Politika

Perihan Mağden'den Gülben Ergen'e: Hac ve umre pozlu müthiş bir imaj çalışması!

Perihan Mağden AKP'yi eleştirerek, 'Hadi Gezi’yi atlattın diyelim, 17 Aralık’ı nasıl atlatacaksın' diye sordu

12 Ekim 2014 15:23

Gazeteci yazar Perihan MağdenHabertürk'ün Genel Yayın Yönetmeni Erhan Çelik ile evlenen Gülben Ergen'e ağır eleştiriler yöneltti. Mağden, "AKP hükümetinin üzerimize tamamen çöktüğü bir dönemde, muhafazakar bir genel yayın yönetmenini bul ve onunla umre umre, hac hac, şirince şirince ve adım adım gözümüzün önünde seviyeli nişanlının beraberliğinde Nihat Odabaşı fotoğraflarıyla yürüt. Müthiş bir imaj çalışması" diye konuştu. "İlk defa hacda geçen bir reklam filmi izliyoruz" diyen Mağden, "Biz Gülben Ergen’in imanının kaç desibel olduğunu sürekli izlemek zorunda mıyız?" ifadesini kullandı.

Mağden, AKP hükümetine de, "17 Aralık soruşturmasında ortaya dökülen şeyler olmamış gibi yapıldı. Hadi Gezi’yi atlattın diyelim, 17 Aralık’ı nasıl atlatacaksın?" diye sordu.

Mağden, Ahmet Davutoğlu'nun Başbakan seçilmesini ise, "Dış politikasını dehşet içinde izlediğim, dış politikada yaptığı açılımları, saçılımları korku içinde izlediğim bir adam. Başbakan olunca yalnızca korkum arttı" sözleriyle yorumladı.

Radikal'den Armağan Çağlayan'ın sorularını yanıtlayan Mağden'in açıklamalarından satırbaşları şöyle:

 

Perihan Mağden: İlk defa hacda geçen bir reklam filmi izliyoruz

Bir gün köşe yazmaya dönecek diye sürekli bir beklenti var senin için. Mesela, Taraf’ta bir yazı yazdın, “aaa döndü” diye haberler çıktı. Dönecek misin yoksa artık benim için "köşecilik" mevzusu kapandı mı diyorsun? 

Köşeyi bırakalı beş buçuk yıl olmuş ve beş buçuk gün önce bırakmış muamelesi görüyorum hep. Çok ilginç geliyor bana. Beş buçuk yıl çok uzun bir süre ve çok ciddi bir kararlılık. Benim döneceğimi söyleyen insanların “nereye dönecek” demesi gerekmiyor mu? Nereye dönebilirim ki?

Yani diyorsun ki yazacak bir mecrada yok.

Benim için öyle. Evet.

Artık internet haberciliği diye bir şey var. Orada da mı kendini yakın hissettiği bir yer yok? Sen çok teknolojik bir insan değilsin ama belki kendi blog’unu açmak istersin.

