26 Nisan 2017 15:58
Prof. Kemal Gözler*
Türkiye’de demokrasi tehdit altında.
Belki burada Türk demokrasisinin nasıl bir tehdit altında olduğunun uzun uzun bir tasvirini yapmak, Türkiye’de demokrasiyi tehdit eden unsurların ayrıntılı bir dökümünü yapmak gerekir. Ben böyle bir dökümü, bir yıl önce, 2016 yılının Nisan ayında yayınladığım “Anayasasızlaştırma” başlıklı makalemde [1] somut örnekler vererek yapmaya çalıştım. Nisan 2016’dan bu yana geçen bir yıl içinde orada gözlemlenenler azalmadı, kat be kat arttı ve daha sistematik ve daha ağır hâle geldi. Ben burada demokrasinin nasıl tehdit altında olduğu konusunda örneklere girmek istemiyorum. Çünkü bu, artık, Türkiye’de, iktidarın dışında olan herkes tarafından kabul edilen genel-geçer bir olgudur.
Demokrasi siyasal iktidarın partiler arasında seçim yoluyla el değiştirdiği rejimin adıdır.
Türkiye’de son 15 yıldır iktidar değişiminin olmamasının temel nedeni Türkiye’de muhalefet partilerinin güçsüzlüğüdür. Dolayısıyla Türk demokrasisi üzerinde bir tehdit var ise, bu tehdidin sürmesinde muhalefet partilerinin de sorumluluğu vardır. Muhalefet partileri, iktidarı seçimlerde deviremedikleri gibi iktidar karşısında etkili bir muhalefet de yapamıyorlar; tehdide engel olmakta yetersiz kalıyorlar; iktidar partisinin karşısında bir denge ve fren görevi ifa edemiyorlar.
Muhalefet partilerinin güçsüzlüğünün pek çok sebebi var. Bu sebeplerin ezici çoğunluğu, muhalefet partilerinin lider kadrosunun kişisel yetersizlikleriyle ilgilidir. Bu yetersizlikleri incelemek hâliyle bu makalenin konusu değildir. Zaten bu konuda ayrıca bir inceleme yapmaya gerek de yoktur. Bu herkesin malûmu bir olgudur. Ancak Türkiye’de muhalefet partilerinin mevcut lider kadrosu etkili liderlerle değişmeden veya bu partilerin yerini etkili muhalefet yapacak yeni partiler almadan, Türkiye’de iktidar partisinden kurtulma ve dolayısıyla Türk demokrasisi üzerindeki tehdide son verme ihtimali yoktur.
Açıkçası Türkiye’de iktidar partisinden kurtulmak için muhalefet partilerinin yenilenmesi gerekmektedir. Çünkü iktidardaki partiyi iktidardan indirecek güç, örgütsüz vatandaşlar değildir. Bunu yapacak güç, muhalefet partileridir. Çünkü bir demokraside iktidar seçimle devrilir. Seçim ise partiler arasında olan bir şeydir. Seçimlere partiler katılıyor. Milletvekili adaylarını veya Cumhurbaşkanı adaylarını onlar belirliyor.
Türkiye’de iktidar partisinin seçimi kaybetmesi için, karşısında bir partinin seçimi kazanması gerekir. Mevcut Cumhurbaşkanının Cumhurbaşkanlığı seçimini kaybetmesi için, karşısındaki bir adayın ondan daha çok oy alması gerekiyor.
Seçim, “evet/hayır” oylarının verildiği bir referandum değildir. Seçimi bir başka parti kazanmadan, iktidar partisi, sırf halk tarafından artık sevilmiyor diye kaybetmez.
