Cumhuriyet gazetesi yazarı Prof. Ahmet İnsel, Kasım ayında yapılacak ABD başkanlık seçimlerini değinerek, Cumhuriyetçilerin adayı Donald Trump’ın ipi Demokratların adayı Hillary Clinton’un önünde göğüsleyebileceğini belirtti. “Yerlici ve millici’ otoriter-popülist siyasal liderler, koruyucu-kollayıcı şefler, sol veya sağ etiketli yeni kapitalizm elitlerine karşı bu tepkileri yoğunlaştırarak, artık seçim yarışlarında ön sırada yer alıyorlar.” diyen İnsel, “Buna karşı panzehir demokrasiden vazgeçmek midir yoksa onu sandık ve sokağa indirgeyen ikilemden kurtarıp, her zaman, her yer ve her koşulda gerçekten hayata geçmesini sağlamak mıdır?” ifadesini kullandı.
Ahmet İnsel’in bugün (20 Eylül 2016) yayımlanan “Donald Trump seçimleri kazanabilir” başlıklı yazısı şöyle:
Kasım ayında ABD’deki başkanlık seçimlerinden, Cumhuriyetçi Parti’nin sıra dışı adayı milyarder Donald Trump zaferle çıkabilir mi? Yakın bir tarihe kadar bunun mümkün olabileceğine inanmayanlar bile, son günlerde bu soruyu ciddi ciddi soruyor. Kamuoyu yoklamalarında Hillary Clinton önde gelmeye devam etse de rakibiyle arasındaki fark son haftalarda hızla kapandı. Bunun asıl nedenleri, Clinton’un sağlık sorunu, bakanlığı sırasında özel elektronik posta adresini resmi yazışmalarda kullanılmasıyla ilgili FBI’nın ağır eleştiri içeren raporu gibi etmenler değil. Esas neden Trump’ın bir tür sınıfsal konuma dönüşen bir tepkiyi sandığa yönlendirmesi. Yeni dönemin küreselleşen elitlerine, kendilerini “dünya yurttaşı” olarak tanımlayan yeni yönetici sınıfına karşı tepki duyup, kendilerini sistemin kaybedenleri olarak görenler, Trump’ın bugün kemik seçmenleri.
Donald Trump, tipik bir muhafazakâr değil. Cumhuriyetçi Parti’nin sağ kanadını oluşturan evanjelistler ve devletin küçülmesini, vergilerin azalmasını her şeyden daha önemli addeden radikal muhafazakârların sıcak bakmadıkları bir aday. Cumhuriyetçi Parti’nin çoğunluğunu oluşturan, kendilerini muhafazakârdan çok cumhuriyetçi olarak tanımlayan ve esas kaygıları Demokrat Parti’nin iktidara gelmesini engellemek olanlar için de pek matah bir aday değil. Trump, Cumhuriyetçi Parti’nin görünüşte resmen adayı ama fiilen bu partinin üyelerinden başka bir şeyi temsil ediyor. Muhafazakârlığı esas olarak sosyalizme, sosyal-demokrasiye şiddetle karşı olmak olarak tanımlayınca, Trump eksiksiz bir muhafazakâr. Onu geleneksel muhafazakâr siyasetçiden farklı kılan, vergilerin azalması, devletin küçülmesinden önce milli kimliğin korunmasına önem vermesi, hükümetin en önemli görevinin bu olduğunu söylemesi. Küreselleşmeyle birlikte milli kimliğin ve buna bağlı statülerin tehdit altında olduğuna inananların, toplumsal değişimi bu şekilde yaşayanların desteğini almayı hedefliyor. Devlet her şeye karışmasın temasından ziyade, devlet milli kimliği korusun, küreselleşmeye karşı geleneksel statüleri savunsun, bu yönde müdahale etsin temasını işliyor. İlaveten, Amerikan demokrasisinin temelini oluşturan, Başkan’ın yetkilerinin denetlenmesi ve kısıtlanması ilkesini de eleştiriyor. Denge ve denetim sisteminin başkanı elitlerin denetimi ve tahakkümü altında bıraktığını, bunun demokrasiye aykırı olduğunu iddia ediyor. Eleştirdiği elitler de, Trump’ın ekmeğine yağ sürercesine, demokrasinin kitlelere teslim edilmeyeceğini giderek daha açık biçimde dile getiriyorlar. Birleşik Krallık’ta halkoylamasını AB’den çıkmak isteyenler kazanınca, James Traub’un, Foreign Policy’de, “artık elitlerin kitlelere karşı ayaklanma zamanı geldi” temasını işleyen yazısı buna bir örnek. Diğeri Hillary Clinton’ın, sonradan özür dilemek zorunda kaldığı, Trump’ın seçmenlerinin yarısını “acınası kişiler” olarak tanımlaması. “Bunlar eşcinsellere, yabancılara ve İslama karşı fobileri olan, ırkçı ve cins ayrımcıları, bu tanımların arasından seçin” derken salondan epey alkış almıştı.
Yürürlükteki iktisadi düzenden en fazla yararlanan kişilerden biri olan mültimilyarder Trump, kendi partisinin yöneticilerini de dahil ederek, “yerleşik elitler hegemonyası” olarak tanımladığı düzeni, demagojisi bol örneklerle eleştiriyor. Esas olarak Demokrat Parti’nin son otuz-kırk yılda yaşadığı dönüşümün yabancılaştırdıklarına hitap ediyor. Christopher Caldwell, bugün Demokrat Parti yönetici elitinin, yeni kapitalist ekonominin egemen çevrelerini temsil ettiğine işaret ediyor. Her ne kadar, Bernie Sanders’i destekleyenlerin parti tabanında önemli bir kitle oluşturduğu ortaya çıksa da, Hillary Clinton’la temsil edilen kesim bunlar değil. Demokrat Parti, bu yeni elit kimliğini, bütün azınlıkların savunuculuğu arkasına gizlemeye çalışıyor. Bunda bütünüyle başarısız olduğu söylenemez. Siyahlar, eşcinseller, göçmenler, yüksek yönetici kesiminde yer alan kadınlar ve yeni teknoloji milyarderleri Demokratları destekliyor. Geleneksel işçi sınıfı ise, ne kadar kaldıysa, ya Trump’a oy vermeye hazırlanıyor ya da sandığa gitmemeye niyetli. Cumhuriyetçi Parti, bir bakıma, yukarıda sayılanlardan “geri kalanların partisi”. Bu da, ne kadar beklenmedik olacak olsa da, Trump’un seçimde kazanma olasılığını maalesef artırıyor.
Bugün birçok ülkede benzer tepkilerin, sistem karşıtı görünümlü benzer siyasal figürleri ortaya çıkardığına şahit oluyoruz. Kimlik siyasetleri, birçok yerde, kendini dışlanmış, “milli ve yerli” kimliğini tehdit altında gören kitleler yarattı. İktisadi-toplumsal dönüşüme tutunamayanlar statü kaybına uğrarken, endişeleri nefrete dönüştü. “Yerlici ve millici” otoriter-popülist siyasal liderler, koruyucu-kollayıcı şefler, sol veya sağ etiketli yeni kapitalizm elitlerine karşı bu tepkileri yoğunlaştırarak, artık seçim yarışlarında ön sırada yer alıyorlar. Buna karşı panzehir demokrasiden vazgeçmek midir yoksa onu sandık ve sokağa indirgeyen ikilemden kurtarıp, her zaman, her yer ve her koşulda gerçekten hayata geçmesini sağlamak mıdır? Korkarım Trump seçimi kaybettiğinde yönetici elitler gene dört yıl bu soruyu rafa kaldıracaklar.