27 Temmuz 2021 13:24
Koç Üniversitesi Öğretim üyesi Prof. Dr. Murat Somer, Türkiye'de faaliyet gösteren bazı medya kuruluşlarına yabancı ülkelerden fon sağlandığına dair haberlerin ardından başlayan tartışmalara ilişkin olarak, "Günümüz Türkiye’sinde yabancı fon kullanan bağımsız medyayı eleştirirken ne yapılıyor? Yurtdışı kaynaklı fon kullanan kuruluşları eleştirenler, farkında olarak veya olmayarak aslında demokrasinin çok önemli bir temelini de zedeliyor. Aynı zamanda Cumhuriyet’in ister başarılı ister başarısız bulalım, en önemli hedeflerinden birini yok sayıyor: özgür iradeye ve vicdana sahip özerk ve onurlu vatandaşlar." düşüncesini dile getirdi. Somer, "Bunun yanı sıra ülkemizde maalesef her kesimde oldukça yaygın olan otoriter bir inancı yansıtıyorlar. Buna göre bir insanın projesine veya fikrine maddi destek sağlamak o projenin sahibi olmak ve o insanın patronu olmak demektir. Aynı şekilde bir kişi tarafından bir göreve atanmak atayanın emri altına girmek demektir; atayan da atananı keyfine göre görevden alabilir. Bu kanaatler insan onuruna ve demokrasiye aykırıdır." yorumunu yaptı.
Somer Politikyol'da yayımlanan yazısında şunları kaydetti:
"Başka mecralar yanında Medyascope’un programlarına 2016 yılından beri düzenli olarak katkılar sağlamaya çalışıyorum. Bu dönem boyunca hiçbir editoryal kısıtlamayla karşılaşmadım. İlk çağrıldığımda tabii kendi imkânlarımla gittiğim stüdyoyu bulmakta zorlanmıştım. Çünkü o zamanlar oto sanayinin içinde tamirciden bozma bir stüdyodan yayın yapıyorlardı. Orada çoğu üniversite öğrencisi ve gönüllü genç gazetecilerle konuşmak bana (o dönem hala Doğan Grubu’na ait olan) CNN Türk veya Habertürk gibi zengin, yaldızlı ve “imkânlı” kanallarda katıldığım programlardan daha gerçek ve ümit verici gelmişti. Mütevazı ama müdahalesiz, bilgiye dayalı, saldırısız ve birilerinin yukarıdan manipüle etmeye çalışmadığı konuşma ortamının bunda çok etkisi vardı. Ama her şeyden önce para değil gönüllülük temelli bir sivil toplum ve özgür medya girişimini gözlemlemek ve destek sunabilmek önemliydi. Demokrasiye kavuşacaksak bu tür girişimlerin kritik rol oynayacağına inanıyorum. Politikyol’a da benzer temennilerle yazıyorum.
Nitekim Medyascope özgün ve bağımsız bir medya projesi olarak ödüller kazandı ve ülkemizdeki medya çölleşmesi ortamında kendi ölçeğinde bir vaha oldu. Tüm dünyada yaşanan demokrasi ve özgür medya krizleri bağlamında, kanalın yaratıcısı ve yöneticisi Ruşen Çakır da uluslararası bir saygınlık kazandı.
Medyascope’un aynı zamanda izleyicisiyim ve youtube kanalının abonesiyim. Demokrasi ve haber alma özgürlüğü arzu eden herkese de mutlaka beğendikleri bağımsız bir mecraya abonelikle destek olmalarını öneririm.
Tabii izleyicisi olmam her programı ve davetliyi beğendiğim anlamına gelmiyor. Çok farklı düşündüklerim hatta kızdıklarım da oluyor.
İşte bu Medyascope hakkında Oda TV geçen hafta “Amerikan vakfı Türkiye’de hangi medyaya ne para verdi… Rekor 476 bin dolar ile Medyascope” başlıklı bir “haber” yaptı. Üslubu maalesef medyamızda yaygın komplo teorisi kalıbına uyuyordu. “Ortaya çıktı,” “dikkat çekti” gibi öznesi ve neye dayandığı belirsiz ifadelerle bezeliydi. “Kim” ortaya çıkarmış, ortaya çıkarılan daha önce ortada değil miymiş, “kimin” dikkatini çekmiş, bunun ölçüsü neymiş?
Tabii aslında “ortaya çıkan” bir şey yok, şeffaf bir bilgi var. Çünkü Medyascope zaten kamuya açık olan künyesindeki “Destekte Bulunanlar” listesinde Chrest Vakfı’nın da ismini belirtiyor. “Haber”e kaynak olmuş gözüken bilgi de Chrest Vakfı’nın gene kamuya açık sitesinde mevcut bir bilgi. Herhangi bir internet kullanıcısı ulaşabilir.