Referandum başka, seçim başkadır. Referandumda başarılı olan güçlerin, seçimlerde benzer bir başarıyı elde etme imkânı yoktur. 16 Nisan 2017 referandumunda “Hayır” oylarının elde ettiği yüzde 48’lik oy oranını bir başarı olarak görenler var. Seçimlerde CHP’nin –mevcut hâliyle kaldıkça– bu oy oranını elde etmesinin imkân ve ihtimali yoktur. Referandum amacından saptırılıp adeta bir seçime dönüştürülmüş olsa da[22], referandumda kullanılan “Hayır” oylarından bir kısmı pek muhtemelen AKP’li seçmenlerden geliyor ve bunlar gelecek seçimlerde, AKP’yi beğenmiyor olsalar bile, CHP’ye oy verecek değildir.
Seçim, birden fazla siyasal parti, birden fazla aday arasından birinin seçilmesi faaliyetidir. Bir siyasal parti, seçmenin karşısına tercihe şayan bir parti olarak çıkmadan ve keza seçmenin karşısına tercihe şayan milletvekili adayları ve Cumhurbaşkanı adayı çıkarmadan seçim kazanamaz.
Türkiye’de şu anki muhalefet partileri, bunu yapabilecek imkân ve kabiliyetten yoksundur.
Türkiye’de muhalefetin iktidarı değişmeden Türkiye’nin iktidarı değişmez.
Muhalefetteki iktidar değişimi basit bir personel değişiminden ibaret kalırsa yine değişen bir şey olmaz. Bir güçsüz liderin yerine başka bir güçsüz liderin gelmesinin Türk siyasetinde yaratacağı bir değişiklik yoktur.
Türk siyasî kadrolarında genel bir kalite sorunu var. John Stuart Mill’in dediği gibi “küçük adamlarla büyük işler yapılamaz”.
Siyasetten Uzak Duran İyi Yetişmiş Kitle: “Uyuyan Dev”
Oysa Türkiye’de çok iyi yetişmiş, işini dört dörtlük yapan, elit bir kitle var. Bu insanlar, tabir caiz ise, Türkiye’nin “birinci sınıf beyinleri”. Ancak bunlar Türkiye’de siyasetten uzak duruyorlar; çünkü siyaset, bu ülkede pis ve riskli bir iş. Onurlu ve dürüst insanların bu işe girmeye pek hevesi yok. Girenler de pişman olarak ayrılıyor.
Türkiye’nin birinci sınıf beyinleri, bunu görüyor ve bu riskli işten bilinçli bir şekilde uzak duruyorlar. Onun yerine kendi mesleklerinde ilerlemeyi, para kazanmayı, güzel evlerde oturmayı, araba sahibi olmayı, çocuklarını iyi okullarda okutmayı, müreffeh bir hayat sürmeyi tercih ediyorlar. Hâliyle bu tercihlerinde bir yanlışlık yok. Ama bu şekilde siyaseti normalde o işi yapmaması gereken insanların eline terk etmiş oluyorlar.
Sadece elitlerde değil, toplumun genelinde aktif siyasetten uzak durma eğilimi var. Türk toplumunun aşırı politik olduğu, siyasetle yatıp kalktığı söylenir. Bu sadece muhabbet ve dedikodu anlamında doğrudur. Türkiye’de ana babaların üniversiteye başlayacak çocuklarına verdikleri ilk öğüt “aman siyasete bulaşma” öğüdüdür. Çünkü siyaset, bu ülkede, kişiler için felaket getiriyor.
Neticede Türkiye’de siyasetten bilerek uzak duran iyi yetişmiş bir kitle var. Türkiye’de muhalefet partileri çok güçsüz ise, Türkiye’de demokrasi tehdit altında ise, bu biraz da, bu kitlenin siyasetten uzak durması yüzündendir. Bu kitle sorunu görüyor; ama elini taşın altına koymak da istemiyor.
* * *
Türkiye’de yaklaşık iki yüz yıldır devam eden bir modernleşme olgusu var. Buna istediğiniz ismi verebilirsiniz; isterseniz “Türk aydınlanması” ismini verin, isterseniz “muasır medeniyet” deyin, isterseniz “çağdaşlaşma” deyin, isterseniz “Avrupalılaşma” deyin, isterseniz “batılılaşma” deyin aksi inkar edilemez bir olguyla karşı karşıyayız. Bu olgunun lehinde veya aleyhinde olmamız, bu olgunun varlığını değiştirmiyor. Bu olguyu desteklememiz veya eleştirmemiz, olgunun seyri üzerinde pek bir etkiye sahip değil.