Ben Radikal’den kovulmadım. Bu unutuluyor. Radikal’den istifa ederek gittim. İstifa etmemin nedenleri Türkiye’de hâlâ var ve artıyor. Türkiye’de ifade özgürlüğü yok ki. Mesela, Hürriyet Gazetesi’ne röportaj verdim. Röportajdan yola çıkarak Acun bana dava açtı. Bu normal mi artık? Bir de “hocam bana taktı” gibi çok takılan biri olduğumu düşünüyorum. Beni mahkemeye vermeye başbakan doyamıyor. Radikal’de yazarken de vermişti, Taraf’ta kısacık yazdım yine verdi. Sen hukukçu olduğun için daha iyi bilirsin. Eleştirinin sınırının nerede bitip hakaretin sınırının nerede başladığı son derece muğlak. Bu hakim ve savcıların yargısına kalmış ve onlar her şeyi hakaret olarak görme eğilimindeler. Son 3, 5 yıldır farklı kararlar çıkmaya başladı. Taraf’taki yazım için Recep Tayyip Erdoğan hem ceza hem tazminat davası açtı. Beraat ettim. Yine de bu kaderin cilvesi gibi. Rulet gibi. Masada nerede duracağı da belli değil hukukumuzun. Mahkemelenmekten bezdim. Ben mesela kendi kendime yazarsam, avukat işlerimle ve mahkeme işlerimle kim uğraşacak? Benim Radikal’den gitmemin bir nedeni birlikte yazdığım insanlardan hoşlanmamamdı. Öyle bir can ciğer kuzusu olduğum insanlar da yok ki internet’te yazayım. Bir de psikolojik olarak yazdığım zamanlar siyasi bir hayvana dönüşüyorum ya da gündemin hayvanına dönüşüyorum. Sürekli gündem içinde yaşıyorum. Aşırı sinirli bir hayat sürüyorum. Bunun karşılığı da yok benim için. Bütün bu nedenler yok olmadı ki döneyim.

Yazmıyorsun ama yine gündemi takip ediyorsun. Yine bir "gündem hayvanı" olarak yaşamaya devam ediyorsun bir yandan.

Ediyorum ama o kadar sinir krizi geçirmiyorum. Bana birisi cevap yazarsa daha çok bozuluyorum. Ya da mahkemeye verilirsem daha kinleniyorum. Şöyle bir tarıyorum. Mesela, gazete almıyorum ama medya sitelerini iyi kötü her gün tarıyorum. Köşe yazarıyken, köşe yazısı okuyordum. Kendimi onu yapmak zorunda hissediyordum. O zaman hakikatten deliriyordum. Birde köşe yazarlarından kendimi sorumlu hissediyordum. O kadar acayip derecede cahil, üslupsuz, şuursuz, ulusalcı, acayip, taraftar, fanatik tip tip köşe yazarı var ki… Onların hepsi bende intikam duygusu yaratıyordu. Şimdi kin ve intikam duygusunu yaşamıyorum en azından. Aaa birde bunu yazmış diye okuyorum. Yani mahallenin muhtarı gibi hissetmeye başlamıştım köşe yazarlığında. Bu histen kurtuldum ve bu iyi bir şey değil mi? Hayatımın yüzde 50’si rahatladı.

Hergün düzenli okuduğun köşe yazarı var mı hala yoksa arada denk gelirse okuduğun insanlar mı var?

Arada denk gelirse okuyorum. Zaten gazete almıyorum katiyen, hoşlaşmıyorum. Havaalanındaysam bir Taraf bir de Hürriyet alıyorum denge olsun diye. Düzenli okuduğum köşe yazarı yok ama Ümit Kıvanç’ın Riya Tabirleri diye kendi blogu var. Ümit Kıvanç’ın, Türkiye’nin en düzgün yazarı olduğunu düşünüyorum. Adam araştırıyor, soruşturuyor, akıl yürütüyor ve çok düzgün yazılar yazıyor. Ümit Kıvanç gibi bir köşe yazarı Türkiye için bir şans. Ama o da şu an basında değil. kendi blog’unda yazıyor. T24’teki bazı yazarları okumaya gayret ediyorum. Kırk yılda bir Ömer Laçiner bir yazı yazarsa okurum yoksa düzenli olarak birilerini takip etmiyorum.

Sen sadece siyaset değil, popüler kültürde çok yazıyordun. Aslında biz seni popüler kültür yazılarınla tanıdık daha çok. Hala popüler kültürü çok fazla takip ediyor musun? Bana göre Türkiye’deki siyasi gerilim popüler kültürü giderek öldürüyor. Sen de böyle mi görüyorsun yoksa biz mi çok politize olduk?

