T24 - Siyasi cinayetlerde ölen gazetecilerin ve aydınların kızları babaları için neler yaşadıklarını anlattılar. Uğur Mumcu'nun kızı Özge Mumcu ve Sabahattin Ali'nin kızı Filiz Ali Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan yazı dizisinin ilk bölümü için yazdılar.
Selda Güneysu'nun hazırladığı "Kızımdan bana bir demet çiçek" yazı dizisinin ilk bölümü şöyle:
SUNUŞ
Bu ülke çok cinayet gördü... Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Sabahattin Ali, Metin Altıok, Behçet Aysan, İlhan Erdost, Akın Özdemir, Mehmet Zeki Tekiner, Kemal Türkler bunlardan yalnızca birkaçı... Gün geldi; patlayan bir bomba ya da sıkılan bir kurşun, onları yaşamdan, ailelerinden, kızlarından kopardı. Oysa onlar, “Her şeyin üstüne sulusepken bir kar / Bir aşkı delik deşik ediyordu-lar / Bense inatla susuyordum / Ve kızımı seviyordum ekmek kadar” diyecek kadar seviyorlardı yaşamı, kızlarını... Kızları onlara ekmek kadar gereksindiğinde ise yoktular... Geride bıraktıkları kızları, Özge Mumcu, Dolunay Kışlalı Uluç, Filiz Ali, Zeynep Akatlı, Eren Aysan, Deniz Özdemir, Ayşe Tekiner, Alaz Erdost ve Nilgün Türkler Soydan ise şimdi “bir acıya kiracılar”... Üstelik onlar için bu “acıya kiracılık” sonsuza dek sürecek. Şimdi, babalarının gömütlerine, kendi deyimleriyle “küçük bahçelerine” bir demet çiçek bırakıyorlar.
Okuyacağınız bu yazı dizisinde onların babalarının ardından yaşadıkları, yer yer acıları, babalarıyla birlikteykenki anıları yer alıyor. Onlar, yitirdiğimiz aydınların kızları, “Ülkemizde bir daha bu acılar yaşanmasın, başka çocukların babaları katledilmesin” diyorlar.
Uğur Mumcu'nun kızı Özge Mumcu
Babam duvarda bana gülümsüyor
24 Ocak 1993 tarihinin bir öncesi, bir de sonrası var. Öncesinde gece gündüz evde çalışan, yazıcının cızırtısının hiç durmadığı bir baba var. Bir konu üzerinde derinlemesine çalışan, çalıştığı konunun içine gömülen, gece gündüz demeden aklında o konuyu döndüren bir baba... Ardından sevdiği rutinlerle ailesini şımartan bir baba var. Zaman zaman televizyonda gördüğüm bir baba. Bir de, bir bomba sesiyle hayatımızın parçalandığı, bembeyaz karların üzerinde üzerine örtülmüş beyaz örtüyle televizyon ekranından gördüğüm bir baba... Hangisi benim babam? Yanıt, kuşkusuz çok acı, ikisi de benim babam.
Kısıtlı zamanın içine sinmiş, ömür boyu silinmeyen anılarım var. Ayvalık’ta sabah yazısı bittikten sonra faks çekmeye gidişlerimiz var. Yazı faks çekildikten sonra Ahmet Yorulmaz’ın kitapçısına uğrayıp çay içişlerimiz var; ona çay, bana limonata. Kamuran Gündemir’in terasına oturup Cunda’nın günbatımına bakarken derin klasik müzik sohbetleri var kulağıma çalınan. Köşesini okuma çabalarım, yazdığı kavramları anlama çabalarım var; dikkatlice okumaya çalışıp kelimeleri bir araya getirip anlamayışlarım var. Antiemperyalizm, sosyalizm, kaçakçılık, mafya, cinayetler, ajanlar, devlet… Yazdıklarını, çalışma metodunu görüp çok sonra anlayacağım, topluma neler anlatma derdi içinde olduğunu…
24 Ocak’ın sonrası var. Devlet büyüklerinin içeri gelerek “Kanı yerde kalmayacak” demeleri var. Ardından emniyet müdürlerinin derin devleti “duvar” diyerek anlatışları ve devletin, savcıların salonumuzun içine girerek, “Bu işi devlet yapmıştır, siyasi iktidar isterse çözülür” deyişleri var. Yanımızda duran avukatlarımız, babamın gazeteci yoldaşları ve aile dostlarımız da var. Uğur’un adını nasıl yaşatırız, yaptıklarını gelecek nesillere nasıl taşırız, soruları var. Darmadağın olmuş bir ailenin birbirinden güç alarak ayakta kalma mücadelesi var. Ardından kurulan vakıfta “araştırmacı gazeteci” olmak üzere mezun olan 90 öğrencimiz var.
Neden hâlâ inanıyorsunuz?
19 yıl çok uzun. Uzun bir zaman. Bir cinayetin “eskimesi”ne yetecek kadar bir zaman. Bir ailenin yaşamı, eşini, kardeşini, babasını öldürenlerin ortaya çıkarılmasını istemekle mi geçer? Bunu ummakla, bunun için devlet katında, hukuk katında derin ve uzun bir mücadeleyle mi geçer? Üstelik hayatını gerçek habere adayan bir gazeteci cinayetinin hâlâ karanlıkta olması, gazetecilik mesleğinin de kara bir lekesi değil midir? Kendine dokunulunca feryat edenlerin gazeteci sayıldığı bir medya düzeninde yaşadığımızı bilerek, 19 yıl sonra tüm gazetecilere soruyorum: Devletin öne sürdüğü açıklamalara neden hâlâ inanıyorsunuz?