Modernleşme olgusu, sadece ideolojik bir olgu değil. Bu olgu sadece laikleri veya solcuları değil; dindarları, muhafazakarları, milliyetçileri ve herkesi etkileyen bir olgu.
Bu olgu tarihin seyriyle uyuşan bir olgu. Bu nedenle toplumun bütünü ne hâlde olursa olsun, sınırlı sayıda bir aydın topluluğu, son iki yüz yıldır, Türk modernleşmesine ön ayak olabiliyor.
Jön Türkler kaç yüz kişiydi? Millî Mücadeleyi yürüten ve akabinde Cumhuriyeti kuran kadro kaç bin kişiydi?
Bugün Türkiye’de “muasır medeniyet” seviyesine ulaşmış, tamamıyla Avrupaî bir hayat süren, milyonlarca insan var. Şüphesiz bunlar toplumun çoğunluğu değil, ama bugün Türkiye’de gerek gelir, gerek eğitim, gerek kültür, gerekse yaşam tarzı bakımından Batı Avrupa ülkelerindeki orta tabakadan aşağı kalmayan belki 8-10 milyon insan yaşıyor.
Türkiye bütün tarihi boyunca en iyi yetişmiş, en kültürlü, en modern nüfusa bugün sahip. Bugün Türkiye’de üniversite mezunlarının oranı, belki Cumhuriyetin ilk devirlerindeki okuma yazma bilenlerin oranından yüksek. Bugün Türkiye’de doktora sahiplerinin genel nüfusa oranı, belki Cumhuriyetin ilk döneminde ortaokul mezunu oranından daha yüksek.
Bugün Türkiye’de Batı Avrupa ve ABD üniversitelerinde okumuş kişilerin genel nüfusa oranı, Cumhuriyetin başında yabancı dil bilenlerin oranından çok daha yüksek.
Vasıflarını beğenin veya beğenmeyin, bunlar modern insanlar. Gelirleri, harcamaları, yaşam tarzları da batılılarla kıyaslanabilir nicelik ve niteliktedir. Bunların dedelerine değil, pek çok bakımdan Avrupalılara benzedikleri söylenebilir.
Dev uzun zamandır uykuda. Çünkü onun için önemli olan yaşam tarzı. Yaşam tarzının sağlanması ve sürdürülmesi de büyük ölçüde eğitimden, iyi bir iş sahibi olmaktan ve para kazanmaktan geçiyor. Bunda da başarılı oluyor. Gündeminde siyaset yok. Çünkü kendisini tehdit altında hissetmiyor.
Ancak son bir iki yıldır işler değişti. Demokrasi eksikliği ve özellikle hukuk güvenliğinin zayıflaması iyi yetişmiş kitlenin yaşam tarzını da tehdit eder hâle geldi. Bu tehdidin nasıl gerçekleştiği ve bu kitlenin nasıl rahatının bozulduğu ayrıca incelenmesi gereken bir konudur. Neticede bu iyi yetişmiş kitle, demokrasinin ve hukukun ekmek su gibi bir değer olduğunu, bu değerler olmaksızın, elde ettiği modern yaşam tarzını uzun vadede koruyamayacağını, demokrasi olmazsa sahip olduğu refahın dahi kalıcı olamayacağını görmeye başladı. Bu kitle, belki tarihte ilk defa demokrasinin ve hukukun gerekliliğini sahih ve samimî bir şekilde hissetmeye başladı.
