Gündem

Prof. Cihangir İslam: İtiraflar hedef şaşırtmaca, asıl sorun teğet geçiliyor

"Atatürkçülük de tıpkı din gibi arkasına saklanılan bir zırh gibi"

13 Kasım 2017 14:08

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın “Biz bu şehre ihanet ettik, hâlâ daha ihanet ediyoruz, ben de bundan sorumluyum” sözleriyle başlayan itiraflar silsilesine yenileri eklendi. Konuyla ilgili olarak "Bedel konusundan önce retoriğin ele alınmasından yanayım" diyen Prof. Dr. Cihangir İslam, "Bence bu, mağduriyet siyasetinin verdiği o hesap sorulamazlık, o dokunulmazlık zırhının psikolojik temelde devamı gibi. İnsan hakları, hukuk devletinin gördüğü zarar, yolsuzluklar gibi konuları teğet geçerek sadece çevre üzerinden günah çıkarmanın şöyle bir yansıması olabilir vatandaş veya hepimiz üzerinde; 'Bakın, özeleştiri de yapıyorum!' Ama şunu soralım, bugün 200 bin kişi açığa alınmış, 120 bin kişi işini kaybetmiş, 55 bin kişi hapiste, 17 bin kadın hapiste, 2000’nin üzerinde çocuk hapiste, 668 bebek hapiste, 50 civarında KHK’lı canına kıymış. Dolayısıyla bu itirafları bir hedef şaşırtmaca olarak görüyorum" ifadesini kullandı.

Evrensel'den Serpil İlgün'ün  Prof. Dr. Cihangir İslam ile söyleşisi şöyle:

Geçtiğimiz haftanın sıcak gelişmelerinden biriyle başlayalım. Başbakan Binali Yıldırım’ın çocuklarına ait denizcilik şirketinin vergi cenneti Malta’daki ‘off-shore’ şirketleri arasında yer almasını nasıl değerlendirdiniz?

Burada önemli olan şu; Başbakanlık gibi Türkiye’de rantın ve ihalenin dağıtımında da çok önemli bir konumda olan kişinin yakınlarının iş hayatında bu kadar aktif rol alabilmesi, çok büyük etik bir sıkıntıdır. Bu, kaba bir benzetmeyle hem sanık, hem hakim olmaya benzer. Bunlar yanlış işlerdir.

‘Küresel ticarette bunlar normal karşılanmalı’ diyen Yıldırım, çocuklarının devletten ihale almadığını söylemişti, ancak aldıkları belgelendi. Diğer yandan konuyla ilgili Meclis araştırması isteyen HDP’nin önergesi AKP oylarıyla reddedildi...

Reddedilmesi bence ikinci ve daha büyük ayıptır. Eğer bu legal bir işse bütün defterlerin müfettişler tarafından incelenmesi, hadi etik kısmı bir yana bırakalım, en azından hukuki bir sorun var mı yok mu değerlendirmeye alınması gerekirdi.

Önergenin reddedilme gerekçesini de hatırlatalım; Başbakanın itibarsızlaştırılmaya çalışılması...

Burada itibarsızlaştırma, sultayı elinde bulunduranların hukuksuz davranıp davranmadıklarıyla alakalı değildir. Burada itibar, sultayı elinde bulunduranların ve yakınlarının bu tip işlere tamah etmemesiyle ölçülür. Rahmetli Aliya İzzetbegovic’in (bağımsız Bosna Hersek’in ilk Cumhurbaşkanı) güzel bir lafı vardır, özetle şöyle der: “İktidara geldiğinizde hal ve hareketlerinize dikkat edin, kibirli olmayın, size ait olmayanı almayın, güçsüzlere yardım edin ve ahlak kurallarına uyun.”

İzzetbegovic, başkanlık sonrası 50 metrekarelik bir dairede hayatını tamamlamış bir insandır. Sık sık gündeme getirdikleri ve örnek aldıklarını iddia ettikleri Peygamberimizin hayatıyla da herhangi bir alakalarını göremiyorum.

