04 Nisan 2011 03:00
T24- Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümü öğretim üyesi Dr. Murat Paker, "Türk resmi politikasının yakın zamana kadar şiddet yöntemleri kullanan Kürt muhalefetinin sıfıra inmesini hiçbir zaman istemediğini, siyasi alanı çok daraltarak, onu, şiddet yöntemleri kullanmaya ittiğini" söyledi. Paker, Kürt muhalefet sivil itaatsizlik uygulayabilirse, devletin ezberini bozacağını ve BDP'nin Türkiye partisi haline geleceğini belirtti.
Neşe Düzel'in Taraf gazetesinde yayımlanan (4 Nisan 2011) röportajı şöyle:
Sivil itaatsizlik devleti değiştirir
Neden Murat Paker
Son dönemlerde hem bireysel hem de toplumsal olarak o kadar çok şiddet olayına tanık oluyoruz ki, “bu ülke zaten şiddet dolu bir ülke. Yoksa bu şiddet daha da mı artıyor? Ya da biz mi şiddeti daha fazla fark eder hale geldik” sorusunu sormadan edemiyoruz. Bir yanda tecavüzden ya da dayaktan çocuk ölümleri, diğer yanda yol ortasında kadın infazları, öte yanda da Türk milliyetçiliğinin çözümünü engellediği Kürt meselesi ve onun ölüm haberleri… Türkiye, bu yaşadıklarıyla bir şiddet toplumu görüntüsü veriyor. Şiddet bir kültür müdür? Biz şiddete, diğer toplumlardan daha mı yatkınız? Bu ülkede sadece devlet değil bireyler de şiddet dolu. Yaşananlar, insanlarda çok fazla öfke mi biriktirdi? Devlet niye şiddete düşkün? Bu şiddet toplumu nasıl etkiliyor? Milliyetçilikle bireysel ve toplumsal düzeyde yaşanan şiddet arasında bir bağ var mı? & Milliyetçi olanlar, kendilerinden olmayanlara şiddet uygulamaya yatkın mıdır? Kürt yöneticilerinin bir kısmı da aynı şiddeti kendi ırkdaşlarına uyguluyor ve onları tehdit ediyor. Niye mazlumla zalim arasında böyle bir benzerlik var? DTK’nın sivil itaatsizlik hareketi toplumu nasıl etkiler? Bütün bu soruları, şiddet konusu üzerine çalışan Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümü öğretim üyesi ve Klinik Psikoloji Yüksek Lisans Programı’nın direktörü Dr. Murat Paker’le konuştuk. Murat Paker’in Birikim Yayınları’ndan çıkmış Psiko- Politik Yüzleşmeler isimli bir kitabı var.
Hem toplumsal olarak hem de bireysel olarak çok fazla şiddet olayına şahit oluyoruz son zamanlarda. Bireysel olaylara gelmeden önce, siyasetten ve toplumsal olaylardan başlayalım izninizle. Bu ülkede siyaset dili çok şiddet dolu. Espri hemen hemen hiç yok. Suçlama ise çok fazla. Neden böyle?
Bunun için Türkiye’nin tarihine bakmak gerekir. Şiddet, bu topraklarda siyasi süreçlerin ve kültürün ayrılmaz parçasıdır. Türkiye’nin egemen politik kültürü şiddetle yoğrulmuştur. Bırakın Osmanlı’yı, cumhuriyetin kuruluşunda ve sonraki dönemlerinde de, kanla örülmüş düğümler var. Kürtlere, Alevilere, bütün gayrimüslim azınlıklara, komünistlerden dincilere ülkedeki bütün muhaliflere devlet şiddet ve sindirme politikaları uyguladı burada. Muhalif hareketlerin önemli bir kısmı da “karşı şiddet” yöntemlerini kullandı sonuçta. Anlayacağınız, Türkiye’nin politik kültüründe şiddet var. Sol devrimci muhalefette de, dini muhalefette de, Kürt muhalefetinde de şiddetperver bir damar var. Son yıllarda barışsever damar güçleniyor olsa da, devletin neden olduğu bu şiddetperver politik kültürden sıyrılmak kolay değil.