Bence başka nedenler var. Ben popüler kültürü elimden geldiğince yine takip ediyorum. O bir müptelalık. Benim popüler kültür tutkum bir adamın futbol tutkusu gibi. Artık eskisi kadar önemli ve sansasyonel star çıkmıyor, çıkmasına da imkan yok. İş ne de düğümlendi? Artık sahne hayatı yok. Sinema da yok. Nuri Bilge Ceylan bir oyuncuyu oynatıyor. Onun için disposable oyuncular. Bir sonraki filminde asla onu oynatmıyor. Şimdi televizyon dizilerinin başrol oyuncuları çok önemli. Onlar da o kadar seviyeli, dikkatli, özenli ki artık herkesin Çanakkale geçilmez gibi menajerleri var. O menajerler imajlarını o kadar vahşi canavarlar gibi koruyorlar ki… Mesela Çağatay Ulusoy’un bir röportajını okusan ne olur, okumasan ne olur. Serenay Sarıkaya hakeza. Beren Saat arada bir daha dürüst bir iki laf ediyor. Bu çocuklar robot çocuk gibi röportaj veriyorlar. Sorular önceden onlara gidiyor. Verecekleri cevaplar belli. Son derece prefabrik röportajlar veriyorlar. Bütün dünya starlarının yaptığı gibi, gündeme gelmek istedikleri zaman, mesela, Meryem Uzerli Almanya’dan işini süper idare etti. Ne yapıyorlar? Facebook’a bir fotoğraf yolluyor “bebeğim bebeğim, bebeğim ve ördeği” diyor. Bütün gazeteler bunu manşetten girebiliyor. Böylece Meryem Uzerli göz önünde oluyor ama son derece kontrollü bir şekilde göz önünde oluyor. Bebeğiyle ilgili kötü bir laf duymadan bize poposunu gösteriyor. Yeni kuşak televizyonda ünlü olan çocukların hepsi konservatuardan, Bilkent’ten çok daha üst orta sınıf, hatta üst sınıf çocukları. Ünlü olmak için başı gözü dağıtma niyetinde değiller. Televizyondan tıkır tıkır paralarını kazanıyorlar ve imajlarını da inanılmaz sıkı bir şekilde koruyorlar. Onun için de kalkıp da Ciciş’leri takip edecek halimiz yok. Şu an kendini expose etmeye hazır olan tiplerin zaten hiçbir değeri yok. Öbür tiplerde Instagram, Facebook, menajer, danışman ve röportajlarla kendini feci derece koruduğu için ilgi çekecek insan kalmadı Türkiye’de.

O yüzden mi artık televizyon star üretmiyor diyorsun?

Bence öyle. Starın rezil olma potansiyeli de önemlidir. Mesela, Amerika sürekli Lindsay Lohan’la uğraşıyor. Lindsay Lohan’ın hiç doğru düzgün bir filmi yok ama kendini rezil etmekle meşgul. Amanda Bynes diye bir kız var o da çocukken yıldız olanlardan. O da sürekli içkili ve deli deli peruklar takıp yakalanıyor. Bu ikisini takip ediyorlar çünkü bu ikisi sadece ‘fucked up’ durumda. Britney Spears bir zamanlar yapıyordu. Delirmişti, saçını kazıtıyordu. Aslında insanların ilgilendiği insani zaafiyetler sansasyonel skandal davranışları hiç kimse sergilemiyor artık. Hollywood’da da sürekli birinci bebeğim oldu, üçüncü bebeğim oldu. Gey adamlar da öyle. İşte ikinci çocuğumuzu evlat edindik, ikizlerimizle fotoğraf çektirdik. Herkes artık o kadar siyasetten doğrucu ve imajı o kadar mükemmel ki. Bu boşluğu mesela Kardashian ailesi dolduruyor. ‘White trash’ bir ‘reality’ show yürüterek. Bütün dünyada popüler kültürde böyle bir eksiklik var.

O zaman menajer sistemi Türkiye’de ve dünyada yıldız üretmeyi engelleyen bir sistem mi demek istiyorsun? Menajerlerde kendilerini şöyle pazarlıyorlar; “ben seni yıldız yaparım.”