Oda TV’ye Ruşen Çakır’ın kendi yanıtları yanında Tarık Çelenk ve Yıldıray Oğur oldukça detaylı ve haklı eleştiriler yazdılar. Sağ-muhafazakâr kesimdeki deneyimlerden değerli gözlemler ve eleştiriler de sunmuşlar. Özetle şunu diyorlar:
"Sanki otoriter iktidar bağımsız medyaya nefes aldırıyor ve tüm maddi ve manevi kaynaklarını boğmak için elinden gelen her şeyi yapmıyor..
Sanki hayırsever sermayedarlarımız bağımsız medyaya bol bol destek veriyor.. destek verenler özerk çalışmalarına izin veriyor, zülfüyâre dokunan konularda bile kendi özgür çalışmalarını yapmalarına saygı duyuyor.. bağımsız medyayı izleyen her vatandaşımız da bağış ve abonelikle destek oluyor/olma imkânına sahip…
Ve tüm bunlara rağmen mi bağımsız medyamız ve diğer sivil toplum kuruluşlarımız yurt dışından destek arıyor?
Hümanist hayırseverliğin kıt, ideolojik saldırganlığın kolay olduğu yerlerde demokrasi ve kalkınma olmaz.
Tartışmalara, cumhuriyet tarihimizin yabancılara özelleştirme şampiyonu olan ve bu esnada iletişim altyapımız için hayati önemdeki Türk Telekom’u da 2005’te bir Suudi şirketine satan (ancak parasını tahsil edemeyen) iktidarımızın İletişim Kurumu Başkanı Fahrettin Altun da katıldı. Altun, “yabancı devletlerin veya kuruluşların fonlarıyla ülkemizde faaliyet gösteren medya kuruluşlarına yönelik bir düzenleme ihtiyacı olduğu açıktır” açıklamasını yaptı.
Bu açıklama sürpriz değil. Bir süredir paylaşımlarımda vurgulamaya çalıştığım üzere, Cumhur İttifakı önümüzdeki seçimlerden önce seçim sistem ve koşullarını olabildiğine kendi lehine değiştirmek yanında, hak ve özgürlükleri alabildiğine kısma niyetini uzun süredir açıkça dillendiriyor. Bu tür otoriter ve keyfi baskılardan Oda Tv de yakınıyor. Bağımsız, genç ve cesur medya kuruluşlarını kısıtlamak elbette iktidarın işine gelecektir.
Bu boyutu Politikyol’da yazmak yanında Medyascope’ta program yapan siyaset bilimci meslekdaşım Berk Esen ve Hakkı Özdal/Bahadır Özgür de kendi açılarından tartışmışlar.
Ben ise konunun demokrasi açısından daha da temel bir boyutuna değinmek istiyorum.
Ama önce bir konuda düşüncemi baştan netleştireyim. Özgür ve özerk medya demokrasinin olmazsa olmaz şartıdır. Bunun olabilmesi için de İdeal olan, medyanın kendi öz kaynak ve gelirleriyle[1] varlığını sürdürebildiği, gazetecilerin makul iş güvencesine sahip olduğu ve kendi demokratik denetleme mekanizmalarını oluşturduğu durumdur.
Bu bağlamda yabancı orijinli haber kanallarının yayılması yanı sıra medya kuruluşlarımızın yurt dışı menşeli kaynaklara dayanması, iktidarın özgür medyaya getirdiği kısıtlamalardan kaynaklanan sorunlu bir vaziyet. En azından arzu edilir bir durum değil. Fon almasına rağmen özerk kalan kuruluşlar kadar doğrudan veya dolaylı yoldan, bilerek veya bilmeyerek nüfuz altına giren kuruluşlar olabilir.
Ama medyanın yerli sermayedarlara, medya özerkliğini özümsememiş hayırseverlere veya parti devletine muhtaç olmaları da aynı derecede sorunlu.
Burada doğru olan yurtdışından fon kullanmak zorunda kalan medyayı düşmanlaştırmak yerine özgür medyayı mümkün kılacak çözümler üretmek.