Bizim devlet, şiddete başvuran muhalefeti mi tercih ediyor?
Tabii, uzun vadede bu tür muhalefet geleneksel devlet siyasetinin işine geliyor. Egemen Türk resmi politikası yakın zamana kadar şiddet yöntemleri kullanan Kürt muhalefetinin sıfıra inmesini hiçbir zaman istemedi. Siyasi alanı çok daraltarak, onu, şiddet yöntemleri kullanmaya itti. Çünkü ülkede silahlı bir muhalefet olduğunda, egemen devlet anlayışı, Ergenekonvari zihniyetini, yapılanmalarını ve eylemlerini sürdürmek için gereken meşru zemini buluyordu. İktidarını şiddet üreterek pekiştiriyordu.
Devlet niye şiddete muhtaç olacak bir yönetim anlayışına sahip?
Burada devletin şiddete düşkün olmasında en önemli faktör, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda benimsenen katı yaklaşımdır.
Bir ulus devlet, Türklük üzerinden yaratılacaktı. Bununla çelişen her şey inkar edilerek asimile edilmeye, asimile edilemiyorsa yok edilmeye çalışıldı.
Bu politik şiddet, toplumun yapısında nasıl bir sonuç yarattı?
Toplumun dokusunda çürümüşlüğü artırdı. Türkiye’de insanların hepsi, cezaevinde, karakolda, askerde şurada, burada devlet görevlilerinin, polisin, askerin, vatandaşa şiddet uyguladığını bir şekilde biliyor. Bu toplumda binlerce insan gerek polis, gerek subay, gerekse sıradan asker olarak başka insanlara şiddet uyguladılar. Yani bu şiddet, toplumun gözünün önünde yapılabilen ve illa cezalandırılması gerekmeyen bir şey haline geldi. İnsanların kafasına şiddet, dayak, işkence, faili meçhul cinayet, yapılabilir şeyler olarak kazındı.
“Şiddet gören şiddet uygular” mı diyorsunuz?
Şiddet gören, şiddet uygulamaya daha yatkın oluyor, şiddet uygulama potansiyeli artıyor. Kürt meselesinin bu kadar çok can kaybına neden olmasının ve bu kadar kanlı geçmesinin en önemli nedenlerinden biri, 1980-83 askeri diktatörlük döneminde, Kürt muhalefete çok özel, katmerli bir şiddetin uygulanmış olmasıdır. Diyarbakır cezaevinde yatanların ve onların yakınlarının büyük bölümü bu şiddetin sonucunda dağa gittiler, gerilla oldular ve şiddet uygulamak istediler.
Tersinden bakınca, şiddete uğrayan Kürt yöneticilerinin bir kısmı da aynı şiddeti kendi ırkdaşlarına uyguluyor ve onları tehdit ediyor. Niye mazlumla zalim arasında böyle bir benzerlik var?
Zalim ve mazlum konumları birbirine geçişlidir. Hele hele kişinin kendini tehdit altında gördüğünde, zalim konumuna geçmesi hiç zor değildir. Zalim konumuna geçme potansiyeli herkeste vardır. Yeter ki iktidara sahip bir pozisyonda olun. Çünkü elinizde imkan vardır. Başınıza bir şey gelmeyeceğini düşünüyorsanız, iktidar konumunuzu istismar edebilirsiniz ve zalim konuma gelebilirsiniz. İktidara sahip olup da zalim pozisyona geçmemek için özel bilinçlenme gerekir.
Bu ülkede yaşananlar insanlarda çok fazla öfke mi biriktirdi? Bir Kürt milletvekilinin polis tokatladığına şahit olduk mesela. Bu, bir birikimin sonucu mu?