Bugün gerek İslam değerler sistemi, gerekse batılı değerler sistemi içerisinde bir başbakanın çocuğunun bu şekilde davranması etik açıdan hoş karşılanmaz. Bunun altını rahatlıkla çizebiliriz.

Ya da bunun bir maliyeti olur...

Tabii. Ama biz iktidarda olanların bedel ödemediği bir iktidar cennetinde yaşıyoruz. Bedeli genellikle savunmasız olan sıradan vatandaş veya iktidara karşı duran muhalifler ödüyor.

Bedel ödemekten devam edersek, malumunuz AKP cephesinde son dönemde itiraflar sağanağıyla karşı karşıyayız. Erdoğan’ın, ‘Biz bu şehre ihanet ettik, hâlâ daha ihanet ediyoruz, ben de bundan sorumluyum’ itirafına şehirleşmeden çevreye, sağlıktan eğitime yenileri ekleniyor. Son derece yıkıcı, tamiri imkansız ‘hatalar’ itiraf ediliyor ancak istifa gibi mekanizmalar işletilmiyor. Erdoğan ve partisi, duymaya pek alışık olmadığımız bu itiraflardan sizce nasıl bir yarar sağlamayı umuyor?

Bedel konusundan önce retoriğin ele alınmasından yanayım. Bence bu, mağduriyet siyasetinin verdiği o hesap sorulamazlık, o dokunulmazlık zırhının psikolojik temelde devamı gibi. İnsan hakları, hukuk devletinin gördüğü zarar, yolsuzluklar gibi konuları teğet geçerek sadece çevre üzerinden günah çıkarmanın şöyle bir yansıması olabilir vatandaş veya hepimiz üzerinde; “Bakın, özeleştiri de yapıyorum!” Ama şunu soralım, bugün 200 bin kişi açığa alınmış, 120 bin kişi işini kaybetmiş, 55 bin kişi hapiste, 17 bin kadın hapiste, 2000’nin üzerinde çocuk hapiste, 668 bebek hapiste, 50 civarında KHK’lı canına kıymış. Bir rakam daha verelim; 386. Bu da Saray’ın arabalarının toplamı. Buradaki 668 bebekle, 386 araba birbiriyle çok alakasız rakamlar gibi görünüyor ama değildir. Bunlar aynı zihnin ürettiği, kendi mantık evreninde birbiriyle çatışmayan, değerler dizgesinde de birbiriyle örtüşen şeylerdir. Dolayısıyla bu itirafları bir hedef şaşırtmaca olarak görüyorum. Özeleştiriyse yetersizdir. İnsan hakları konusunda ne yaptınız? Neden hukuk devletinin önünü kapattınız? Neden işlerini kaybedenler mahkemelere gidemiyor? Neden insanları sorgusuz sualsiz aylarca yıllarca içerde tutuyorsunuz? Bu konuda ne zaman pişmanlık duyacaksınız? Harcamalarınız hakkında ne zaman bilgi edineceğiz? Bunların cevabını verin.

Atatürkçülük de tıpkı din gibi arkasına saklanılan bir zırh gibi

Atatürkçü kesimlerin, Atatürk’ün ders kitaplarında, kamusal hayatta görünürlüğünü azalttığı, ulusal gün ve bayramları önemsizleştirdiği için tepki gösterdiği Erdoğan ve partisinin, bugün Atatürk, Cumhuriyet, Cumhuriyet değerleri vurgusunu öne çıkarmasının esbab-ı mucibesi size göre nedir?

Din tarih boyunca en çok suistimal edilmiş müessesidir siyasiler tarafından. Ama Türkiye’nin yakın tarihinde bir şey daha var, Atatürkçülük. Arkasına saklanılarak zırh gibi kullanılmış ve çok uygunsuz işler yapılabilmiş bir şeydir. İster siyasi manevra, isterse resmi ideolojinin tahkimi olsun, ikisi de problemlidir. Cumhuriyet de siyasi bir araç olarak kullanılmayacak ortak bir değerdir. Devlet bir yorumu, bir ideolojiyi resmi hale getirmemeli; her gruba ve bireye eşit mesafede olmalı. Bugünün sorunu çoğulcu demokrasiden uzaklaşmaktır. Bize çoğulcu demokrasiden bahsetmeliler.