Nesnel ve partizan olmayan kriterleri sağlayan medya kuruluşlarına tiyatrolara yapılan (veya yapılması gereken) gibi devlet yardımı; gazetecilerin sendikalı olması; medya sahiplerinin ideal olarak meslekten gazeteci olması, olmadığı durumlarda ise gazetecilik dışında iş yapmasının yasalarla kısıtlanması; nesnel kriterlere göre ilan ve reklam dağıtan ve özerkliği anayasal güvence altına alınmış bir Basın İlan Kurumu; gazete dağıtımının yine tarafsız ve özerk bir kuruluş tarafından yapılması; TRT ve AA’nın özerkliğinin ve liyakat temelli çalışmasının güvence altına alınması; RTÜK’te muhalefet, iktidar ve meslek örgütlerinin eşit temsili; ifade ve haber alma özgürlüğünün korunması ilk akla gelen olası reformlar.[2]
Peki tüm bunların çok uzağında olduğumuz günümüz Türkiye’sinde yabancı fon kullanan bağımsız medyayı eleştirirken ne yapılıyor?
Yurtdışı kaynaklı fon kullanan kuruluşları eleştirenler, farkında olarak veya olmayarak aslında demokrasinin çok önemli bir temelini de zedeliyor.
Aynı zamanda Cumhuriyet’in ister başarılı ister başarısız bulalım, en önemli hedeflerinden birini yok sayıyor: özgür iradeye ve vicdana sahip özerk ve onurlu vatandaşlar.
Bunun yanı sıra ülkemizde maalesef her kesimde oldukça yaygın olan otoriter bir inancı yansıtıyorlar.
Buna göre bir insanın projesine veya fikrine maddi destek sağlamak o projenin sahibi olmak ve o insanın patronu olmak demektir. Aynı şekilde bir kişi tarafından bir göreve atanmak atayanın emri altına girmek demektir; atayan da atananı keyfine göre görevden alabilir.
Bu kanaatler insan onuruna ve demokrasiye aykırıdır.
Demokrasi özerk bireylerin rejimidir. Herkesin yetkileri kadar sorumlulukları bellidir ve sınırlıdır. Kimse kimsenin tamamen güdümüne girmez. Parayı verenin düdüğü çaldığı durumlar yetki aşımı ve yolsuzluk sınıfına girer. Demokrasiyi aşındırır.
Para aldığı yerin “emrine giren” vatandaşlar var mı? Var. Gazeteciler, sanatçılar, akamisyenler dahil çok fazla var. Eğer bir kişinin bunu yaptığı gösterilirse kınanmalıdır. Buna yol açan koşullar düzeltilmeye çalışılmalıdır.
Ama bunu göstermeden otomatikman varsaymak, yaygın olsa da yanlış olan bir ilişki biçimini normalleştiriyor.
Bu konularda laik ve sol kesimler İslami ve sağ kesimleri “biat kültürü” nedeniyle eleştiriyor. Ama aynı nedenlerle olmasa da sonuçta benzer eğilimler laiklerde ve solcularda da var.
Oda Tv eğer Medyascope’un Chrest Vakfı’ndan fon aldıktan sonra yayın çizgisini değiştirdiğini gösterseydi, eleştirilerinde haklı olurdu.
Bir medya kuruluşunun para aldığı yerin güdümüne girmesi konusunda nesnel kanıt oluşturmak o kadar da zor değil. Örneğin havuz medyası için bunu göstermek çok kolay. Manşetleri bile aynı çıkıyor, aykırı haber ve yorum yapanlar işten çıkarılıyor.
Ama Oda Tv bunu yapmıyor. Dolayısıyla bir kısım bağımsız medya organının düşünceleriyle bağışçıları arasında herhangi bir kanıt göstermeden varsayımsal bir nedensellik kuruyor.
Elbette herkes Medyascope’un veya başka bir kuruluşun çizgisini, düşüncelerini beğenmeyebilir ve eleştirebilir, bu demokratik bir hak.
Ama herhangi bir kanıt sunmadan bağışçıyla bağış alanın eylem ve düşünceleri arasında sorgudan azade bir ilişki kurmak, demokrasinin temeline dinamit koyabilecek kadar tehlikeli bir safsata. Yani temelsiz veya mantık hatasına dayalı yargı, inanç veya genelleme.
Bağış alanın mutlaka özgür iradesinin ortadan kalkacağını ve bağışçının güdümüne gireceğini varsayıyor.
Medyascope konusunda örneğin Aytunç Erkin’in Sözcü’deki yazısı benzer nedenlerle son derece sorunlu.
Erkin önce Ruşen Çakır’ın 2005’te, Pentagon’un (Amerikan Savunma Bakanlığı yani bir devlet kuruluşu) finanse ettiği bir sitede yazan gazetecileri sert bir şekilde eleştirdiği yazılarına atıf yapıyor. Belki Ruşen Çakır’ın da o zaman yanlışı, en azından bir üslup sorunu olmuştur ve bu eleştirilebilir. Bu konuda yeterli bilgim olmadığı için yorum yapmayacağım.
