Ayşegül Tözeren*
İş göçü yolunda devrilen minibüslerde ya da çalışma alanlarında maruz kaldıkları kötü muamele ile medyanın gündeminin kıyısına yaklaşabilen mevsimlik işçiler ancak ölümleriyle haber olabiliyorlar. Ancak ölümleriyle… Yaşamlarıyla değil. Gündeme ilişkin haberlerde karşılaşamadığımız işçilere, Orhan Kemal’de, Yaşar Kemal’de, Füruzan’da, Adnan Özyalçıner’de, Sennur Sezer’de, Latife Tekin’de, Özcan Karabulut’ta, onların öykülerinde, romanlarında, şiirlerinde rastlamak mümkündü. Şimdilerde edebiyatın dahi göz hizasında değil işçiler artık. Oysa edebiyat ötekiliklerin ve çelişkilerin keşfini de içerir. Ama kentin görünmezleri, yoksulları ve işçileri edebiyat ve şiir de göremiyor artık…
Bilindik hikayedir, yazmıştım: “Yaşar Kemal ilk öykülerini yazdığında Orhan Kemal’e okur, okurken de Adana’yı dolaşırlar… Orhan Kemal Yaşar Kemal’i yolun sonunda bir ‘ırgat pazarına’ getirir ve edebiyat yolunun başındaki Yaşar Kemal’e sorar: ‘Sen kimlerden yana olacaksın, ırgatlardan mı, ağadan mı?’ Yaşar Kemal’den yanıtını bir gün sonra tartıp, söylemesini ister. Yaşar Kemal’in yanıtı bellidir. Aslında edebiyatın büyük ırmağının yanıtı hep aynıdır.”
Toplum olarak filtresiz selfimiz
Günümüzde edebiyatın büyük ırmağının coşkulu gümbürtüsünden çok, sosyal medyadaki ötekilere yönelik nefret söylemi topluma yansıyor. Kadına, Kürt’e, yoksula. Büyük bir nefretin içinde boğulmak üzereyiz. Kendimize bile günden güne yabancılaşırken, biz kimiz, onu bile bilemez haldeyken, zihnimizdeki şablona uymayan herkesten nefret edebileceğimiz duygusu bizi yönlendiriyor. Asgari ücretle geçinen çalışan, yoksulları hiç sevmiyor, kendisine yakın da görmüyor. Çünkü kendisinin instagramdaki “zengin gösteren” fotoğraflarındaki gibi olduğunu sanıyor. Anadolu’nun bağrından çıkmış bir ailede doğmuş, büyümüş bir aynı coğrafyanın bir başka köşesinde yaşayan topluluktan hoşlanmıyor. Bakıyorsun, kadını yücelten bütün alıntıları paylaşıyor, ama kadına şiddete meyyal. Bir diğerinin asıl derdi, iş yerinde ezilen olmak… Yanı başındaki ezilenle dayanışmak yerine, kolay köşeyi dönmenin yolunu arıyor. Toplum olarak filtresiz selfimiz bu.
O zaman zor yerden sormaya devam edelim.
Kürt, kadın, yoksul, Urfa’dan Samsun’a çalışmaya gitmiş olan mevsimlik işçi, Perihan Akın… Çalışmaya gittiği Samsun’da derme çatma bir çadırda öldürüldü.
İnsanlar öyküleriyle var olurlar. Perihan’ın hikayesini hiç bilmiyoruz. Sadece ölümüyle haber. Kadın işçiler pek yaşantılarıyla gündeme gelmezler çünkü… Toplum için ilgi çekici çocukluk anıları yoktur. Belki annesinin diktiği bir bez bebek, yeni doğan kuzular, berrak akan bir nehir, cehennem gibi bir sıcaktır çocukluk anısı onun. Bazen de köyünden göçtür bilmediği bir yere… Gençliğinde de pek hayır yoktur, erken evlilik, daha ne olduğunu bilemeden kucağında bez bebek yerine gerçek bir bebek... Sonra geçim sıkıntısı, eve götürülmeye çalışılan ekmek, iki parça yemek, vitrinde almak istediği bir elbise… Ama hep büyük edebiyat onların yaşantılarından mürekkeptir. Çünkü yaşamın saf bir anlamı varsa, Perihan’ın gözlerindeki ışıltıda saklıdır.
Perihan'ın hikâyesi
Perihan’ın hikayesini hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Sadece bize anlatılmadığı için değil, merak da etmediğimiz için… Çünkü bizim iştahla dinlediğimiz hikayeler, Perihan gibi onurlu insanların yaşamları değil… Magazin basınının büyük puntolarla verdiği dedikodu haberleri, Miami’de suitte kalmasını ya da lüks bir yaşam yaşamasını sağlayabilecek yeni bir “sevgili” bulamadığında yaşamına son vermeyi göze alan insanlar…
Sığ ruhlarımıza bakıyor ve soruyorum: “Perihan hiç yaşamış mıydı, patron?”
Senin gibi düşünmüyor…
Senin gibi görünmüyor…
Senin gibi giyinmiyor…
Senin gibi yaşamıyor…
Sana benzemiyor…
Senin kimliğini taşımıyor diye ötekileştirdiklerinden daha havalı görünmüyorsun. Kesin bilgi.
* Bu yazı ilk olarak Evrensel gazetesinde yayımlanmıştır