Şüphesiz. Öfke ve kin birikimi var. İntikam hisleri de var. Bunun birinci derecede sorumlusu devlet politikalarıdır. Şimdi en önemli mesele şudur. Kürt muhalefeti ne yapacak? Bugün iki ana eğilim var. Kürt muhalefeti, öfke, kin ve şiddet eğilimine teslim olup, bu duyguların üzerinden mi siyaset yapacak? Yoksa bu duyguları aşmaya çalışıp, daha üst bir moral seviye yakalayıp, şiddete şiddetle cevap vermeyip daha barışçıl bir düzey üzerinden mi siyaset yapacak? Bu iki eğilimin arasında gerilim var. İçinde PKK, BDP ve Kürt aydınlarının olduğu Kürt siyaseti işte bu temel meselede karar verecek.
Sizce Kürtler neyi seçecek?
Bu ülkede 10 yıl öncesine kadar Kürtlerin varlığı kabul edilmiyordu. PKK ve BDP çizgisindeki Kürtler, PKK mücadelesinin kendilerini bugünkü noktaya getirdiğini düşünüyorlar. “Şiddet, bir sürü bedeline rağmen bir şeyler kazandırdı. Devleti, Kürtleri inkar noktasından kabul noktasına getirdik. Aksi takdirde Kürtlerin varlığını konuşmuyorlardı. Bugün de, öyle. Biz ne zaman ateşkes ilan etsek, Türk siyasetçiler hiçbir şey yapmıyorlar. Ancak birkaç eylem olduğunda bir şeyler yapıyorlar. Demek ki biz süresiz ateşkes ilan etmemeliyiz, silahları bırakmamalıyız’ algısıyla meseleye bakıyorlar. Maalesef bu algı çok yanlış değil. Bu algıyı değiştirecek ciddi bir şey yapmak lazım. Çünkü Kürt meselesinin çözümünde en kritik nokta bu algıdır.
Çok olumlu bir değişim de oldu. DTK sivil itaatsizlik hareketi başlattı. Bu şiddetin ortasında, şiddete arkasını dönen sivil bir hareket toplumu nasıl etkiler?
Demokratik Toplum Kongresi, ‘Biz artık siyasi mücadele yöntemi olarak sivil itaatsizliği tercih ediyoruz ve şiddeti bırakıyoruz. Bizim silahla işimiz yok, biz sivil itaatsizlik eylemleri yapacağız’ dese sahiden… Ki ben bunu dediğine inanmıyorum… Çünkü Kürt muhalefetinin psikolojik bir bagajı var ve bunda bir sürü eğilim var. Son otuz yılda bu kadar büyük bir şiddet yaşanmışken, 40-50 bin kişi ölmüşken, bir gösteri yürüyüşünde polis insanlarınıza saldıracak ve siz hiç bir şey yapmayacaksınız. Sakin duracaksınız, kafanız yarılsa da karşı koymayacaksınız. Kitleyi, bu yöntemin sonuç getireceğine ikna etmek kolay değil. Kürt muhalefeti milyonları içine alan sivil itaatsizlik eylemleri yapabilse, sonuçları müthiş olur.
Şiddetsizlik, bir toplumsal anlayış haline gelebilir mi?
Bu uzun vadeli bir hedeftir. En azından kısa vadede Kürt sorunun çözümü için sivil itaatsizlik uygulanabilse… Devletin ezberi bozulur, Türk tarafında bir dil tutulması yaşanır. Ne oluyor diye bir anlama ve düşünme süreci başlar. Çünkü silahlı eylem devreye girdiğinde insanların aklı duruyor. Bir yerde bir asker öldürüldüğünde veya bir yerlere bomba konduğunda siz insanlara, ne kadar haklı olursa olsun Kürt meselesini anlatamıyorsunuz. Ama sivil itaatsizlik temelli barışçı bir hareket Türkiye’yi ve Türk kökenlileri ciddi olarak değiştirebilir. Kürtlerden oluşan BDP, bir Türkiye partisi haline gelebilir.