Kimi yorumculara göre bu taktik, referandumda evet oyu vermeyen ama oy verme potansiyeli taşıyan ulusalcı, Kemalist kesimlerin 2019’da oylarını garanti altına almaz ama içerde ve dışarıda artan sıkışmaya karşı oluşacak tepkileri soğurtur ya da en azından onları tarafsızlaştırır. Katılır mısınız?

Bir başka yorum da bu kesimleri CHP’den koparmak. İYİ Parti’ye CHP’den önemli bir kitlenin geçebileceği ifade ediliyor. Sağlıklı anketlere bakmak lazım. Referandumda gördük ki AK Parti kritik bir eşikte. Dışarıdan da sıkıştırılıyor. İktidarın prestijini sarsabilecek bir takım gelişmelere karşı içerinin kendi etrafında örgütlenmesi olabilir. Sözü edilen Kemalist kesimlerin impakt faktörü oy oranından daha önemli de olabilir.

Yanlıştan dönmek, dünyevi cezayı ortadan kaldırmaz

Sorumluluğun muhatapsızlaştırılması meselesi darbe sonrasında ‘Kandırıldım. Rabbim ve milletim beni afetsin’ sözleri sarf edildiğinde de tartışılmıştı. Gülen Cemaati ülkeyi felakete sürüklediyse, kim ona bu zemini sundu? Sizin kandırılmanızın maliyeti olmuyor da örneğin Zaman gazetesine abone olanın neden oluyor? İktidar bu soruları zaten sevmiyor ama asıl mesele biraz da bu soruların gündemde tutulamaması, ne dersiniz?

Algı yönetimi var bir defa. Bizler hiçbir zaman esas gündeme sahip olamıyoruz. En başta “Ben ne istediyseniz verdim, ama siz bana nankörlük ettiniz” demek bir felakettir. Bu sizin şirketinizdeki iş ortağınız değil ki, devlet yönetiyorsunuz. Geçmişte birçok siyasi harekette, uğranılan siyasi başarısızlığın adeta Allah’ın takdiri gibi sunulduğunu işitmişizdir. Ama bizim sorumuz cüzi iradeniz ve onun neden oldukları üzerine. Sizin buradaki sorumluluğunuz nedir? Meseleleri sizin yönteminizle ele alırsak hiçbir gerçek suçludan da hesap soramazsınız. Ben diyorum ki, bu sorumluluk tümüyle size aittir, sizin kararlarınız, imzalarınız ve uygulamalarınızdır. Devlet yönetiminde temel ilkeler çiğnenmiştir. Yanlıştan dönmek, arınmak doğru bir şeydir ama yanlıştan dönmek, yani tövbe etmek dünyevi cezayı, yaptırımı ortadan kaldırmaz. Bunların siyasi bedeli, yasal karşılığı nedir, meselemiz bu.

Ortak akla dayalı siyaset, muhafazakar kesimden de destek bulacaktır

Referandumdan alınan yüzde 49’un 2019’a nasıl taşınacağına ilişkin çeşitli formüller, görüşler, öneriler sunulsa da, ‘Nasıl?’ sorusu yanıtını bulmuş değil. Sizin de en başından bilfiil yürüyerek katıldığınız Adalet Yürüyüşü beklentiyi yükseltmişti, lakin geldiğimiz noktada ne olacak, nasıl olacak, sorusu orta yerde duruyor. Sizin yanıtınız ne?

Meseleye AK Parti gitsin de ne olursa olsun diye bakılırsa Türkiye gerçekten daha büyük bir hüsranla karşılaşabilir. Bir arada yaşama iradesini ayakta tutmak ve bunun ahlakını oluşturmak ve toplumsal ilişkiyi bunun üzerinden kurmak ancak Türkiye’de o özlediğimiz istişareye, ortak akla dayalı siyaseti oluşturabilir. Buna muhafazakar kesimden de çok insanın gönüllü olarak katılacağına inanıyorum. Biliyorum ki o insanlar helal ekmek peşinde koşan, ailesini geçindirme, çocuğunu okutma derdinde olan, başka insanların kötülüğünü istemeyen insanlar... Ama böyle bir hareket öncelikle kendi iç disiplini ve etiğini oluşturmalı ve kendini olumluluklarla sınırlandırmalı.

