Gündem

Özgürlüğün Yolları

Dilerim 2013 baharı, gelecekteki gerçek bir insan hakları baharının, kişinin “kayıtsız şartsız ana değer” olduğunun, hiçbir davanın tek tek insan bireylerinden daha değerli olmadığının daha yaygın olarak kavrandığı bir başka baharın ilk habercisidir

22 Temmuz 2013 19:00

 

Doç. Dr. Emel Aközer

“Ya hürriyet, ya ölüm!” 27 Mayıs 1960 öncesiydi. Atlı polisin karşısında genç üniversiteliler böyle bağırıyorlardı. Daha ilkokul birinci sınıftaydım. “Nümayiş”in dalga dalga yükselen gerilimi, kurşun sesleri ve izleyen sessizlik uzun zaman aklımdan çıkmadı. Hiç kuşkusuz “hürriyet” isteyen iyi üniversitelilerden yanaydım.

Bir süre önce o güne ait Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Ceridesi’ni (29 Nisan 1960) arayıp buldum. “Örfi idarenin tasdiki” konusunda yapılan toplantıda “insan hak ve hürriyetleri” tartışılmış. Muhalefet partisinden bir konuşmacı, 1948 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni hatırlatmış. Beyanname’ye taraf olmanın getirdiği yükümlülüklere uygun olarak, gençlere okullarda insan hak ve hürriyetlerini korumanın telkin edildiği, gençlerin de bunlara sahip çıktığı öne sürülmüş. Gezi Parkı direnişleriyle ilgili bazı değerlendirmelerde olduğu gibi, Fransız İhtilali’ne de kapalı göndermeler yapılmış. Tutanakta şu ifadeler de yer alıyor:

• “[Beyanname] insan haklarından mahrum, beşerin tabiî haklarından mahrum insanlara isyan hakkını tanımış, ihtilâl hakkını tanımıştır.” (s. 316)

• “Zamanı gelen fikrin önüne durulamaz.” (s. 328)

27 Mayıs’tan sonra yapılan “orduya teşekkür” mitinginde taşınan bir pankartta da “ihtilal”in başarısı şöyle ifade ediliyor: “Kanla yazılıdır / Hürriyet silinemez.”

İhtilal  gerçekleştiğinde Türkiye Avrupa Konseyi’nin kurucu üyelerinden biriydi; 1952’de, Demokrat Parti iktidarı döneminde, İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Koruma Sözleşmesi de imzalanmıştı. Ne var ki bütün bunlar 1960 öncesinde örneğin 6-7 Eylül 1955’te, Elias Canetti’nin (2010) Kitle ve İktidar’ında “mütecaviz kalabalıklar” diye tanımladığı türden yönlendirilmiş kitlelerin kolektif şiddetini engellemeye yetmemişti.

İhtilalden sonra Gürsel Hükûmeti Programı’nda ve Temmuz 1961 Anayasası’nda insan haklarının ön plana çıkarılması da hak ihlallerinin hayatın her düzleminde sürüp gitmesini engelleyemedi. İhtilalcilerin insan haklarına sahip çıkma iddiaları 1961 sonbaharında Yassıada davalarını izleyen idamların gazete ve dergilerde sergilenen kabus görüntüleri ve tasvirlerleriyle birlikte tüm inandırıcılığını yitirdi. Ayaklanmalara, ihtilallere, darbelere eşlik eden Terör’ün, Fransız İhtilali’nin giyotininden bu yana tarih içerisinde defalarca tekrarlandığı için sonunda pek kanıksanmış (?) olan bu insanlık dışı gösterisi Türkiye’de insan hakları bakımından önceki karanlığı hiç de aydınlığın izlemediğini gösteriyordu. Ne yazık ki Terör’ün son gösterisi de olmadı bu.

İhtilal öncesinde öğrencilere insan hak ve hürriyetlerini korumanın nasıl telkin edildiğini bilmek zor. İhtilalden sonraki dönemde okuduğum okullarda insan haklarından söz edildiğini hemen hiç hatırlamıyorum. Dünyanın her yerinde şiddetin hüküm sürdüğü, sayısız insanın bir takım “kavgalar”, “davalar”, “gelecek projeleri” uğruna harcandığı lise ve üniversite yıllarımda “insan hakları” çoğu zaman kuşku uyandıran, yabancı bir kavramdı. Bu durum 80’li yılların sonuna, 1989’da Berlin duvarının yıkılışına kadar pek değişmedi.

* * *

Ioanna Kuçuradi’nin (2010) “Kişi” başlıklı yazısıyla kısa bir süre önce karşılaştım. Yazı ilk kez 1960’ta, 147 kişinin bir yasayla üniversitelerdeki görevlerinden uzaklaştırılması üzerine yayımlanmış. O dönemde insan hakları konusunda ihtilalcilerin sahip olduğundan farklı bir kavrayışın varlığına ışık tutan, bugün de güncelliğini koruyan bir bir yazı bu:  İnsanca yaşamanın temel koşulunun her şeyden önce “kişinin ana değer, kayıtsız şartsız ana değer olduğunu gerçekten görebilmek, bunu her boyutuyla kavrayabilmek ve gözden kaçırmadan davranmak, bunu göremeyenlerin çıkaracağı güçlükleri bile bile bir şeyler yapmak, Don Kişotça da olsa bir şeyler yapmak” olduğunu söylüyor (s. 5, 6).