Özlem hiç azalmıyor
Evet, 24 Ocak’ın bir de sonrası var. Babamın sıcacık sesinin kulaklarımdan silinmediği ve aslında hep havada asılı durduğu anlar var. Karne aldığımda beni kucaklamasının özlemi var, azalmayan. Kabulleniş var peşi sıra gelen… Gece yarısı girdiğim alelade bir bakkalda resmini görmelerim var; bana duvardan gülümseyen. Kaç defa bana gülümseyerek baktığını gördüm o duvarlarda, sayısız belki.
Sabahattin Ali'nin kızı Filiz Ali
Bu ülke, en değerli evlatlarını yok etti
1948 yılında Sabahattin Ali’yi öldüren katil, mahkemeye verdiği ifadede “...Milli hislerim galeyana geldi ve Sabahattin Ali’yi öldürdüm” diyor ve devam ediyordu:
“Ben bu işi vatani vazife olarak yaptım. Eğer Sabahattin Ali kaçsaydı, bu memlekete çok fenalık yapacaktı.”
Sabahattin Ali’nin katili bu sözleri bundan yaklaşık 65 yıl önce söylemişti. Aradan bunca yıl geçti ve ne değişti? Hrant Dink’in katili de “milli hisleri galeyana geldiği” için öldürmedi mi hiç tanımadığı, hiçbir yazısını okumadığı Hrant Dink’i? Uğur Mumcu da yazdığı yazılar nedeniyle öldürülmedi mi?
Sabahattin Ali, 1 Kasım 1947’de, yani öldürülmesinden bir yıl önce Merhumpaşa gazetesinde ne diyordu:
“Bir yıldan beri bu gazetede türlü fikirler ortaya attık. Bu fikirler yüzünden türlü hücumlara uğradık. Biz isterdik ki, bize hücum edenler, karşımıza, yani halkın önüne yine birtakım fikirlerle çıksınlar. Ne gezer! Onlar sadece sövmüşler. Gaziantep’ten İstanbul’a, İzmir’den Samsun’a ve Çarşamba’ya kadar, yurdun dört bucağında çıkan bir sürü gazete ve dergide, aleyhimize üç yüzden fazla yazı çıkmış... Bir tekinde olsun, bir tek fikrimiz, bir tek satırımız ele alınıp, çürütülmemiş. Sadece küfür edilmiş. Biz demişiz ki: Bu memleketin istiklali her şeyden üstündür. Milletin oluk gibi kan akıtarak kazandığı bu istiklali, siyasi oyunlara alet edip, elden kaçırmayalım. Sömürücü devletlerin elinde oyuncak olmayalım! Cevap vermişler: Hain, satılmış, Bolşevik ajanı!.. Biz demişiz ki: Yıllardan beri arkası gelmeyen dalavereler, arsa oyunları, memleket dışına para kaçırma rezaletleri, esrarı çözülmeyen cinayetler, millet malı soygunculukları alıp yürümüştür... Bu gidişatın sonu hayra çıkmaz. Cevap vermişler: Müfsit (ara bozucu), tezvirci (yalancı), komünist!”
İstanbul’da haftada bir çıkan siyasi mizah gazetesi aleyhinde Türkiye çapında örgütlenmeyi kimler düzenlemiş diye bir soru takılıyor insanın aklına. Sabahattin Ali, esrarı bugün dahi çözülemeyen bir yerde ve biçimde katledildi. Katilliği üstlenen kişi ordudan silah kaçakçılığı suçlamasıyla çıkarılmış ve hapis yatmış bir sabıkalıydı. Katil hapse girdiğinden 21 ay sonra 1950 yılı affıyla tahliye edildi. Sabahattin Ali’yi öldürenlerin kim oldukları, ölüm emrini verenlerin kim olduğu hiçbir zaman ortaya çıkmadı. Sabahattin Ali 1948’de öldürüldüğünde CHP iktidardaydı ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü idi. Sabahattin Ali’nin annesi ve eşi hayatta olmalarına rağmen bulunan cesedi teşhis etmeleri istenmedi. Sabahattin Ali için bir cenaze töreni yapılmadı. Nereye gömüldüğü bilinmiyor. Sabahattin Ali’nin mezarı yok. Sabahattin Ali’nin şahsi eşyaları hiçbir zaman ailesine teslim edilmedi. Sabahattin Ali’nin kitapları 1965 yılına kadar hiçbir yayınevi tarafından yayımlanmadı. Sabahattin Ali öldürüldüğünde 41 yaşındaydı.
Caniler kahraman gibi kol geziyor
Sabahattin Ali dosyası eğer kapanmasaydı ve üzerine korku tohumları ekilmeseydi, sonraki yıllarda birbiri ardına tekrarlanan siyasi cinayetlerin de üzerine cesaretle ve kararlılıkla gidilseydi acaba Türkiye bugün böyle canilerin kahraman gibi kol gezdiği bir ülke olmaktan kurtulacak mıydı? Türkiye’nin bugün insanın fena halde canını yakan tablosu şudur: Bu ülke en değerli, cesur ve kaliteli evlatlarını yok eder. Onlara tahammül bile edemez. Sanki lanetli bir insan yiyen canavar, sürekli yeni kurbanlar ister.