Ama iki yanlış bir doğru etmez. Çakır on altı sene önce yanlış bir üslup veya mantık kullanmış olabilir. Ama bu bugün aynısını kendisine (ve Medyascope’a emek veren yüzlerce genç gazeteciye) yapmayı, üstelik oldukça farklı koşullarda, meşrulaştırmaz.
Ayrıca Ruşen Çakır Medyascope’un kurucusu, yöneticisi ve lokomotifi olabilir. Ama Medyascope’u onun “şahsına” indirgemek, yüzlerce çalışanının ve katkı sunanının özgür iradesini yok saymak anlamına gelmiyor mu?
Tam da muhalefetin eleştirdiği kişiselleşmiş iktidarı (şahsım iktidarı) normalleştirmek değil mi?
Bunu bir kenara bırakıp devam edelim.
Erkin şöyle diyor: “Kamu kaynaklarının iktidar gazetelerine, iktidar televizyonlarına dağıtılması ne kadar yanlışsa, bana göre ABD veya AB’den para alarak gazetecilik yapmak da yanlış!”
Burada akla hemen, “sadece ABD ve AB’den gelirse mi yanlış, örneğin Rusya veya Çin’den alınırsa sorun olmaz mı” sorusu akla geliyor. Yani konu sadece Batı kaynaklı fonlar mı yoksa yabancı kaynaklı olanlar mı? Ulusalcılık mı Avrasyacılık mı?
Erkin bir çarpıcı iddiada daha bulunuyor: “Herkes bilir ki, ABD’de ‘resmi-sivil’ uçlar bir noktada buluşur.”[3]
Hadi bu harcıâlem iddiayı da azıcık sorgulayalım.
ABD emperyalizmini dünyada en sert ve etkili eleştirenlerden biri Noam Chomsky’dir. Chomsky gene ABD’nin ve dünyanın en önemli ve özel (sivil) üniversitelerinden biri olan Massachusetts Institute of Technology (MIT)’de görevli, dünyaca ünlü bir dilbilimci ve politik aktivisttir. Peki Erkin’in iddiasını kabul edersek o zaman Chomsky ve MIT de ABD resmi devletinin birer uzantısı mı oluyor?[4]
Peki o zaman biz niye en zeki öğrencilerimizi kamu kaynaklarından burs da vererek bu okullara yollamaya çalışıyoruz?
Oralardan mezun olan gençlerimiz geri dönmesin mi?
Geleceğini yurt dışında (büyük çoğunluğu Batı ülkeleri) hayal eden milyonlarca gencimiz (anketlere gençlerimizin büyük çoğunluğu) bu devletlerin ajanı/uzantısı olmak için mi bunu arzu ediyorlar? Yoksa oralarda özgürlük ve devletten bağımsız sivil toplum daha fazla olabildiği için mi?
ABD devletinin politikalarını eleştirmek demokratik bir hak.
Türkiye insanının yararına bağımsız dış politikaya kafa yormak ise hem hak hem sorumluluk.
Ama ABD’deki (veya başka bir asgari ölçülerde demokratik ülkedeki) tüm sivil toplumun devletin güdümünde olduğunu varsaymak, kendi ülkemizdeki demokrasi umudunu da aşındıran bir safsata.
Hadi bu tür safsataların neden tehlikeli olduğuna birkaç somut örnek verelim.
Parayı Verenin veya Atayanın Düdüğü Çaldığı (ve Çaldığına Sorgulamaksızın İnanılan) Yerde Demokrasi de Kalkınma da Olmaz
Devlet üniversitelerimizi devlet (ve devleti yöneten hükümet) fonluyor. O zaman üniversiteler devleti ve hükümeti eleştirmemeli mi? Veya onların istediği eğitim ve araştırmayı mı yapmalı?
Elbette Hayır. Üniversitelerin özerk olmadığı yerde demokrasi olmaz. Kalkınma da olmaz çünkü oradan özgür beyinler ve özgün ve güvenilir bilgi çıkmaz.
Aynı şeyler vakıf üniversiteleri için de tamamen geçerli. Bir vakıf üniversitesi kurmak büyük bir hayır eylemi ve sorumluluktur: evrensel ölçütlerde özerk bir üniversite kurma sorumluluğu.
TRT’yi halkın vergi gelirleriyle devlet fonluyor, yöneticilerini hükümet atıyor. BBC de benzer şekilde bir kamu kuruluşu. O zaman devlet ve iktidar yanlısı yayın mı yapmalılar?