Bilindiği gibi Japonlar 7 Aralık 1941 sabahı Pearl Harbor limanındaki ABD donanmasını bombaladılar ve ABD donanması çok ağır kayıplara uğradı. Saldırıdan sonra Japon Amirali Isoroku Yamamoto’nun sevinmediği ve tersine
“korkarım ki yaptığımız tek şey uyuyan bir devi uyandırmak ve onu korkunç bir kararlılıkla donatmaktır”[23]
dediği rivayet edilir. Nitekim ABD, Pearl Harbor saldırısından sonra İkinci Dünya Savaşına katılma kararı almış ve ABD’nin savaşa katılması, bu savaşın seyrini değiştirmiş ve Japonya’nın da dört yıl sonra mahvına sebep olmuştur.
* * *
Türkiye’nin uyuyan devini AKP, birkaç yıldır izlediği yanlış politikalar sayesinde uyandırmak üzere. Dev uyanırsa, AKP devi uyandırdığına bin pişman olacak.
Devi uyandıracak şey, AKP’nin baskı politikalarının yarattığı korku atmosferidir. Şüphesiz AKP, bu baskı ve korku iddialarını kabul etmiyor. AKP, “biz kimseyi korkutmuyoruz; bunlar uydurma iddialardır” diyor. AKP, Türkiye’de tam bir hürriyet ve hukuk güvenliği olduğunu iddia ediyor. Yine AKP, Türkiye’de tam bir fikir hürriyeti olduğunu, kendi dönemlerinde hapiste gazeteci bulunmadığını, hapiste olduğu iddia edilen gazetecilerin “gazeteci” değil, “terörist” olduğunu söylüyor.
Ben kimin gazeteci kimin terörist olduğu tartışmasına burada girecek değilim. Ancak bu iddiaların AKP dışındaki kesimler tarafından inandırıcı bulunmadığını söylemek isterim.
AKP’nin içinde pek çok iyi niyetli ve sağduyulu politikacı var. Onlara bir an için, kendi zihniyet sistemlerinden çıkmalarını ve ülkenin genel durumuna AKP’li olmayan vatandaşların gözünden bakmalarını tavsiye ederim. Eğer bu gözle bakarlarsa, Türkiye’de bir korku atmosferinin hüküm sürdüğü “algı”sının bulunduğunu göreceklerdir. Bu “algı”da sayılar hiç önemli değildir. Böyle bir “genel algı” oldukça kaç kişinin hapiste olduğu tartışması çok anlamlı bir tartışma değildir. Çünkü korku atmosferinin yaratılması için sayının çok da önemi yok. 1000 öğretim üyesi olan bir üniversiteden sadece bir öğretim üyesinin ihraç edilmesi veya gözaltına alınması geri kalan 999 öğretim üyesini korkutmaya yeter.
Türkiye’de siyasetten uzak duran kitlenin, yani “dev”in, uykudan uyandırılması için çok elverişli bir hukukî ortam var. Bu ortam, AKP tarafından artık gereksiz yere sürdürülen olağanüstü hâl rejimidir. Hükümetin hangi maliyet/fayda analizi sonucunda bu olağanüstü hâl rejiminin sürmesine yarar gördüğünü bilmiyorum; ama bu rejimin sürmesinin yukarıdaki bahsettiğim korku algısının sürmesine ve devin uyanmasına mükemmel bir şekilde zemin hazırladığı ortadadır.
Siyasetten uzak duran kitlenin nasıl olup da AKP tarafından uykudan uyandırılmaya çalışıldığına birkaç somut örnek vereyim: 7 Şubat 2017 tarihli Resmî Gazetede yayınlanan 686 sayılı Olağanüstü Hâl KHK’siyle, olağanüstü hâlin ilân sebebi olan FETÖ ile mücadele sebebi ile uzaktan yakından ilgisi olmayan pek çok sol eğilimli öğretim üyesi üniversiteden ihraç edildi. Bu KHK ile sadece Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinden 23 adet öğretim üyesi kamu görevinden çıkarıldı. Bu 23 akademisyenin SBF’den ihracı, Türk aydınları üzerinde “şok etkisi” yaratmıştır. Bu KHK’nin yarattığı “travma” yüzünden, bugün üniversitede çalışan, aslında çoğunluğu apolitik insanlar olan on binlerce akademisyen, üniversitedeki görevinden güven duyamaz hâle geldi ve “sıra bana ne zaman gelecek” sorusunu sormaya başladı. 686 sayılı KHK, uyuyan devin uyanmasına katkıda bulunan en güçlü sirenlerden biridir.