Nasıl?

Yani yarın öbür gün neler yapmayacağını söylemeli en azından. Buradaki en büyük problemlerden bir tanesi şu; bugün AK Parti maalesef rövanşist bir tutuma girmiştir ve kendimi o yönden de daha da mesafeli hissediyorum kendilerine. Türkiye’de tabandan gelen bu dip dalganın böyle bir rövanşist anlayışa değil de adaleti tesis eden ve bunu her noktada toplumun derinliklerine kadar uygulama çabasında olan bir hareket olması lazım. Ama bu da gerçekten çok büyük bir efor, büyük bir gayret gerektirir. Bunu başardığı ölçüde başarılı olacaktır. Yani toplumda bir rasyonelleşme ön plana çıktığı zaman insanlar katı yapıların içinden çıkıp, bu rasyonelliğin içine rahatça adım atabilecektir.  

İnsanlar ne bir mehdi bekleyişine girsin, ne bir kurtarıcı arasın. Kimse mezarından çıkıp bizi kurtarmayacak, biz kendi ortak aklımızla bir arada yaşama iradesini ayakta tutarak, ama birbirimizin de güvencesi olarak, birbirimizin haklarının garantörü olarak bu toplumda yeni bir siyasi çığır açabilir, siyasetin çıtasını yükseltebiliriz. Bu hem tabandan gelir, hem çoğulcu olur, hem de bir arada yaşama iradesini yükseltir. Referandumdaki hayır oylarının özellikle bir arada yaşama iradesine atıfta bulunan oylar olduğunu düşünüyorum. O yüzden çok kıymetli. Hayatı bir mücadele alanına değil de bir dayanışmaya çevirmek bizim elimizde.

'Hayır' oyları kutuplaşmayı kırma çabasıydı, bu çaba daha da büyüyecekti

Mecliste bekleyen uyum yasaları kapsamındaki iki mesele, siyasetin sıcak tartışma konuları arasında. Yüzde 10 barajı ve siyasi partiler arasında ittifak yapılmasının legal hale getirilmesi. AKP nasıl bir strateji izler?

Görünen o ki AK Parti ittifaka ihtiyaç duyuyor. Görüşüm barajın tamamen kaldırılıp ittifakların önünün açılmasıdır. Şemsiye hareketlerin seçime girebilmesi sağlıklı olur. Çünkü bunu yapabilmek için siyasi partiler bin bir takla atıyor ve zaten aşağı yukarı hepsi yapıyor! Bugüne kadar bekletilmesi zaten siyaseten ayıplanacak bir şeydir. Hatırlarsanız, AKP’nin iktidara geldiği 2002 seçimlerinde iki parti Meclise girmiş, yüzde 40’ın üzerinde oy çöpe gitmişti. Bunun tekrarlanmaması için herhangi bir neden yok bugün.

Böyle bir risk görüyor musunuz? Anketlerin ortalamalarına bakılırsa sadece MHP baraj sorunu yaşıyor görünüyor. Nitekim, düne kadar barajın düşürülmesine karşı çıkan Bahçeli’nin ‘Yüzde 10 barajı düşürülsün’ çıkışı da baraj altında kalma endişesine bağlandı biliyorsunuz...

Bence böyle bir risk var. AK Parti ve CHP dışında barajı aşabilen parti olmazsa Türkiye’deki siyasi huzursuzluk çok artar. Çünkü temsil, siyasette illegal faaliyetleri de engelleyen bir şeydir, o yüzden temsilden korkmamak lazım, hatta bana sorarsanız mutlak dar bölge ve bakiye sistemi ile partilerin gücünün zayıfladığı, şahısların biraz daha ön plana çıktığı, her partinin oranınca sandalye kazandığı bir sisteme gidilmesi lazım.