Kuçuradi’yi ilk kez dinlediğimde doktora öğrencisiydim. Orta Doğu Teknik Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde yaptığı bu konuşmasında insandan ve değerlerden söz ederken Albert Camus’nün Veba’sından şu alıntıya da yer vermişti: “Dünyadaki kötülük hemen hemen hep, bilmemekten gelir; iyiyi isteme de, aydınlanmamışsa, kötüyü isteme kadar zarar verebilir”.

Camus’nün Başkaldıran İnsan’ı 1951’de, Soğuk Savaş’ın ortasında yayımlandığında, bazı sol kanat aydınlar tarafından Devrim’e ve sola karşı entelektüel ihanet olarak değerlendirilmişti. Oysa Camus, şiddeti düşünsel düzlemde haklı göstermeye yönelik her türden girişimi (Aronson, 2002) ve bunların temelindeki yaygın siyaset ahlakını reddediyordu. Bu ahlak, en kaba ve çıplak ifadesini Robespierre’den sonra örneğin Lenin ile Stalin’i de esinlendirdiği söylenen popüler bir Fransız atasözünde bulmuştur: “Kimse yumurtaları kırmadan omlet yapamaz.” (bkz. Wolcher, 2010; Arendt, 1994) Dayandıkları değerleri sorgulamayan siyasi yaklaşımların, görünüşte farklı kamplar içerisinde doğup gelişmiş olsalar bile, bu sözün özetlediği siyaset ahlakında buluştuklarını görmek şaşırtıcı değildir.

Camus’nün Veba’da, Başkaldıran İnsan’da ya da Giyotin Üzerine Düşünceler’de yazdıkları siyaset alanında farklı bir etik duruşa işaret ediyordu. Örneğin “Halka Yol Gösteren Özgürlük” tablosunda usta ressamın karanlıkta bıraktığı ama görmezlikten de gelmediği talihsizleri, muzafferlerin çiğneyip geçtikleri ölüleri de görmemizi sağlayan bir duruştu bu (bkz. Wolcher, 2010); başlıca dayanağı insan haklarının taşıdığı etik ilkeler olan bir duruş.

Henüz Türkiye’nin ufkunda siyasete söz konusu ilkeleri kılavuz edinerek müdahalede bulunacak bir inisiyatif odağı görünmüyor. Bir uçta siyasi hesapları için örneğin idam cezasının geri getirilebileceğinden söz edebilen radikal siyasetçiler var, diğer uçta uğruna çocukları bile harcayabildikleri farklı davaları olan radikal muhalifler. İki uç arasında demokrasiden ve insan haklarından yana görünen ama  siyaseti “aynı kafadaki yoldaşlarıyla dayanışma içerisinde ‘ötekilere’ karşı verilen bir savaş” (Wolcher, 2010, s.) olarak görmeye, “ötekiler”i de pek insandan saymamaya alışmış siyasi geleneklerden gelen iktidar talipleri. Siyasete etik kaygıları getirme arayışı içinde olan bir avuç aydın ise sağ kanatta da sol kanatta da hâlâ kuşkuyla karşılanıyor.

\

Eugène Delacroix, La Liberté guidant le peuple, 1830. Detaylar.
 

Gezi Parkı direnişiyle birlikte tam 53 yıl sonra insan haklarına ve temel özgürlüklere bir kez daha böylesine sahip çıkılması çok etkileyici. Kuşkusuz gene özgürlük isteyen genç insanlardan yanayım ama artık insan hakları devriminin önce kişilerin zihinlerinde gerçekleşmesi gerektiğini, özgürlüğe giden zorluklarla dolu yolun, çoğu zaman kişinin tek başına yürümesini gerektiren yolun da buradan geçtiğini görebiliyorum. Dilerim 2013 baharı, gelecekteki gerçek bir insan hakları baharının, kişinin “kayıtsız şartsız ana değer” olduğunun, hiçbir davanın tek tek insan bireylerinden daha değerli olmadığının daha yaygın olarak kavrandığı bir başka baharın ilk habercisidir.


Kaynaklar:

Arendt, H. (1994). The eggs speak up [Yumurtalar seslerini yükseltiyor] (s. 270-284). Essays in understanding 1930-1954: Formation, exile, and totalitarianism. New York: Schocken Books.

Aronson, R. (2002). Camus vs Sartre. The Times Literary Supplement (TLS). 27 Eylül 2002, s. 14-15.

Canetti. E. (2010). Kitle ve İktidar. Çev.  Gülşat Aygen. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Kuçuradi, I. (2010). Çağın olayları arasında. Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu.

Wolcher, L. E. (2010). An inquiry into the possibility of an ethical politics [Etik bir siyasetin olanaklılığı konusunda bir sorgulama]. Erişim: http://works.bepress.com/louis_wolcher/1