Paul Auster, “Benim söylediklerimi kanıtlar mı bilmiyorum. Bütün söyleyebileceğim, ifade özgürlüğünü baskılayan bir hükümetin aynı zamanda insanlarda çok fazla tepkiye de neden olacağı... İnsanlar, Gezi Parkı’na AVM yapma meselesinde meşru olarak İstanbul’un o bölgesi için kaygılanıyorlardı ama bu aynı zamanda daha büyük bir şeyin sembolüydü. Birçok protesto hareketinde olduğu gibi, bu protestoyu tetikleyen şey aynı zamanda daha derin bir huzursuzluğun göstergesidir. O yüzden şaşırmadım. Hatta şu anda Türkiye’de yüksek yerlerde yaşanan yolsuzluk skandalına da şaşırmadım” dedi.
Daha önce “Türkiye’ye gelme / gelmeme polemiği nedeniyle” Başbakan Recep Tayyip Edoğan ile karşı karşıya gelen yazar, şair ve senarist Paul Auster, Hürriyet gazetesinden Savaş Özbey’e konuştu.
Savaş Özbey'in Paul Auster ile yaptığı söyleşinin bir kısmı şöyle:
“Tutuklu gazeteciler nedeniyle Türkiye’ye gelmeyeceğim” dediniz, Başbakan nezdinde cevap buldu...
- Şaşırdım. Hükümet tarafından hoş karşılanmayacak bir açıklama yaptığımı biliyordum. Ama hükümetin benim gibi insanları, özellikle Türkiye’nin günlük meseleleriyle iç içe olmayan yabancı bir yazarı dikkate alacağı konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Olsa olsa, bir köşe yazarının “Auster bize saldırıyor, keşke çenesini kapatsa” türü bir şey yazacağını beklerdim. Bir devletin başındaki kişinin buna müdahil olması bana garip geldi. Saldırıya uğrayınca, cevap vermek zorunda kaldım. Ve tabii ki ertesi gün bana tekrar saldırdı. Partisinin üyeleri de bana Meclis’te saldırdılar… Beni Netanyahu’nun, Şimon Perez’in, Sarkozy’nin, Merkel’in ve rejime muhalif bütün Kürt muhalefetinin içinde olduğu, Türkiye’nin altını kazacak bir komplo teorisinin parçası olmakla suçladılar. Böyle bir suçlama karşısında sadece şaşırıp başımı sallayabildim.
Neden? Sindiniz mi?
- Konuşmaya devam edebilirdim ama o noktada söyleyecek daha fazla bir şey olmadığını fark ettim. Bu polemiğe daha fazla dahil olmak yararsız göründü. Çünkü Türkiye’nin iç meseleleriyle ilgili bir tartışmanın içine çekilecek bir pozisyonda değilim. Sadece bir yazar ve bir dünya vatandaşı olarak fikirlerini açıkladıklarından dolayı hapse atılan meslektaşlarımı savunmak üzere konuşmuştum. Nerede olduğuna bakmaksızın bununla mücadele etmek gerektiğini düşünüyorum. Ve bu yüzden bir protesto olarak Türkiye’ye gitmeyi reddettim. Ama aynı zamanda çok kez davet edildiğim Çin’e de gitmeyi reddediyorum. Aydınları hapsetmeye devam ettikleri sürece gidemem.
Siz bu açıklamaları yaptınız ve bundan yaklaşık altı ay önce Türkiye tarihinde gördüğü en büyük sokak protestolara sahne oldu. Sizce Gezi Parkı süreci sizi haklı mı çıkardı?
- Benim söylediklerimi kanıtlar mı bilmiyorum. Bütün söyleyebileceğim, ifade özgürlüğünü baskılayan bir hükümetin aynı zamanda insanlarda çok fazla tepkiye de neden olacağı... İnsanlar, Gezi Parkı’na AVM yapma meselesinde meşru olarak İstanbul’un o bölgesi için kaygılanıyorlardı ama bu aynı zamanda daha büyük bir şeyin sembolüydü. Birçok protesto hareketinde olduğu gibi, bu protestoyu tetikleyen şey aynı zamanda daha derin bir huzursuzluğun göstergesidir. O yüzden şaşırmadım. Hatta şu anda Türkiye’de yüksek yerlerde yaşanan yolsuzluk skandalına da şaşırmadım. Bekleyip hep beraber ne olacağını göreceğiz.
Benzer olaylar Türkiye’den sonra Brezilya’da da görüldü. Peşinden Ukrayna gibi ülkeler... Dünyaya neler oluyor? Başbakan “Bu olayların kökü dışarıda” derken haklı olabilir mi?
- Aksine. Çünkü son üç-dört yılda dünyada olanlara bakarsak İspanya’da, Rusya’da, ‘Wall Street’i İşgal Et’ hareketiyle ABD’de, Mısır’da ve diğer Ortadoğu ülkelerinde, hatta İsrail’de… Dünyadaki genç insanlar, bununla da 20’li yaşlarındaki eğitimli insanları kastediyorum, daha yaşlı insanlara dünyada bir şeylerin yanlış gittiğini söylüyorlar. Bizim doğrularımız çöktü. Artık nasıl yaşayacağımızı yeniden düşünmeliyiz. Daha iyi bir sistem yaratmalıyız.
