Ekonomi

Prof. Boratav: Ücret ayarlamaları 6 aylık enflasyon üzerinden yapılıyor; çalışanın lehine değil

"Türkiye'de siyasi iktidarın bugünkü sınıfsal dayanakları, bir dönüşümü gündem dışı kılıyor"

25 Aralık 2017 17:50

İktisatçı Prof. Dr. Korkut Boratav, ücret ayarlamalarının 6 aylık enflasyon üerinden yapıldığını hatırlatarak, "Bu yöntem, ‘refah artış payı’nı, yani ekonominin büyüme oranını dikkate alan bir öğe içermediği için çalışan lehine de olmuyor" dedi.

Bir yılı aşkın bir süredir devam eden OHAL uygulamalarının da ekonomide ciddi bir sıkıntı yarattığına dikkat çeken Prof. Dr. Boratav, yabancı sermaye girişlerinin OHAL dönemini içeren son 12 aylık dökümüne de bakıldığında kalıcı özellik taşıyan doğrudan yabancı yatırımlarının toplam sermaye girişine oranının yüzde 26 olduğunu, bunun OHAL öncesini temsil eden 2015’te yüzde 48 olduğu bilgisini verdi.

Cumhuriyet'ten Olcay Büyüktaş'ın sorularını yanıtlayan Prof. Dr. Korkut Boratav'ın açıklaması şöyle:

- Enflasyon tahminlerinin Merkez Bankası ve OVP’deki şekliyle tutması biraz zor görünüyor. Sizin bu konudaki öngörüleriniz nelerdir?

Memur ve emekli maaşları, asgari ücretler, kamu sektörü işçilerinin yıllık zam oranları, büyük ölçüde TCMB’nin yıllık enflasyon hedeflerine bağlanıyor. Özel sektörde artık sembolik düzeylere inmiş olan toplu sözleşmelerde de aynı hedefler önemli rol oynuyor. Altı aylık dönemlerin sonunda gerçekleşen enflasyon bu oranları aşarsa gecikmiş bir ayarlama yapılıyor. Bir kere bu yöntem, “refah artış payı”nı, yani ekonominin büyüme oranını dikkate alan bir öğe içermediği için, normal (yani ekonominin küçülmediği) yıllarda emekçilerin milli gelirdeki paylarını aşındıran bir sapma içeriyor. Ayrıca TÜİK’in enflasyon hesabında kullanılan ağırlıklar, tipik emekçi ailelerinin tüketim sepetinden farklı ve onların gerçekte yaşadığı enflasyonu yansıtmıyor.

Sağlıksız büyüme

- Yapılan tüm teşviklere ve yardımlara karşın işsizlik istenilen boyutta önlenemiyor...

Aylık ortalamalara bakıldığında bu yıl içinde işsizlerin sayısı, 2017’ye göre yüzde 11.7 artmıştır. İşsizlik oranlarının ortalaması ise yüzde 10.6’dan yüzde 11.5’e yükseldi. İstidamda sekiz aylık artış yüzde 2.6’dır. TÜİK’e ve hükümete göre ekonomi ilk altı ayda yüzde 5.2 büyüdü ve 2017’nin tümünde ise yüzde 5’i aşan bir büyüme oranı öngörülmekte. İstihdamdaki artış temposunun milli geliri yarı yarıya geriden izlediği nasıl açıklanabilir? Ya milli gelir hesapları yanlış ya da ekonomi, istihdam yaratmayan sağlıksız bir büyüme içinde.

Özetle, Türkiye’de faal nüfustaki artışları tümüyle istihdam edebilecek büyüme temposu gerçekleşemiyor. Yapısal bozuklukları istatistiklerle oynayarak görünmez kılabilirsiniz; ama, insanlarımızın günlük hayatlarında yaşadıkları işsizlik gerçeğini yok edemezsiniz. Doğru teşhis yoksa, çareleri tartışmaya başlamak anlamsızdır.