Sonuç olarak iş yapıyor bu insanlar. İmajı koruyarak herkesin iyi aile çocuğu olarak iş yapmasını sağlıyorlar. Yıldız yapabiliyor ama eski tarz, benim senin hoşuna giden tarz yaralı yıldızlar, manyaklıklar, skandallar, façayı çizdirmeler artık ortaya çıkmıyor. Onlar çok iyi bir filtreyle kontrol ediliyor. Dünyada da, Türkiye’de de.

Bende bu sektörün içinde olan biri olarak o kadar façalı, yaralı, otokontrolü az olan bir starı kendi dizimde başrol oynatmazdım gibi geldi.

Oynatmazsın çünkü fabrika gibi artık. Sen onu ustabaşı yapmak istemiyorsun. İçip içip gelmesin. Dizideki karakterine zarar gelmesini istemiyorsun. Sadece dizideki karakteriyle tanınsın istiyorsun. Sen birini Muhteşem Süleyman rolünde oynatıyorsan, onun meyhaneden sarhoş çıkarken resmini görmek istemezsin. Aynı şekilde Batman rolünü veriyorsan, Ben Affleck’e, Batman’i dayak yerken görmek istemezsin. Artık oyuncular daha anonimleşiyor. Oyuncunun kimliği önemli değil, rol önemli.

O zaman artık insanlar değil roller star oluyor.

Evet aynen öyle.

Sen başka bir şeye bağlıyorsun. Bende toplum giderek tutuculaştıkça popüler kültürün ivme kaybettiğini düşünüyorum.

Hayır, sana Amerika’yı da örnek veriyorum. Amerika’da da durum böyle, Türkiye’deki durumla paralel ilerliyor. Kimse artık kendini arzu etmediği tarzda teşhir etmek istemiyor. Mesela, Leonardo Dicaprio Instagram hesabı açtı. “aaa Leonardo Dicaprio Instagram hesabı açtı” diye herkes büyük coşkuya kapıldı. Ne koydu Instagram’a? Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’yle görüşmesisin fotoğraflarını koydu çünkü çevreci. Aşırı çevreci. Bize yalnızca çevreciliğini teşhir etmek istiyor. Yazın Capri adasında koca göbeğiyle denize atlarken resim koymak istemiyor. Çevreci mesajlarını paylaşmak istiyor. Çok sıkıcı. Aslında siyaseten doğruculuk öldürdü bence popüler kültürü. Artık herkes aşırı derecede siyaseten doğruculuğa meraklı. Bence benim köşe yazarlığımın özlenen bir tarafı varsa benim siyaseten yanlışçı olabilme potansiyelimdir. Çünkü ben kişisel kin ve intikam içinde ne mücadeleler yürüttüm. Benim için siyaseten doğruculuktan daha önemli olan o anda hissettiklerim. Artık kimse siyaseten yanlışçılığı köşe yazarlığında da, artistlikte de göze almak istemiyor.

Senin bir ara en büyük tutkun realite şovları seyretmekti ya. Sence şu anda Türkiye’de bir realite şov yapılabilir mi? Toplum bunu kabul eder mi?

Bence toplum bunu kabul eder. Geçen gün Hindistan’da yapılan ‘Big Brother’ı "seyrettim. Hindistan bizden çok daha tutucu. Kadınlar gayet efendi efendi konuşuyorlar. Fakat Türk toplumu o kadar acayip bir neo muhafazakar krizde ve ihbarcılık hastalığına yakalandı ki… Herkes her şeyi ihbar ediyor. Kimse hiçbir şeyi kabul etmeyecek düzeyde. Yani artık muhafazakarlaştığımız için değil. Delirdiğimiz ve ihbarcılığı ileri safhalara götürdüğümüz için yapamayacağız. Mesela şu Niran Ünsal olayı nedir Allah aşkına. Yeni bir muhafazakarlığın bayraktarlığını yapmaya çalışıyor. “Çok okudum ben. İngiltere’de de böyley, çok okudum çok” diye konuşuyor. İngiltere’de George Michael bir klip yapmıştı. Blair’le Bush’u aynı yatağa koydu ve Blair’i Bush’un köpeği olarak çizdi. İngiltere’de böylesine bir ifade özgürlüğü var. Sen neden bahsediyorsun hanım? “Vay efendim Demek Akalın klibinde kalçasını gösteriyor” diye yola çıkarak muhafazakarlıkta sınıf birincisi olmaya çalışıyor. “Hocam bana bakın asıl muhafazakar benim” krizine girdi herkes. Çok sinir bozucu.