İYİ Parti’nin söylendiği gibi yüzde 15 ve üzerine çıkmasını mümkün görüyor musunuz?

Şu an bir şey söylemek için çok erken. Ama gerek İYİ Parti, gerekse CHP, HDP’den henüz bütün Türkiye’ye sirayet edebilecek bir çalışma gelemediği için AK Parti’de siyaset yapanların ve AK Parti’ye oy verenlerin kolaylıkla yönelebileceği -şu an için söylüyorum- alanlar yok. İkincisi; bir de “Benden değilsen düşmanımsın” ilanı var. Bu da kolay göze alınamayacak ikinci bir bariyer haline geliyor. Kamplaşmanın getirdiği tel örgülerle bunu üst üste koyduğumuzda siyaset gerçekten kilitlenmiş durumda. Akşener hareketi ne kadar AK Parti’lilerin kapısını çalabileceği bir hareket olacaktır veya CHP kemik oyunun ne kadar üzerine çıkacaktır ya da tersine Akşener hareketine mi kaptıracaktır?.. Bu sorular henüz yanıtı bulmuş değil. Bulduğu oranda bu siyaset tekeli kırılacaktır.

Bakın, kamplaşma-kutuplaşma topluma dayatılmış çok büyük kötülüklerdir ama bunları aşabiliriz. Hatırlayın, referandum da evet kapısı yüzde 60’tan açılıyordu, 67’ye kadar da tahminler yükseliyordu ve zaten yüzde 62-63 AKP ile MHP’nin ham toplamıydı. Ama o ittifaktaki beş seçmenden biri ‘Hayır’ oyu verdi. Bu çok önemli. Seçmen hem kutuplaşmayı kırmaya çalıştı hem de en azından AK Parti’nin kendini garantide hissetmemesi gerektiği yönünde mesajlar verdi. Hayır verenlerin en önemli mesajı bir arada yaşama iradesi beyanıydı. Ben bu mesajların daha gelişip büyüyeceği kanaatini taşıyorum.

Seçtiğiniz insan bir fermanla görevden alınamaz

Röportaja başlamadan önce yaptığımız sohbette AKP’li belediye başkanlarının görevden alınmasını konuşurken, gerekçe sunulmamasının altını çizmiştiniz. Bu, ağırlıkla şehir, çevre, altyapı meseleleriyle ilgili yapılan itiraflarla, belediye başkanlarının azledilmesi de gerekçelendirilmiş mi oluyor? İtirafların böyle bir alt metni de olabilir mi?

Doğrusu bunların altında ne yatıyor tam olarak bilmiyoruz. Ama şuna vurgu yapmak istiyorum; Bakın, bütün hukuk sistemlerine musallat olan tarihi bir bela vardır; ikili hukuk. Yani aynı maddenin farklı sosyal statülerde veya sınıfsal konularda olana başka, avama başka türlü uygulanması meselesi. Bugün biz böyle bir şey yaşıyoruz.

Belediye başkanlarının görevden alınmasına gelirsek, burada mesele sayın Kadir Topbaş’a, Sayın Melih Gökçek’e oy verip vermemek meselesi değildir, onları sevmek veya nefret etmek meselesi de değildir. Eğer önümüze bir sandık kondu ve bu toplum bunları başkan seçtiyse, buradaki demokratik sorumluluk bütün topluma aittir.

Açar mısınız?

Şunu söylemek istiyorum, belediye başkanlarının bu şekilde görevden alınması her gün dillendirilen ve hepimizin saygı duyduğu millet iradesine de saygısızlıktır. Bizim seçtiğimiz bir insan bir fermanla, siyasi baskıyla görevinden alınamaz. Diğer yanı da şu; “istifa et, yoksa hukuku işletiriz” tehdidini hepimiz işittik. İyi ama hukuku işletmek kendiliğinden oluşan bir mekanizmadır. Hukuk devletlerinde hukuk böyle işler. Ne cumhurbaşkanının ne başbakanın ne de bir başka iktidar mensubunun haddi değildir hukuka yön vermek. Tabi burada demokratik hukuk devletlerinden söz ediyorum. Eğer işletilmesi gereken bir hukuk varsa, ne duruyorsunuz, bunu işletin. Yok, işletilmesi gereken bir hukuk, dolayısıyla bir suç yoksa yargıyı istifa için adeta bir silah olarak kullanıyorsanız bu siyasi bir şantajdır.