Elbette Hayır. Kamu kurumu da olsa medyanın özerk ve özgür olmadığı yerde demokrasi olmaz. Kalkınma da olmaz. Çünkü yanlış politikalar, yolsuzluklar önlenemez, ekonomide kara delik haline gelen yolsuz iktidarlar değiştirilemez.
Rektörleri ve Merkez Bankası başkanlarını Cumhurbaşkanı yani iktidar atıyor. O zaman rektörler ve merkez bankası başkanları bağımsız olmayacak mı? Atayanın onaylamadığı kararları veremezler mi?
Elbette Hayır. Her ikisinin de işlerini layıkıyla yapabilmesi için yasalar çerçevesinde bağımsız olması gerekir. Yoksa bu tür kurumların güvenilirlikleri kalmaz. Örneğin hükümet bir kampüse polis yollamak istediğinde, rektör “hayır gerek yok bu üniversitede ifade özgürlüğünü ortadan kaldırır biz kendi aramızda halledeceğiz” diyebilmelidir. İsteğine uyulmazsa da gereğinde istifa edebilmelidir.
Hükümet faizleri düşürmek isterse, MB başkanı kusura bakmayın bu yanlış ve bizim belirlediğimiz politikaya aykırı, yapamayız diyebilmelidir.
Atama bir yetki olduğu kadar büyük bir sorumluluktur: işin ehlini ve hak edeni bulup görevlendirme sorumluluğu. İşin ehli ve hak eden adaylar arasında, atayan kendi siyasal-kişisel tercihini de kullanabilir. Ama ondan sonra yetkisi biter, atananlar kendi yetki sınırları içinde özgür ve sorumludur.
(Seçene veya atayana) hesap vermek ve emir altına girmek aynı şey değildir. Birincisinde kişi kendi kararlarına göre işini yapar (işi veren başkası da olsa), sorulduğunda neyi neden yaptığını açıklamakla mükelleftir ve performansından sorumlu olur; ikincisinde ise başkasının verdiği kararları uygulamak zorundadır.
Yüzlerce örnek verilebilir. Ama en temelini verelim. Memurlar maaşlarını devletten alıyor. O zaman memurlar devleti yöneten iktidarla muhalefet arasında tarafsız olmayacak mı? Vatandaşlar da devletten destek/yardım alıyor. Bazen de destekledikleri siyasal partinin iktidarında alıyor. Yani desteklediği siyasal partiden maddi çıkarı var. O zaman vatandaşın vicdanı özerk olamaz mı? Örneğin desteklediği partinin yanlışını görmemeli mi?
Elbette Hayır. Devlet memurlarının tarafsız olmadığı, vatandaşın hukuk dışına çıkan kendi partisini eleştiremediği yerde demokrasi de kalkınma da olmaz.
Bu tartışmaların siyasal bağlamına kısaca değinerek bugünkü yazımızı bitirelim.
İktidarın zayıflaması ve bir iktidar değişimini (ve demokrasiye geçişi) mümkün kılabilecek seçimlerin git gide yaklaşması, muhalefet içindeki kör rekabetçi eğilimleri de kızıştırıyor.
Bu beklenen bir durum. Otoriter yönetimlerin en büyük sermayesi, demokrasiyi değil kendi ideolojisini önceleyen muhalif kesimlerdir. “Sıra sonunda bize geldi, şahsım hükümeti olsun yeter ki bizimki olsun” veya “eski hesapları görmenin tam zamanıdır” düşüncelerinin şehvetine kapılanlardır.
Bunların yanı sıra otoriterliği eleştirirken otoriterliğin güç aldığı safsataları pekiştirenlerdir.
Bir toplum ancak bu zaafları yönetebildiği oranda demokrasiye kavuşabilir.
[1] Bunlara nesnel koşullara bağlı devlet desteği de dahil olabilir.
[2] Bu konularda CHP’nin (görebildiğim kadarıyla internet medyasını kapsamayan) bazı önerileri için: https://chp.azureedge.net/4790ad85bec647f29f520fb6fb5e23e8.pdf .
[3] “Herkesin bildiği” (daha doğrusu böyle iddia edilen) şeyler ancak totaliter rejimlerde olur.
[4] ABD’nin MIT ve Harvard gibi önde gelen üniversitelerinin elitist özellikleri ve (kısmen özgür iradeleriyle kurdukları) devletçi bağları ABD’de de dünyada da eleştirilir ve eleştirilmelidir. Burada eleştirim bu kurumların ve çalışanlarının tümden ABD devletiyle özdeşleştirilmeleri ve özerkliklerinin yok sayılmasınadır.
© Tüm hakları saklıdır.