Muhtemelen Türk aydınlarının 1908’den beri bugünkü kadar kendini baskı ve tehdit altında hissettikleri bir dönem olmamıştır.
Korku atmosferinin oluşmasına falanca gazetecinin tutuklanması, filanca öğretim üyesinin işten atılması gibi somut örneklerin katkıda bulunduğu bir gerçektir. Ancak, korku atmosferinin oluşması açısından, kendi işinde gücünde olan kişilerin hissettiği endişe, falanca angaje gazetecinin tutuklanması veya filanca politize öğretim üyesinin işten atılmasından çok daha önemlidir. Bir örnek vereyim: Tamamen kendi işinde gücünde olan, herhangi bir siyasî önyargısının da olduğunu sanmadığım bir tıp fakültesi öğretim üyesi geçtiğimiz günlerde bana “geçmişte de huzursuzluk duyduğumuz dönemler oldu, ama gelecekten bu kadar endişe ettiğim başka bir dönemi hatırlamıyorum” dedi.
İşte uyuyan kitleyi uykudan uyandıracak olan şey, bu kendi işinde gücünde olan insanların gelecekten endişe duymaya başlamış olmalarıdır.
İlave edelim ki, bu endişeyi sadece sol kesimler duymuyor. Demokrasiyi tehdit eden güçlerden sadece sol eğilimli kişiler değil, sağ eğilimli kişiler de nasibini alıyor. Aslında hukuk güvenliğinin olmadığı bir yerde, kimin, ne zaman ve nasıl zarara uğrayacağının önceden bilinmesi mümkün değil. Bugün iktidarın en yakınında olanlar bile yarın kendilerini tehdit altında hissedebilirler.
Türkiye’de uzun yıllardır aktif siyasetten uzak duran kitle, tabir caizse “uyuyan dev”, uyanırsa, muhtemelen öncelikle muhalefet partilerinin lider kadrosunu değiştirecek veya bu partilerin yerine yeni partiler kuracaktır. Bu safha tamamlanırsa, muhtemelen ilk seçimlerde AKP iktidardan düşecektir.
AKP’nin bu süreçte izleyebileceği en akılcı politika, baskı politikasından vazgeçip 2002’deki kuruluş felsefesine dönerek uyuyan kitlenin tekrar uykuya dalmasını sağlamaya çalışmaktan ibarettir.
Karşı Görüş.- Türk siyasetini yakından tanıyan pek çok kişinin, burada yazdıklarımı alaycı bir tebessümle karşılayacaklarından, bu makalenin varsayımlarının hayal ürünü olduğunu ve makalenin bir “ütopya”dan başka bir değerinin olmadığını söyleyeceklerinden eminim. Makaleye karşı muhtemelen şu iki itirazda bulunacaklardır:
a) Birinci itiraz, korku atmosferinin artmasının devi uyandırmayacağı, tersine daha da derin bir uykuya sokacağı itirazıdır. Diğer bir ifadeyle, korkudan susan kitle, korku arttıkça daha da susacaktır.
Ben emin değilim. Korkan kitle, bu ülkeyi terk etmeyecekse ve modern yaşam tarzından gönüllü olarak vazgeçmeyecekse, “yeter artık” deyip kendini savunma cesaretini gösterebilir. Neticede onlar da günden güne çemberin daraldığını ve bir gün sıranın kendilerine geleceğini görüyorlar. Her halükârda, korku atmosferinin artması karşısında sessiz kitlenin davranışının ne olacağı konusu ayrıca incelenmesi gereken bir konudur.
b) İkinci muhtemel itiraz şudur: Türkiye’nin nüfusu 80 milyondur; nüfusun ezici çoğunluğu ağır sosyal ve ekonomik problemler içinde yaşamaktadır. Türk seçmeninin ezici çoğunluğunun muhafazakardır ve oy verme davranışını 1950’den beri pek değiştirmemiştir. Bu nedenle bir azınlık olan iyi yetişmiş kitlenin seçimleri kazanması bir “hayal”dir.