Bu dönemde en çok "yetmez ama evetçiler" eleştiriliyor ya. Sende "yetmez ama evetçiydin "ve o zamanda yazı yazıyordun.Şimdi bulunduğumuz yerden baktığında yine bir anayasa oylasak yine evet der miydin?

O zaman ki koşullarda AK Parti bugünkü kıvamını almadan bana yeni bir anayasa sunsaydı ve anayasa da demokratikleşmeyi ve AB standartlarına yaklaşmamızı önermişken benim evetçi olmamdan daha doğal bir şey olamaz. O gün evetçi olduğum için pişman falan değilim. Kendimi oradan oraya da atmayacağım. Aksine, Türkiye’de yaşayan muhtelif halkların ve benim bu kadar müşteki olduğum ve 12 Eylül vesayet anayasasını değiştirmeye gönlü el vermeyen başka unsurlar utansın. Böyle bir değişikliği bana vadeden kişiyi, partiyi, oluşumu benim desteklememden daha doğru bir şey olamaz. Bugün AK Parti bu şekilde ortaya çıksa kesinlikle yanında yer almam çünkü bu değişimi yapmayacağına eminim. O gün emin değildim, ümit ediyordum.

Bu yetmez ama evet diyen insanlar bir günah keçisine döndüler mi Türkiye’de?

Bence o feci bir şey. Mesela, Sezen Aksu’ya sürekli vur abalıya gibi. Sezen Aksu Türk siyasi tarihinde o kadar çok doğru zamanda kendini tehlikeye atarak o kadar doğru hareketler yaptı ki. “Hadi sen oradan Fethullahçı” falan demek ayıptır ve günahtır. Sezen Aksu yetmez ama evetçiyken de samimiydi, bugün AKP hükümetini eleştirirken, Berkin için şarkı yaparken, yazı yayımlarken de samimi. Bence ülkesindeki demokrasinin iyileşmesi için elini taşın altına sokmuş insanları bu kadar kara koyunlaştırmanın alemi yok. Bunu yapanlar da yine ulusalcılar ya da AKP fanatikleri. Onlar çünkü aşırı derecede kin ve intikam dolular.

Ülkeden mutlu musun şu anda?

Bu ülkeden nasıl mutlu olabilirim? Türk olduğum için mutluyum ve sonuç olarak her zaman Türkiye’de yaşamaya devam ediyorum. Eşim Amerikalı olduğu için Green Card almıştım ben. O zaman çokta ihtiyacım vardı ama bir iki yıl içinde iade ettim Amerika’ya çünkü hiçbir zaman Amerika’da yaşamayacağımı biliyordum. Türk olmaktan hiçbir zaman gocunmadım. Gocunmuş olsaydım şimdiye kadar 52 kere topuklardım. Her türlü maddi ve manevi imkanım vardı. Türkiye’nin daha iyi bir ülke olabilme ihtimalinin olduğunu zannetmiştim. Bunda yanılmışım gibi hissediyorum şimdi. Bu hem çok büyük bir düş kırıklığı hem de büyük bir üzüntü.