Burası bir şiddet toplumu mu ?
Şiddetle çok iç içe yaşayan, şiddetle gereği gibi yüzleşememiş, şiddeti azaltamamış, gereği gibi terbiye edememiş bir toplum bu. Mesela dokuz yaşında bir çocuk Amerika’da şiddet görse, buna mahalleli de göz yummazdı… Çocuğun kendisi de acil hatları arar ve durumu yetkililere bildirirdi. Devlet orada ailenin bütünlüğünü sonuna kadar bozar ve çocuğu kurtarırdı. Batıdaki sistem de sorunsuz işlemiyor ama bizdekiyle kıyaslanamaz bir biçimde iyi oradaki sistem. Orada şiddeti kontrol altına alacak önleyici, koruyucu mekanizmalar devreye giriyor. Bizde ise hem bu modern mekanizmalar yetersiz. Olanları da savcının, hakimin, polisin zihniyeti yeterince uygulanamıyor. Hem de din, aile, mahalle kültürü gibi geleneksel mekanizmalar da yıpranmış durumda. Dolayısıyla bizde kadınlar ve çocuklar sahipsiz ve korumasız durumdalar ve şiddete açık bir ortamda bir av gibi avlanıyorlar.
Biz şiddete daha mı fazla yatkınız yoksa bütün insanlar ve toplumlar böyle de biz kendi ülkemizde yaşananları mı fark ediyoruz?
Yatkınlık ve potansiyel olarak ülkeler, ırklar, etnik durumlar arasında bir farklılık yok. İnsan türü olarak şiddete bir yatkınlıktan bahsedilebilir ancak. Ülkeler ve toplumlar arasında sosyopolitik koşulların yarattığı farklar olabilir. Eğer bir ülkede çok çatışmalı politik süreçler varsa, oralarda şiddet daha fazla olur. Demokratik toplumlarda şiddet daha azdır.
İnsanoğlu şiddetten arınabilir mi yoksa şiddet insan olmanın bir parçası mı?
İnsanoğlu politik şiddetten büyük ölçüde arınabilir. Radikal derecede demokratik bir sistem kurabilir. Bireysel şiddete gelince… Şiddet uygulama potansiyeli her insanda vardır. Ailemizin ve içinde yaşadığımız toplumun bu şiddet potansiyelini ne kadar terbiye ettiği, yumuşattığı ya da sivrilttiği meselesidir önemli olan. Türkiye, insanlardaki şiddet potansiyelini terbiye etmiyor, sivriltiyor.
Milliyetçilikle şiddet arasında bir bağ var mı?
Çok güçlü bir bağ var. Bir kere şiddet uygulayabilmek için, şiddet uygulanacak olan insanı eşit olarak görmemek, onu aşağı bir konuma koymak gerekir. Aşağılık olarak görülen birine, şiddet daha kolay uygulanır. Bunun için, ben ve o, biz ve onlar ayırımının çok net ve çok katı yapılması gerekir ki, kişi diğerini, kendisinden aşağı bir konuma koyabilsin. Milliyetçilik de tanımı gereği zaten budur. Biz dediğimiz insan grubunu, daha üstün ve hak sahibi görmektir. Milletler üzerinden böyle bir alt üst hiyerarşisi kurduğunuz zaman, ne kadar iyi niyetli olursanız olun şiddet için çok verimli bir toprağa adım atmış olursunuz. Eğer milliyetçiyseniz, herhangi bir gerilim ve tehdit durumunda, aynen kocanın karısını dövdüğü gibi, siz de öbür milleti dövmek için çok uygun bir donanıma sahip olursunuz.
Milliyetçi olanlar, kendilerinden olmayanlara şiddet uygulamaya yatkın mıdır?