- Dolar ve Avro’daki yukarı yönlü hareket sizce nereden kaynaklanıyor ve sonuçları neler olacak?

Son iki yılda Batı borsaları kesintisiz yükselmiş; “yükselen piyasalar” denilen büyük çevre ekonomileri de bu balonlaşmadan nasibini almıştır. Türkiye de 2016’nın ikinci yarısında darbe girişiminin yol açtığı kesinti dışında aynı dalgadan yararlandı. Nitekim bu yılın ilk dokuz ayında yabancı sermaye girişleri 2016’ya göre yüzde 30 arttı; bu artış, özellikle “sıcak”, spekülatif akımlara dayanmaktaydı. Finansal balondaki sönmenin, önce “yükselen piyasalar”dan çıkışlarla başlayacağı tahmin ediliyordu ve bu doğrultuda bir hareketin ilk etkileneceği ülkelerin başında Türkiye gösteriliyordu. Bu ekonomik etkenlere iktidarın AB ve ABD ile gerilimleri de eklenince son bir ayda sıcak para hareketleri yavaşladı; kasımda çıkışlar başladı. Azalmaya başlayan döviz arzı, dış ticaret ve cari işlem açıklarındaki artışla birleşince döviz fiyatları yükseldi. TCMB, Cumhurbaşkanı’nın talepleri doğrultusunda politika faizini indirmeye kalkışırsa sıcak para kaçışlarının hızlanacağı kesindir.

- Ülkedeki cari açık bir başka sorunlu alanı oluşturuyor. Bu konuya ilişkin değerlendirmeniz ne olur?

2003-2007 arasında IMF’nin “enflasyon hedeflemesi” politikasına uyan AKP iktidarı, yüksek faiz /ucuz döviz ikilisine teslim oldu ve ekonominin dış bağımlığının hızla yükselmesine katkı yaptı. Sonunda belli bir büyüme temposunun yol açtığı ithalat gereksinimi ve buna bağlı cari açık oranı yukarı çekildi; 1990’lı yıllara göre yüksek bir eşiğe yerleşti. Petrol fiyatlarında 2014-2016 arasında gerçekleşen düşme, bu eğilimi biraz yavaşlattı, ama bu olumlu etken artık son bulmuştur. 2017’de 40 milyar dolar civarında ve milli gelirin yüzde 5’ini aşan cari işlem açığının gerçekleşeceği anlaşılmıştır. Yüksek düzeyli, yüksek oranlı, ekonominin küçüldüğü 2008-2009’da dahi ortadan kalkmayan, kronikleşmiş cari açık, Türkiye ekonomisinin ağır bir yapısal sorunudur.

"Borçluluk durgunluk yaratır"

- Özel sektörün borçları tehlike oluşturur bir boyuta ulaştı mı, Merkez kısa vadeli borçlarını çevirebilecek düzeyde mi?

Şirketlerin net döviz açığı (pozisyonu) 2017 boyunca artmış; milli gelire oranı dokuz ayda yüzde 24’ten 27’ye çıkmıştır. Döviz fiyatlarında hızlı ve uzunca süren bir yükselme, yüksek döviz borçlusu şirketleri ve bunların alacaklısı olan bankaları sıkıntıya sokar. Yatırımları aşağı çeker; ekonominin durgunlaşmasına yol açar. Dış ortam daha da bozulursa milli gelirin düşmesi de gündeme gelir. Kısa vadeli dış borçların TCMB brüt rezervlerine oranı 2011’den bu yana kritik eşik olan yüzde 100’ü aşmış; 2017 Haziran sonunda yüzde 120.5’e yükselmiştir. Bu durum, şirketlerin ve bankaların dış borçlanmasını güçleştirmekte; maliyetlerini yukarı çekmektedir. Bu konuda tek olumlu gelişme, 2014-2016 arasında Türkiye’nin dış borçlarında kısa vadeli borçların payının yüzde 33’ten yüzde 24’e indirilmesi olmuştur. Ancak, bu eğilim 2017’de son bulmuş görünüyor: Bu yılın ilk altı ayında kısa vadeli dış borçlar 98 milyar dolardan 109 milyar dolara, toplam borçların yüzde 25.2’sine yükselmiştir. Tümüyle özel sektörden kaynaklanan bir artış söz konusudur. Döviz piyasalarında son günlerde başlayan gerilimin bankaları ve şirketleri artan tedirginliğe sürüklemesi de bu gelişmeyle bağlantılıdır.