Ben emin değilim. Seçimlerin sonucu halkın çoğunluğunun oylarıyla belirlenir; ama oylar esen rüzgar sayesinde yönlenir. Bu nedenle pek çok durumda sayıdan ziyade rüzgarın gücü önemlidir. Güçlü bir rüzgarın halkın çoğunluğunu sürükleme ihtimali vardır. Ama hâliyle bunun için de, yukarıda belirttiğim yıllardır aktif politikadan bilinçli olarak uzak durmuş kitlenin siyasete girme riskini göze alması ve bu cesareti göstermesi gerekir.
* * *
Geçtiğimiz 16 Nisan 2017 referandumundaki yüzde 48 oranında hayır oyu, CHP sayesinde değil, bu sessiz kitlenin, tabir caizse uyuyan devin kıpırdanmasının yarattığı rüzgar sayesinde elde edilmiştir. Referandumda dengeleri sarsmaya devin uyanması değil, kıpırdanması bile yetmiştir.
Birikmiş bir kuvveti harekete geçiren kuvvet, her zaman o kuvvetten daha küçüktür. Asıl sorun, sessiz kitlenin başarılı olup olamayacağı sorunu değil, gerçekte bu kitlenin aktif siyasete girme cesaretini gösterip göstermeyeceği sorunudur. Bu cesareti gösterirse, başarılı olacağından şüphem yok.
Diğer yandan şunu da belirtmek gerekir ki, iktidarın değişmesi için, aktif siyasete girecek kişiler dışında, sessiz kitlenin çok büyük bir riske girmesine de gerek yoktur. Neticede hâlâ bu ülkede seçim günü kapalı oy verme yerine girip, kimse görmeden istenilen partiye oy verilebilmektedir.
Ortada iki sorun var: Birinci sorun, iyi yetişmiş sessiz kitlenin, yani “devin” uyanıp uyanmayacağı sorunudur. Bu sorun hakkında daha fazla bir şey söylemeye gerek yok. Bu sorun AKP’yi ilgilendiriyor. Devi uyandırma görevini, AKP, son bir iki yıldır, başarılı bir şekilde ifa ediyor. Bu görevden vazgeçip geçmeme onun kendi bileceği bir şey.
İkinci sorun, devin uyanması hâlinde, uyanan deve yön verme, istikamet verme sorunudur. Türk demokrasisi üzerindeki tehditlerin kaldırılabilmesi için devin nereye ve nasıl gideceğini de bilmesi gerekir.
Devin etrafında derin uçurumlar var. Uykudan yeni uyanan ve uyku sersemi olan devin bu uçurumlardan birinin içine düşme ihtimali çok yüksektir.
Dev onlarca yıl süren derin uykusundan uyandıktan sonra, geçmişte yapılan aynı hataları tekrar yapacaksa, Türk demokrasisi açısından değişen bir şey olmaz.
Geçmişte düşülen hatalara tekrar düşmemesi için devin, Türkiye’de iktidar ve muhalefet partilerinin geçmişte ne gibi hatalar yaptığını bilmesi gerekir.
Türkiye’de iktidara gelen devin geçmişte yapılan aynı hatalara düşme ihtimali çok yüksektir. Dahası 16 Nisan 2017 referandumuyla kabul edilen “Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi” sayesinde dev, sadece yürütmeye değil, yasamaya ve yargıya da sahip olacak ve bu şekilde sınırsız ve mutlak bir güç elde edecektir. Hâliyle böyle bir sistemde bu devin otoriterleşme ihtimali çok yüksektir. Demokrasiyi korumak için yola çıkanların, bir denge ve fren sistemi olmadıkça, demokrasiye zarar vermeyeceklerinin bir garantisi yoktur.