Tabii… Milliyetçilik bir kere şiddetin doğması için elverişli bir zemin kurar. Milliyetçilik şiddeti yaratır… Bu noktada tehdit meselesinin ne olduğu önemlidir. Eğer, o milletten sayılmayanlar, o ülkede yaşanmakta olan problemin sorumlusu olarak algılanıyorlarsa, bütün şiddet potansiyeli, günah keçisi olarak onların üzerine yıkılabilir. Gerçekten gündemdeki problemin sorumlusu olup olmamaları hiç önemli değildir. Onlara nelerin atfedildiği önemlidir burada. Benzer bir şey, aynı milletten olanların da başına gelebilir. Egemen Türklük, milliyetçilik anlayışının dışında şeyler söyleyen Türklerin hain, satılmış, işbirlikçi görülmesi gibi… Farklı Türklerin olabileceğini tahayyül dünyaları almaz. Onların “biz” dedikleri şeyin kapı gibi homojen olması gerekir.
Peki Güneydoğu’da karşılıklı milliyetçilik var mı?
Kürtler arasında Türk milliyetçiliğine tepkisel olarak gelişen bir Kürt milliyetçiliği damarı var ama ana damar Kürt milliyetçiliği değil. Kürt milliyetçiliği, Kürt siyasi kimliğini en önemli ve tek siyasi eksen olarak kabul etmeyi gerektirir ki… Bugün yaygın olarak yapılan, Kürtlerin belli haklarını talep etmesidir. Bu, Kürt milliyetçiliği yapmak değildir. Bu, hakkını talep etmektir. Bir Kürt, “Her işimi Kürtlük üzerinden görmek, tanımlamak istiyorum” dediği noktada, bir Kürt milliyetçiliğinden söz edilebilir. “”Kürt övün, çalış, güven” derseniz… “Ne mutlu Kürdüm” derseniz Kürt milliyetçisi olursunuz…
Barışçı milliyetçi var mıdır?
Olduğunu söyleyenler var ama ben aynı kanıda değilim. Milliyetçilik çok net bir “biz-onlar” ayırımına dayandığı için, tehdit algısının yükseldiği durumlarda, barışçı olma imkanını kaybediyor. Bakın… Barışçı olabilmek için insanlık diye bir kategoriyi kullanabilmemiz lazım. Bütün insanların eşdeğerliliğini, milletlerden, ırklardan, dinlerden, cinsiyetlerden bağımsız, “insanlık” gibi genel, evrensel bir kategoriyi kullanabilmemiz lazım. Milliyetçilikte böyle bir insanlık kategorisi yok. Milliyetçilik tehdit algısından besleniyor.
Şiddeti nasıl önleriz?
Basit bir reçetesi yok. Çok şey yapılması lazım. Bir kere toplumun kurumsal yapılarının şiddete anında müdahale edebilen bir duyarlılıkta örgütlenmesi lazım. Kadın tehdit altındaysa, “kocam beni tehdit ediyor, kendimi güvende hissetmiyorum” diyorsa, duruma anında müdahale edebilecek bir yargı, polis sisteminin olması lazım. Ya da bir çocuk dayak yiyorsa anında devreye girebilecek bir sistemin işlemesi lazım. Bunlar bireysel şiddetler... Toplum düzeyindeki şiddete gelirsek… Mesela Türk- Kürt meselesi üzerinden üreyen şiddetin kaynağında Türk milliyetçiliği var. Türk ulus devletinin kuruluş ideolojisi var.
Eğer toplumsal şiddetin temelinde Türk milliyetçiliği varsa, bir gün barışçı bir toplum olabilecek miyiz?