Vurguladığınız gibi, belediye başkanlarının gönderilme biçimi hukukun araçsallaştırıldığının en somut örneklerinden birini teşkil etti. Diğer yandan şu soru da yanıtını bulmadı: belediye başkanları istifa etti, tamam. Peki dosyalara ne oldu, rafa mı kaldırıldı?

Belirttiğiniz gibi, gerçekten hukuku gerektiren bir konu varsa sadece istifa sorunu çözemez, hukuk işlemeli. Ama bunların hepsi şeffaf biçimde kamuoyu önünde olmalı. Siz bir memuru bir gazete alıyor, bir bankada hesabı var diye terör listesine sokup işinden atıyorsunuz, ama öbür tarafta iktidar kesimine yakın ancak cemaate veya cemaatin daha ileri çalışmalarına katılmış insanların bir kovuşturmaya uğramadığını görüyoruz. İktidara yakınsanız ve söz dinliyorsanız başınıza bir şey gelmeyebilir ama muhalifseniz başınıza her şey gelebilir. Verilen mesaj uzun zamandır bu.

Bir partiyi kendi uhdesinde tutan gücün, yani genel başkanın kendine ters düşen isimleri, bugünkü hukukun işlemezliğini bahane kılarak istifaya mecbur bırakması ve kolay bir tasfiye yoluna gitmesi esas meseledir. Bugün HDP’nin 102 belediyeden 94’üne kayyım atandı ve önemli bir kısmı tutuklandı. Burada herhangi bir önyargı içinde değilim, mevzuata aykırı davrananı da olabilir fakat bir ülkede 100’e yakın belediye başkanı, eş başkanı işinden oluyor. Belki yarın CHP’den veya MHP’den isimlere de aynı yöntem uygulanacaktır, ki, bunun da işaretleri verilmiştir. Bunun altında ne olduğunu, yani FETÖ bağlantısı mı, yolsuzluk mu, bilemiyoruz ama yarın öbür gün seçim zamanı kürsüye çıktığında da “bakın ben ayırımcılık yapmadım sadece HDP’den sadece CHP’den almadım kendi partimden de aldım” diyebilecek. Kanaatimce bu da hesaplanıyor olabilir.

"AK Parti ya hep, ya hiç formülüyle çalışıyor"

Belediye başkanlarına yönelik operasyonun parti içinde, özellikle de belediye başkanları arasında “acaba sıra bizde mi” tedirginliğine yol açtığı, tasfiyelerin tabana anlatılamadığı, yeni görevden almaların bu nedenlerle bir süre dondurulduğu söyleniyor. Tasfiyelerin parti içinde bir krize dönüşüp dönüşmeyeceği konusunda sizin gözleminiz ne?

Kanaatimce AK Parti geçmişte ANAP örneğinde olduğu gibi ya hep, ha hiç formülüyle çalışan bir partidir. Bakın, itaatin de bir meşruiyeti, hukuki kuralları, ahlaki normları vardır ve olmalıdır ama insanların hesap vermekten imtina ettiği durumlarda sertleşme ve mesafelilik görüyoruz çünkü soru sorulmasından rahatsız olabiliyorlar. Bugün AK Parti yönetiminde böyle bir sıkıntı vardır. AK Parti neticede milli görüş çizgisinden koparken reel siyaset yapacağını ifade etmiştir. Reel siyasetin karşılığı salt maddi ilişkilerle, yani pastanın, rantın bölüştürülmesi şeklinde okunabilir. Neticede kimin hangi ihaleyi alacağı, hangi taşeronla çalışacağı vs. tüm bunlar tek elden ve en yukarıdan tespit edilen şeyler. Sistem son derece detaylı, örgütlü ve kendi içinde “başarılı” kurulmuştur ve bu anlamıyla AK Parti Türkiye’deki herhangi bir siyasi geleneğe oturmaz. Ne, milli görüş geleneğine ne Türk milliyetçisi hareketle, ne de ittihat terakki kaynaklı hareketlerle de tam örtüşmez.