* * *
Türk siyasal tarihi adeta karşılıklı bir intikam alma tarihidir. Son yıllarda sağ, soldan intikam alıyor.
Uykudan uyanan dev, intikam almak için iktidara gelmemelidir.
İntikam süreci devam edecekse, Türkiye’ye hiçbir zaman demokrasi gelemeyecektir. Uyanan dev, intikam almak için değil, demokrasiyi kalıcı olarak tesis etmek için iktidara gelmelidir.
İktidara gelecek olan dev, ahlâkî ilkelerle hükmetmeyecekse, iktidarın değişmesinin Türk demokrasisine sağlayacağı bir yarar olmayacaktır. Böyle bir iktidar değişiminin personel değişiminden başka bir anlamı olmaz. Türkiye’nin ihtiyacı olan şey, personel değişimi değil, zihniyet değişimidir.
Bu yazının tamamını okumak için tıklayınız
[1]. Kemal Gözler, “1982 Anayasası Hâlâ Yürürlükte mi? Anayasasızlaştırma Üzerine Bir Deneme”,http://www.anayasa.gen.tr/anayasasizlastirma-v4.pdf.
[2]. Kemal Gözler, “1982 Anayasası Hâlâ Yürürlükte mi? Anayasasızlaştırma Üzerine Bir Deneme”,http://www.anayasa.gen.tr/anayasasizlastirma-v4.pdf.
[3]. “Tutulmuş” kelimesi yerine “haczedilmiş” de diyebiliriz. İcra ve iflas hukuku terimi olarak “saisie”, “haciz” demektir.
[4]. Louis Favoreu, La Politique saisie par le droit, Paris Economica, 1988, 153 s.
[5]. Siyasetin hukukun kıskacı altında olduğu bu yarım yüzyıl, tam da benim ömrüme denk düşüyor: 1966 yılında doğdum. Bu aklımın erdiği ilk günlerden beri Türkiye’de demokrasinin hep yetersiz bulunduğunu ve eleştirildiğini hatırlıyorum. Ben de geçmişte Türk demokrasisini bolca eleştirdim. Ama bugün anlıyorum ki, yetersiz de olsa demokrasi içinde doğmuş, büyümüş ve yaşamışım. Bu ortamın verdiği imkânlar içinde büyümüş ve yaşamış biri olarak, demokrasinin, kendi kendisine olan, kendi kendisine varlığını sürdüren bir şey olduğunu sandım. Demokrasinin korunmaya muhtaç bir şey olduğu aklımın ucundan geçmedi. Oysa demokrasi de korunması gereken bir şeymiş. Bazı kitaplarda bu yönde şeyler okumuş olsam da bunlara itibar etmedim. Demokrasiyi zaten hukukun koruduğunu; anayasanın zaten demokrasiyi koruyan mekanizmalar kurduğunu ve bunun demokrasiyi yaşatmak için yeterli olduğunu sandım ve son bir iki yıla kadar da bundan pek şüphe duymadım. Oysa öyle değilmiş; demokrasi de korunmaya muhtaç bir şeymiş. Vakıa şu ki, demokrasiyi koruyacak olan kişiler, yasama, yürütme ve yargı organlarını işgal eden kişiler değil, bütün vatandaşlardır. Bir demokrasi onu savunan cesur vatandaşlar olmadan hayatta kalamaz. Weimar Cumhuriyetinin ilk Cumhurbaşkanı Friedrich Ebert’in söylediği gibi “demokrasinin demokratlara ihtiyacı vardır (Demokratie braucht Demokraten)”.
[6]. Jean-François Gagné, Hybrid Regimes, 2013. Oxford Bibliographies Online (under evaluation) (http://www.oxfordbibliographies.com/view/document/obo-9780199756223/obo-9780199756223-0167.xml).