Yurtaşlık tanımını değiştirmeden kalıcı bir barışa ulaşmak mümkün değil. Şu anki Türklük tanımı dışlayıcı bir tanım. Barışın olabilmesi için, Türkiye’nin Türk milliyetçiliğiyle hesaplaşması ve onu resmi ideoloji konumundan çıkartması, geriletmesi lazım ki, bütün insanların, kendilerini içinde hissedebilecekleri daha üst ve daha genel bir yurttaşlık tanımı yapılabilsin. Bu ülkedeki sosyopolitik şiddet, çok büyük ölçüde, bu devletin kuruluş resmi ideolojisi olan “Türk milliyetçiliğinden” ürüyor. Türk milliyetçiliğinin mağdur ettiği kesimler de karşı şiddeti üretme potansiyeline sahipler ve onlar da karşı şiddet uyguluyorlar. Bu ülkede şiddeti azaltmak için, herkesin kendisini içinde görebileceği demokratik bir siyasi zemine ve herkesin yapımına katıldığı bir anayasaya çok ihtiyacı var.
Bu ülkede şiddeti sadece devlette, kitlelerde değil bireylerde de görüyoruz. Erkekler sürekli kadın öldürüyor mesela. Erkekler neden öldürüyor kadınları?
Bütün bu olaylara baktığınızda, hemen hepsinde boşanmış ya da boşanmak, ayrılmak isteyen bir kadın var. Yani bir adamı bırakan ya da bırakma yolunda olan, adamı beğenmeyen, hayatını değiştirmek isteyen bir kadın var. Bu kadının karşısında da, bunu içine sindiremeyen, kendi dediğinin olmasını, mevcut düzenin sürmesini isteyen bir adam var. Toplumda erkek, geleneksel olarak iktidar konumunda olmaya alışkındır. Döver de söver de, ilişkide onun dediği olur. Şimdi kadınlar, sayıları giderek artan bir biçimde, erkeğin bu geleneksel iktidar konumunu kabul etmiyorlar. Haklarını arıyorlar. Adam, bunu kabul edemiyor.
Niye kabul edemiyor?
Bir sürü erkek için, kadın üzerindeki bu iktidar konumunu kaybetmek hiçleşmek demektir. Muhtemelen hayattaki tek iktidar konumu, kadınla ilişkisinde ele geçirdiği iktidardır. En rahat kurabileceği ve koruyabileceği iktidar konumu odur. Kadın çıkıp da, “Ben seni artık istemiyorum. Koşulların böyle devam etmesini istemiyorum” diyerek bu iktidarı sorgulayınca, erkek saldırganlaşıyor ve kadını öldürmeyi düşünebiliyor. Eğer toplumda koruyucu mekanizmalar olsa, adam derdest edilip bir yere konsa, bugün toplumda yaşanan cinayetlerin çoğu yaşanmaz.
Kadınları hep öldürdüler mi bu ülkede?
İktidar konumunda kim varsa öldürebilen de o oluyor tabii. Kadın-erkek, karı-koca ilişkisinde, erkekler kadınlara şiddet uyguluyorlar. Ama şu da var… Anne çocuk ilişkisinde de mesela anne iktidar konumunda olduğu için anneler çocuklara şiddet uyguluyor.
Annelerin çocuklara şiddet uygulaması yaygın mıdır?
Tabii ki, bayağı yaygın. Baba ve anne dayağı, fiziksel ve psikolojik eziyet yaygın. Maalesef şunu diyemiyoruz… “Kadınlar kocalarından dayak yiyorlar ve şiddeti gayet iyi bildikleri için de çocuklarına uygulamıyorlar’ diyemiyoruz. Aksine uyguluyorlar. Bir de şu var. Kadına yönelik ölümle sonuçlanan şiddet vakaları daha çok alt sosyo ekonomik düzeylerde oluyor. Kadına yönelik, ölüme varmayan şiddet ise toplumun her sınıfında görülüyor. Kadına şiddet, dayak öyle sadece alt sınıflarda yaşanan bir şiddet değil anlayacağınız. Üniversite profesörleri dahil toplumun bütün sınıflarında ve eğitimli kesimlerinde yaşanıyor bu dayak, bu şiddet...
© Tüm hakları saklıdır.