"Kalıcı yatırım yarıya indi"

- Ülkenin içinde bulunduğu jeopolitik riskler, devam eden OHAL yatırımları nasıl etkiler?

2017’nin ilk altı ayında sabit sermaye birikimi içinde uzun vadede büyüme temposunu yukarı çeken makine-teçhizat yatırımlarının gerilediği belirlendi. Yabancı sermaye girişlerinin OHAL dönemini içeren son 12 aylık dökümüne de bakalım: Kalıcı özellik taşıyan doğrudan yabancı yatırımlarının toplam sermaye girişine oranı yüzde 26’dır. OHAL öncesini temsil eden 2015’te bu oran yüzde 48’di. Yatırımların ve sermaye hareketlerinin bileşimindeki bu bozulma nasıl açıklanabilir? Yerli ve yabancı sermaye açısından uzun vadeli yatırımlar için mülkiyet haklarının güvencesi esastır. OHAL’in bu açıdan bilançosu endişe vericidir. Türkiye’nin kredi puanını 2016’da “yatırım yapılamaz” konuma indiren Moody’s, bu kararının gerekçeleri arasında OHAL uygulamaları içinde kimi şirketlere dönük “el koyma” operasyonlarına referans vermekte; bunların “özel yatırımların korunmasını ve genel olarak yatırım ortamına dönük riskleri, belirsizlikleri, kurumlarda zafiyeti” artırmasını açıkça sıralamaktaydı. OHAL’in yarattığı bu istikrarsızlıklara AKP hükümeti ile Batı dünyası arasındaki kavgalı ortamın eklenmesi, yerli ve yabancı yatırımcıları ayrıca da etkilemiştir. Sermaye çevrelerinin endişeleri, tedirginlikleri en azından değindiğim istatistiklerle iktidara aktarılmış olmaktadır. İktidarın en tepesinde bu tür dolaylı mesajların algılanmadığı; dış dünyayı daha yakından izleyen siyasetçi ve bürokratlarda da tedirginliklerin yaygınlaştığı anlaşılmaktadır.

"Çözüm bu iktidarla zor"

- Bu ekonomik sorunlara karşı ne gibi çözüm yolları önerebilirsiniz?

Yukarıdaki tespitler, iki temel sorunu ortaya koyuyor: Büyüme hızı, işsizliği azaltacak düzeye çıkarılmalı ve bu dönüşüm dış bağımlılık hafifletilerek gerçekleştirilmeli. Bu sorunları aşmak için, bugünkü neoliberal modelin dışa dönük kurallarını reddeden, sermaye birikim oranını, üretken kamu yatırımlarının katkısıyla anlamlı boyutta yükselten ve sanayinin ithal bağımlılığını hızla aşağı çekmeyi hedefleyen planlamacı bir perspektif gerekmektedir. Ne var ki, kısa vadede hem dış borçların döndürülmesi hem de cari işlem açığının finansman zorunlulukları, böyle bir yaklaşıma geçişi fiilen köstekleyecektir. Bu engel, dış dünyayla ilişkiler köklü bir biçimde yeniden düzenlenmeden aşılamaz. Türkiye’de siyasi iktidarın bugünkü sınıfsal dayanakları, bu doğrultuda bir dönüşümü gündem dışı kılmaktadır.