Beni artık alternatifsizlikte ilgilendirmiyor. Alternatifsiziz diye bu kadar şaibe altında ve bu kadar vermesi gereken hesapları vermemiş ve yapması gereken ödevleri yapmamış bir hükümetin yanında ben yer alamayacağım. O kadar irrasyonel davrandılar ki bende rasyonel bakamıyorum onlara. Çok büyük bir öfke içindeyim mevcut hükümete karşı.

Bir Türk insanının bu kadar öfkeli olmasını neye bağlıyorsun? Sadece sen değil, benim sokakta gördüğüm insanların yüzde 85’i öfkeli. Benim eskiden “bu adam politika konuşmaz” dediğim bir sürü insan artık politize olmuş. Karşı tarafa acayip öfkeli. Birbirimizi bu kadar duymayarak bir yere varamayacağız.

Çok kötü oldu. Mesela, 3-5 yıl önce toplumda bir takım şeylere tolerans artmıştı. Mesela artık bir AVM’ye girdiğinde türbanlı bir kadına terbiyesizlik yapılmayacak bir hale gelmiştik. Ya da ırkçı ve şapşal laflar söylemek yeni yeni ayıp bir şey oldu. Bu kadar güzel gelişmeler olurken birden bire sapan gibi geriye savrulmamız çok acıklı değil mi?

Sen Gezi olaylarının ilk başında biraz mesafeli davrandın. Niye koydun o mesafeyi? Ve sonra ne olduda döndün?

Ben açıkçası aşırı derecede ulusalcılığa ve ulusolculuğa alerjisi olan biriyim. Bunun bir çeşit Cumhuriyet mitingine evrilmesinden korktum. Ona karşı mesafeli durdum. “Allahım Yarrabim yeniden cumhuriyet mitingleri mi göreceğiz” dedim. Birde çılgınca Türk bayraklarının açılıp insanların Mustafa Kemal’in askerleriyiz diye bağırdığı bir meydanda ben kendime yer göremiyorum yani. Benim siyasi çizgim Türk milliyetçiliğini accomodate edecek bir siyasi çizgi değil. Çok geç yaştayım, benim böyle bir şeye dönüşecek halim yok. Onun için önce mütereddit yaklaştım ama iş o kadar çığırından çıktı ki… Sonuç olarak, o kadar insanın akın etmesi de böyle hislerle oldu. O küçücük oyuncak çadır ve yerlerde yatan insanlara, çadırını yakıp bu kadar manyakça biber gazı atmaya başlarsan ve sonra da işi insan öldürecek, insanları kör bırakacak bir şiddete çevirirsen ve kati suretle onları dinlemek istemezsen böyle olur. Sonuç olarak da bütün bunların sebebi oraya AVM yapmak. AVM yapma tutkusu gözünü karartmış AK Parti hükümetinin. Gezi Benim için çok çok çok büyük bir ayrışmadır ve ortadan ikiye ayrılmadır. Gerçekten ondan sonra AKP’ye hiçbir tahammülüm kalmadı.

Gezi'den sonra, gündelik hayatım değişmemiş olabilir ama ruhumda çok çok şey değişti. Siyasete bakışım da değişti. Ben AKP hükümetini için çok çok çok daha işte seçilmiş hükümetimizdir, demokrasi önemlidir falan derdim. Şimdi hala bunlara yapışmaya çalışıyorum, sadık kalmaya çalışıyorum ama gerçekten AK Parti’den hiçbir şey olmayacağı gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kaldım Gezi’den sonra. Bizim halkımız bizi bu koşullarda yaşatmaya çalışan bir hükümete oy veriyorsa bu bizim için her gün depresan almak gibi bir şey değil mi? Birde 17 Aralık soruşturmasında ortaya dökülen şeyler olmamış gibi yapıldı. Hadi Gezi’yi atlattın diyelim. 17 Aralık’ı nasıl atlatacaksın? Kolay mı atlatmak? Ya da Kabataş olayları. Mesela, o Kabataş olayları inanılmaz bir şeydi. “Cami’de içki içtiler, Cami’de haçlı insanlar dolaştı” deniliyor. İmam çıkıyor “hayır böyle bir şey olmadı” diyor. İmam sürgüne yollanıyor. Artık o kadar sansürcü ve baskıcı bir hakikat sevmezliğe geçiş yaptık ki… Zaten benim Türkiye’yle ilgili, hayatla ilgili en büyük sorunum bu; hakikat sevmezlik. Bir yazı kitabı daha yazarsam, üçüncünün adını “Yalanlarla Yaşayanlar” koymak istiyorum. Yalanlarla yaşayanlar beni çok rahatsız ediyor. İnsanların yalanlarla yaşaması beni çok çok müşteki ediyor. Türkiye’de bunun her gün siyasi arenada dozu arttırılıyor. Biz buna mağruz bırakılıyoruz. Bu çok acıklı bir şey. Ben bu kadar hakikat sevmez siyasetçilerin yönettiği bir ülkede yaşamak istemiyorum. Nokta. Ama başka yere gitmeyeceğim burası benim ülkem.

Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra Demirtaş bilerek mi geri çekildi?

O Kürt hareketinin bir hesabı da olabilir. Kürt hareketi içinde ne olduğunu anlayıp bilmemize imkan yok. Çünkü Kürt hareketi biraz özürlü bir pozisyonda yakalandı bütün bu olan bitene. Abdullah Öcalan bütün umudunu Tayyip Erdoğan’la yapacağı barış görüşmelerine bağladı. Bence Abdullah Öcalan şöyle düşündü; "bunlarla olmazsa kimle? AKP dışında kimse beni şu ana kadar muhatap olarak almadı." Oysa Tayyip Erdoğan’ın Kürtlere hiçbir şey vermeye hiçbir niyeti yok. Satranç tahtasının karşısında ikisi kilitlenmişler gibi. Büyük oyuncuların bir hamle yapması saatler alır ya. Bence Kürt hareketi bütün bu olan olaylara, işte Kobani, kusurlu vaziyette yakalandı gibi görüyorum. Çünkü AKP masa başında yakalandı. AKP kalkıp benim için PKK ve IŞİD aynıdır diye gidip konuşma yapabiliyor. Bilmiyorum, onun için de belki biraz geri çekilmiş olabilirler. Mahcubiyet içindeler. Utanıyor olabilirler gerçekten.

Ahmet Davutoğlu’nu nasıl buluyorsun?

Dışarıdan ve içeriden korkunç tehlikeli, sakıncalı bir dış politika izledi Dışişleri Bakanı’yken. Şimdi de Başbakan oldu. Bunu göbek atarak mı karşılayacağım? Dış politikasını dehşet içinde izlediğim, dış politikada yaptığı açılımları, saçılımları korku içinde izlediğim bir adam. Başbakan olunca yalnızca korkum arttı.

Tayyip Erdoğan’ın başkanlık sistemine gitmek için uyguladığı bir adım olduğunu biliyoruz. Başkan gibi davranıyor, davranacak. Ahmet Davutoğlu da yabana atılacak birisi değil. Bir Akbulut değil kesinlikle ama Dışişleri Bakanı olarak da çok büyük bir ağırlığı vardı. Şimdi de o ağırlığını koruyor. Hakikaten bir başkan sistemi var. O da yetkin bir Başbakan gibi.

Fark ettim ki Dışişleri Bakanı’nın adını bilmiyorum. Sen biliyor musun?