[7]. Mehran Kamrava, Understanding Comparative Politics: A Framework for Analysis, London, Roudledge, 1996, s.92-93.
[8]. Wolfgang Merkel, “Embedded and Defective Democracies”, Democratization, Cilt 11, No 5, Aralık 2004, s.33-58 (https://www.wzb.eu/sites/default/files/personen/merkel.wolfgang.289/merkel_embedded_and_defective_democracies.pdf).
[9]. Ergun Özbudun, Otoriter Rejimler, Seçimsel Demokrasiler ve Türkiye,İstanbul, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2001.
[10]. Fareed Zakaria, “The Rise of Illiberal Democracy”, Foreign Affairs, November–December 1997 (https://www.foreignaffairs.com/articles/1997-11-01/rise-illiberal-democracy).
[11]. https://freedomhouse.org/blog/twilight-modern-authoritarianism.
[12]. Guillermo O’Donnell, “Delegative Democracy”, Journal of Democracy, Cilt 5, Ocak 1994, s.55-69. (http://isites.harvard.edu/fs/docs/icb.topic925740.files/Week%206/ODonnell_Delegative.pdf).
[13]. Steven Levitsky ve Lucan A. Way, “The Rise of Competitive Authoritarianism”, Journal of Democracy, Cilt 13, Sayı 2, Nisan 2002, s.52-65 (http://scholar.harvard.edu/levitsky/files/SL_elections.pdf).
[14]. Jan-Werner Müller, What is Populism? Philadelphia, University of Pennsylvania Press, 2016.
[15]. Bu konuda Türkçede şu güzel çalışmaya bakılabilir: Ergun Özbudun, Anayasalcılık ve Demokrasi, İstanbul, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2015, s.122. Özbudun bu konuda başlıca şu çalışmaya göndermede bulunuyor: David Collier ve Stefen Levitsky, “Democracies with Adjectives: Conceptual Innovation in Comparative Research”, World Politics, Cilt 49, Nisan 1997, s.430-451.
[16]. Georges Liet-Veaux, “La ‘fraude à la constitution’: essai d'une analyse juridique des révolutions communautaires récentes - Italie, Allemagne, France”, Revue du droit public, Cilt 59, 1943, s.116-150.
[17]. David Landau, “Abusive Constitutionalism”, University of California Davis Law Review, Cilt 47, Sayı 1, 2013, s.189-260.
[18]. Richard Albert, "Constitutional Dismemberment", Boston College Law School Legal Studies Research Paper Series, Research Paper 424, November 25, 2016 (https://ssrn.com/abstract=2875931). (Önümüzdeki aylarda bir dergide yayınlanacaktır).
[19]. Jan-Werner Müller, “Populism and Constitutionalism”, in Oxford Handbook of Populism (Ed. Cristóbal Rovira Kaltwasser et al.) (Editor, Oxford, Oxford University Pres, Ekim 2017 (Çıkacak). Bu konuda ayrıca bkz.: Jan-Werner Müller, “Populist Constitutions: A Contradiction in Terms?”, Int’l J. Const. L. Blog, Apr. 23, 2017, at http://www.iconnectblog.com/2017/04/populist-constitutions-a-contradiction-in-terms/; Michaela Hailbronner ve David Landau, “Introduction: Constitutional Courts and Populism”, Int’l J. Const. L. Blog, Apr. 22, 2017, at: http://www.iconnectblog.com/2017/04/introduction-constitutional-courts-and-populism/
[20]. Kemal Gözler, “1982 Anayasası Hâlâ Yürürlükte mi? Anayasasızlaştırma Üzerine Bir Deneme”,http://www.anayasa.gen.tr/anayasasizlastirma-v4.pdf.
[21]. Siyasî süreç bozulmadan önce neredeyse her ülkede demokrasiyi koruyacak hukukî mekanizmalar en ileri, en sofistike aşamasındaydılar. Bu ileri düzey mekanizmalar gerçekte yetersiz kaldılar.
© Tüm hakları saklıdır.