bir arada milliyetçi siyasetin bu iç tartışmasını zaman baskısı altına alıyor. Bu açıdan bakınca eğer milliyetçiler kendi ideolojilerinde ve siyaset tarzlarında yenilenme üretebilirlerse bir aktör olarak var olmaya devam edecekler, aksi halde giderek küçülmek zorunda kalacaklar.
Üçüncü boyut ise toplum ve sade vatandaş içindeki milliyetçi fikir ve duygulara dair bir boyut. Türkiye’de milliyetçilik, eğitimden hukuka devlet eliyle beslenen ve tüm bireylerde var olan bir ezberden ibaret. Bu ezber “Türkün Türk’ten başka dostu yoktur” düsturunda, tüm dünya Türkiye’yi bölmek istiyor paranoyasında vücut buluyor.
Eğitimsizliğiyle, meslek sahibi olamamasıyla, kentleşememesiyle, hukuka inançsızlığıyla, kendinden farklı olana güvensizliğiyle, kendine özgüveni düşük bireyler edinemedikleri, ulaşamadıkları, başaramadıklarına gerekçe olarak ötekileri görmeye başlıyorlar. Hayatı kaçırmakta oldukları duygusuyla sabırsızlar bir yandan, diğer yandan da emek ve çaba harcamadan daha kolaycı yoldan hayallerine ulaşmak istiyorlar. Gündelik hayatın karmaşıklığıyla kendi dertlerini çözemedikçe ve olan biteni anlamlandıramadıkça endişe duyguları da çoğalıyor. Bugünün hızlanan gündelik hayatın ritmi içinde herkeste olan bu endişe duygusu siyaset ve medya eliyle korku politikalarına doğal zemin oluşturuyor.
Kendini solcu sananlar da bunun içinde
Bu duygu haline giren bireyler fikir yerine sloganlara, umut yerine korkuya, sevgi yerine nefrete, serinkanlılık yerine öfkeye, somut kazanımlar yerine soyut böbürlenmelere daha gönüllü hale geliyorlar. Lümpenleşme bir fikri akımın değil tam da bu duygu halinin adı bana göre.
Yalnızca ülkücü ya da milliyetçilerden de oluşmuyor, aralarında kendini hâlâ solcu sayanları bile çokça var. Yalnızca eğitimsizlikleriyle öne çıkıyor değiller, gazetelerde, ekranlarda da bolca örnekleri var.
Şimdiye dek ne siyaset ne de medya lümpenleşme üzerindeki paylarını sorgulamışlardı. Şimdi Kürt meselesi ve yeni anayasa gibi çok kritik bir virajda yalnızca siyaset ve medyanın değil üniversitelerden başlayarak ülkenin entelektüellerinin de bu hali, üretmekte olduğu ve gelecekte üreteceği toplumsal sorunları düşünmek zorunda kalacaklarını umuyorum.
Milliyetçilik ideolojisini diğer ideolojilerden ayırt eden bir özellik var. O da şu: Milliyetçilik diğer tüm ideolojiler ile yan yana gelebilir, işbirliği yapabilir. Böylesine her şekle girebilen bir ideolojidir. Her daim var olabilmesinin arkasında da bu özelliği vardır. O yüzden milliyetçiliğin muhafazakârlıkla olduğu gibi, liberal düşünce ile ve hatta sosyalist düşünce ile de yan yana gelebildiği durumlar var. Gerek tarihte gerekse bugün Avrupa’daki sosyalist akımların da milliyetçiliğin etkisinden uzak kalamadığı dönemler var.
© Tüm hakları saklıdır.