Ben de bilmiyorum. Önemi yok çünkü. İlginç bir şey. Mesela, Genelkurmay Başkanı’nın adını biliyoruz ikimizde ama bence sokakta sorsan 10 kişinin 6’sı bilmeyebilir. Bence bu iyi bir şey. Biz her olumlu gelişmeyi üç olumsuz gelişmeyle mi ödemek zorundayız? Aslında Recep Tayyip Erdoğan Başbakan, Davutoğlu da Dışişleri Bakanı gibi. Onun için ağırlığı yok diyemeyiz ama Dışişleri Bakanı ağırlığı var. Bir nevi Başkanlık sistemini uygulamaya koydu. Sembolik hareketler bunlar. İstifa edecekti ki sonra Cumhurbaşkanı olsun. İplemeyeceğini zaten gösterdi önceden. Artık en ufak sembolik hareketi bile yapmıyor. HSYK seçimlerinin bu kadar kilitlenmiş durumda olması da. Artık kendi kontrolünde olmaya hiçbir şey kalmasın istiyor.

Dışardan kaprisli bir yazar gibi duruyorsun. Canı istedikçe yazan. Belki senin rutin olmayan bir şey yapman lazım.

Senin ve benim kuşağımdan insanlar için varım. Genç kuşak beni tanımıyor.

Genç kuşak hiç birimizi tanımıyor. Onların starları çok başka. Birde genç kuşak bence köşe yazarı tanımıyor. Bir Ahmet Hakan tanıyordur, tanıyorsa.

Tanımıyor evet. Doğru söylüyorsun. Köşe yazarlığı da aslında son derece demode bir müessese. Bir de Twitter çağında, Zaytung çağında, o kadar dahiyane tweet’ler atılıyor ki. Kısacık bir şekilde bir işi özetleyebiliyorsun. Köşe yazarları molozlarını köşelerine indirip deha kırıntılarını da Twitter’a saklıyorlar. Twitter’dan ne güzel birbirlerine nokta atış yapıyorlar. Köşende de Twitter’daki gibi kıvrak kıvrak yazsana. Twitter kıvamında yazan tek köşe yazarı Ahmet Hakan. Bir de adam özetin özetinin özetini yapıyor.

Son günlerde Gülben Ergen’in Hacca gitmesi çok konuşuluyor ya. Sen ne düşünüyorsun?

İnanılmaz. Nuran Yıldız şahane bir yazı yazdı. Başlığı söyleyeyim. Başlık her şeyi özetliyor zaten. “Bu kadın herkesi sersem mi zannediyor?” AKP hükümetinin üzerimize tamamen çöktüğü bir dönemde, muhafazakar bir genel yayın yönetmenini bul ve onunla umre umre, hac hac, şirince şirince ve adım adım gözümüzün önünde seviyeli nişanlının beraberliğinde Nihat Odabaşı fotoğraflarıyla yürüt. Müthiş bir imaj çalışması.

Ben böyle düşünmüyorum. Bir insan başka bir insana aşık olduğunda, hani aşkın içinde uyduya girmekte vardır ya, çok aşıktır ve o fikirlerden etkilenmiştir. Bence bir insanın şarkı söylüyor olması veya assolist olması…

Peki abiciğim, hacdaki fotoğraflarını bize yollaması mı gerekiyor? Birde mesela ikisi birbirinin elini öpüp, bize ideal bir davranışmış gibi lanse etti Gülben Ergen. Hadi nikahlanıyorsun bize fotoğraflarını göstereceksin. O el öpme mesela, poz vermişler. İkisi de tam elin o halinde dondurmuş kareyi ki Nihat Odabaşı şahane bir fotoğraf çeksin. Çok yapmacık şeyler bunlar.

Bir assolist hacca gidemez mi? Gider.

Bir revolüsyon yarattı. Yeni evlendiği bir adamla el ele hac yollarında fotoğrafını koydu. İlk defa yani. Gitsin hacca yani. Gülben Ergen’in imanının kaç desibel olduğunu sürekli izlemek zorunda mıyız?

Biz istiyoruz izlemeyi. Halk bunu talep etmese gazeteler yazmaz.

Peki Instagram’a koyuyor kadın herkes görsün diye. Sende “Medya ve siteler niye alıp koyuyor Instagram’dan” mı diyorsun? Çünkü revolüsyon yaratıyor. İlk defa hacda geçen bir reklam filmi izliyoruz.