Peki neden olmuyor? Bizi alıkoyan ne? Sistemin yerleşik sahipleri mi?
- Burada sorun, bu hisleri derinlemesine ifade edebilecek örgütlü bir politik hareket olmaması. Art arda, ülke ülke, insanlar “Hayır, olup bitenden hoşlanmıyoruz” demek için bir araya geliyorlar ama bu protestoları sürdürebilecek bir örgütlülük yok. Ve protestolar bir süre sonra sönüyor ve eski güç odakları yaratılan boşluğu tekrar dolduruyorlar. Mısır buna çok iyi bir örnek. Hareket ilk başta laik, çoğunlukla gençlerden oluyordu ama sonunda ordu ve Müslüman Kardeşler tarafından sürecin dışına itildiler. Türkiye’deki durumun da benzer olduğunu düşünüyorum.
Böyle gelmiş böyle gidecek mi yani?
- Bir huzursuzluk var ama plan yok. Sovyetler’in çöküşüne kadar komünizme inanan insanlar vardı. Bu ideolojinin yanlış olması bir yana, insanlara dünyayı değiştirebileceğimiz konusunda umut veriyordu. Ama komünizm ve marksisizm dini çökünce, artık kimse ne yapacağını bilemiyor. Elimizde tek kalan şu veya bu biçimiyle kapitalizm. İnsanlar daha adil bir tür kapitalizm yaratmaya çaılıyorlar. Ama yeni olan da henüz şekillenmediğinden insanlar detaylarda kayboluyorlar. Sanırım dünya yeni bir düşünce biçimi bekliyor. Nasıl bir yaşam süreceğimize dair yeni bir teori. Henüz bunu kimse yazmadı ve hatta düşünmedi bile. Şu anda elimizde olan tek şey sokaklara çıkıp “Hayır, hayır, hayır!” diyen ama mevcut olanın yerine ne konulacağına dair fikri, olmayan insanlar.
Neye evet dediklerini bilmiyorlar… Siz gençken 60’lı yıllarda katıldığınız Columbia Üniversitesi protestolarına benzetiyor musunuz bugünküleri?
- Kıdemli bir protestocu olarak, bunun her yerde olduğunu görmekten mutluyum. Ama Amerika’dakilerin çoğu Vietnam’la, o savaşın akıldışılığı ve yanlışlığıyla ilgiliydi. İnsanlar toplumun yapısı hakkında temelden eleştiriler de yapıyorlardı ama yine de bütün bu çabaya, bu işe dahil olan binlerce, yüzbinlerce insana rağmen, çok bir şey olmadı. Biz aslında… Bir şey değiştiremedik. (Burada gözleri doluyor, önüne bakarak konuşuyor) Ve büyük makinenin çarkları dönmeye devam etti. O günden bugüne, yaklaşık 40 yıldan bahsediyoruz, dünyanın, özellikle de Batı’nın bu kadar muhafazakar olacağını hiç düşünmemiştim. Sürekli yenilmemize rağmen bir şeylerin iyiye gideceğini düşünerek ne saflık etmişim. İşler daha kötüye gitti.
Türkiye’de hükümet ve Fethullah Gülen cemaati arasındaki mücadeleyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Birçokları artık bunun bir rejim krizi olduğunu söylüyor...
- Evet son birkaç hafta içinde New York Times bu konuda çok uzun birkaç makale yayınladı ama bütün bildiklerim bundan ibaret. Ama son beş-altı gündür bu konuda hiçbir şey yayınlanmadı.
Başbakan’la girdiğiniz polemiğin ardından ana muhalefet lideri sizi Türkiye’ye davet etti. Çok yoğun olduğunuzu ve belki bir dahaki sene gelebileceğinizi söylediniz. Artık o ‘bir dahaki sene’deyiz. Gelecek misiniz bu yıl Türkiye’ye?
- Sanmıyorum çünkü durum hâlâ aynı. Bu davetten çok etkilenmiş olmakla beraber, değişmektense önceki duruşumu korumam daha doğru. Oraya gitmem Türkiye iç politikasına malzeme olacak.
Destek verdiğiniz insanlar sizi yanlarında görmekten kuvvet almazlar mı?
Türkiye’ye adım atar ve aynı şeyleri orada da söylersem saçma olur. Hiçbir ülke bir yabancının gelip işlerine karışmasından hoşlanmaz. Bir yazar olarak benim yazarlara karşı yapılan muameleyle ilgili bir fikrim var ve ben esasen bundan bahsettim. Benim savunduğum başka insanların görüşlerine hoşgörü. Herkes doğru fikre sahip olduğunu düşüyor. Oysa hepimiz aynı yemekleri sevmiyoruz. Beni hasta eden yiyeceği yemek zorunda değilim. Belki alerjim var. İdeoloji konusunda da böyle. Senin ideolojine karşı alerjim varsa beni rahat bırak. Beni ikna etmeye çalışmak zorunda değilsin. Ve mümkünse lütfen senin yediğin yemeği sevmiyorum diye beni öldürmeye de çalışma.
Hürriyet’te yer alan söyleşinin tamamını okumak için tıklayın