Siyasi İslamcı bir parti olmadığını da söylüyorsunuz…

Evet, tamamen sentetik bir yapıdır. AK Parti daha hormonlu ve daha geliştirilmiş, daha yeni versiyon bir ANAP hareketi gibidir ama bu tip yapılar menfaatle ilişkisi biter bitmez en yukarıdan itibaren çözülmeye başlarlar ve bir anda çok küçük bir orana düşebilirler.

Milliyetçiliğin içine sıkışmış, statüko yanlısı olmuş bir parti var karşımızda

İstifalar AKP’nin ittifak ettiği yeni güçlerin ranttan nemalanma taleplerine cevaz verme ile de ilişkilendiriliyor. Katılır mısınız?

Orada enterasan bir nokta var. Evet, yukarıdan bir takım yeni ittifaklar kuruldu. Bakıyorsunuz Vatan Partisi ve Doğu Perinçek hareketi AK Parti’yle son derece yakın bir dil kullanabiliyor. Tabii ittifaklar meselesinin görünmeyen kısmında ne oluyor, bilmiyoruz. Ama AK Parti içinde başka bir durum var, bana göre AK Parti hani twitter hesabı gibi biraz ele geçirilmiş bir parti halinde belli bir süredir.

Bunun altını doldurur musunuz? Kim ele geçirdi, ittifak ettiği güçler mi?

Bakın AK Parti iktidara gelirken bu ülkeye çoğulcu demokrasi, eşit vatandaşlığı hatta ileri demokrasiyi vaat ederek geldi, yani sadece kalkınma vaatleriyle değil. Herkese inandığı gibi yaşayacak, herkes kültürel kimliğini koruyacak, bir Türk nasıl yaşıyorsa, bir Kürt de öyle yaşacak filan… şimdi baktığınızda adeta MHP’nin paraleline girmiş, muhafazakarlıktaki o sinik milliyetçiliğin çok gerisine düşen bir milliyetçi anlayışı görüyorsunuz. Milliyetçiliğin içine sıkışmış, sağcılaşmış yani statüko yanlısı olmuş bir parti var karşımızda. Oysa statüko karşıtlığıyla gelmişti.

Bu bilinçli bir tercih değil mi peki?

Demek istediğim kendinden beklenmeyen şeyleri yaptığı için böyle bir intiba verdiği. Ben AK Parti’nin politikalarını genel olarak hiçbir zaman desteklemedim ama geçmişte, demokratikleşme hamleleri, çözüm süreci vs.gibi desteklediğim hamleleri de oldu. Ama bir anda bir frene basıldı, olduğu yerde bir U dönüşü yapıldı. Bugün, yapılanların 90’lardan ne farkı olduğunu konuşuyoruz. 90’larda bir mağduriyete uğradığımız zaman mahkemelere gidiyorduk, mahkemelerin o dönemde de tümüyle bağımsız olduğu iddiasını kimse taşıyamaz ama en azından hukuka uydurulma çabası vardı. Şunu da teslim edelim, o günlerde hakim gibi hakimler de vardı ve kararlarını da veriyorlardı. Ama bugünkü hukuk sisteminde maalesef 90’ların da gerisine düşmüş durumdayız.

Barış İçin Akademisyenler bildirisine imza attığı için şubat ayında KHK ile Kafkas Üniversitesi Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim Dalı’ndaki görevinden ihraç edilen Prof. Dr. Cihangir İslam, Saadet Partisi ve Has Parti kurucuları arasında yer almasının yanı sıra, Mazlum-Der kuruculuğu ve yönetim kurulu üyeliği yaptı.