Kültür-Sanat

Orta Doğu'da sınırlar neden dikiş tutmaz-III

17 Temmuz 2021 11:41

Gül Atmaca

Bereketli toprakların açlığa mahkûm insanları 

Bugün yazı dizisinin üçüncü bölümünde Suriye ve Lübnan sınırlarının geçen yüzyılda nasıl çizildiğini, Osmanlı çökerken bölgede gerçekleşen emperyalist işgali; işgalin ve savaşın yarattığı kıtlık ve açlığı yazacaktım. Fakat geçenlerde okuduğum bir haber kötü günlerin hiç de geride kalmadığını bir kez daha gösterdi: Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu’nun (UNICEF) son raporuna göre bugün Lübnan'daki çocukların yüzde 30'undan fazlası ülkedeki ekonomik kriz ve yoksulluk nedeniyle aç uyuyor.

TIKLAYIN - Orta Doğu’da sınırlar neden dikiş tutmaz-I

TIKLAYIN - Orta Doğu’da sınırlar neden dikiş tutmaz-II

Ekrandan gördüğüm kadarıyla Ay yüzeyine benzeyen çorak topraklarıyla   Afganistan’ın neden yoksul olduğunu belki bir parça anlarım da bir Doğu Akdeniz ülkesi olan;  Asi (Orontes) Nehri’nin doğduğu, Romalılar döneminden başlayarak önemli bir tarım bölgesi olan Bekaa Vadisi’ne sahip Lübnan nasıl oluyor da açlık ve kıtlığın pençesine  düşüyor,  işte bunu anlamakta güçlük çekiyorum.

Yine de hiçbir şey sebepsiz değildir diyerek, tarihi deşmeye başlayalım ve bir yüzyıl öncesine gidelim. Osmanlı İmparatorluğu’nun 19.yüzyılın sonunda hızlanan çöküşü onun bir parçası olan Bilad’üş-Şam bölgesinde de güçlü bir şekilde hissediliyordu. “Bilad’üş-Şam neresi?” derseniz, batıda Akdeniz, kuzeyde yüksek Anadolu platosu, doğuda Mezopotamya, güneyde Arabistan ve güneybatıda Nil vadisi ile çevrili bölgenin adı. Büyük Suriye diye de anılan Bilad’üş-Şam, bugünkü Suriye ve Lübnan’ı da içine alıyordu.

Osmanlı bölgeyi fethettiği 1516/1517’den sonra tam bir buçuk asır boyunca Bilad’üş-Şam’ı vali ve kadılar atayarak ve asker sağlayarak doğrudan yönetti. Yerli soylu aileler (Arapçada a’yan) 17.yüzyılın sonuyla birlikte İstanbul’a sadık kalmaya devam etseler de daha etkili hale geldiler; kentleriyle İstanbul arasında aracı oldular. İstanbul’un belirlediği yönetici vergileri topluyor, kendi payını aldıktan sonra geri kalanı merkeze gönderiyordu.

19.yüzyılın sonuna doğru ise dünyada ulus devlet rüzgârları esmeye başlamış, büyük imparatorluklar içinde milliyetçi hareketler hız kazanmıştı. Bilad’üş-Şam da bu gelişmelerden muaf değildi.  

Aynı zamanlarda, dünya ekonomisi daha Avrupa merkezli hale geldi. Aslında, Avrupa merkezli ekonomik küreselleşmenin Bilad’üş-Şam’a her geçen gün daha fazla nüfuz ettiğini gören İstanbul, bölgeyi elinde tutmak için telgraf, yol, demiryolu gibi altyapı çalışmalarını hızlandırdı hızlandırmasına ama bu da yeterli olmadı. Zaten bazı konularda çok geç kalınmıştı.  

Osmanlı İmparatorluğu, farklı etnik, dini gruplar ve dillerden oluşan; parçalarından çok daha büyük olan bir kültürü inşa etti ama beş asırlık hakimiyetinin Araplar tarafından özlendiğini söylemek de pek doğru olmayacaktır. (AKP iktidarında özellikle Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlığı sırasında “Arap topraklarının yeniden Osmanlıya kavuşmak istediği” şeklinde tarihsel ve güncel hiçbir gerçekliğe uymayan siyasi romantizmin nihayetinde duvara tosladığına bizzat şahit olduk.) 

Geçen yüzyıla dönersek dönemin emperyalist devletleri, Orta Doğu’da ölmek üzere olan zayıf düşmüş bir bedene benzeyen topraklar üzerinde akbabalar gibi uçup duruyorlardı. İngiltere ve Fransa Orta Doğu’daki çıkarları doğrultusunda Osmanlı topraklarını paylaşmak üzere 1916 yılının Şubat ayında gizlice Sykes-Picot Anlaşması’nı imzalamıştı. Bu anlaşmanın maddeleri Bilad’üş-Şam’da her iki ülkeye manda yönetimi kurmanın yolunu açıyordu.

Bilad’üş-Şam’da sadece Fransız ve İngiliz sömürgeciler yoktu, King-Crane Komisyonu’ndan Amerikalı araştırmacıların 1919 yılında Filistin, Suriye, Lübnan ve Anadolu’ya dolaştığını not edelim. Belgeler, ABD’nin komisyonu Araplara ne tür bir hükümet istediklerini sormak üzere gönderdiğini yazıyor.  

Osmanlı'nın zor yılı: 1915

Birinci Dünya Savaşı sırasında, 1915’te Akdeniz’deki Arap limanlarına İngiliz ve Fransızlar tarafından dayatılan abluka felakete neden oldu. Cyrus Schayegh’in “Ortadoğu ve Modern Dünyanın İnşası”* kitabında belirttiği gibi liman kenti Beyrut’a zarar vererek dünya ticaretinde düşüşüne neden oldu. Lübnan, Suriye, Filistin ve ötesinde yüz binlerce insan ablukayla baş gösteren açlık ve salgın hastalıklar yüzünden öldüler.

Ailesi Lübnanlı Hıristiyan Araplardan olan ve 2012’de daha 44 yaşındayken hayatını kaybeden ünlü savaş muhabiri merhum Anthony Shadid, “The House of Stone” *adlı kitabında aile büyüklerinden duyduklarına dayanarak, o günleri şöyle aktarıyor:

…O zor günlere dair komşuların kırıntı kadar yiyecek bulmak amacıyla karıştırmak için gübre, tavuk pisliğini nasıl kapmaya çalıştığını anlatan iç karartıcı hikâyeler var sadece. Anne ve babalar geceleri tarlalara gizlice giriyorlar, buğdayın başını koparıp çiğ tahılı pek yenecek gibi olmasa da çocuklara besin olsun diye öğütüyorlardı. Ot yemeye çalışanlar vardı. Halk, eski Osmanlı sığınaklarındaki depolara saldırıp tahıl, zeytinyağı, saf yağ ve soğanları yağmalamıştı. Geceleri Beyrut meydanlarında cu’an yani açım sesleriyle yankılanıyordu. Tifüs ve veba salgını güçsüz olanları avlıyordu. Vebanın dört bir yandan sardığı kırsala, çekirgeler saldırmıştı. Hendeklerde,  giysilerin kağıt gibi olmuş ciltlerini zor sakladığı ölüler vardı. Delirme öyküleri ise sıradandı…

Bölgeyi her anlamda abluka altına alan Fransa, 25 Temmuz 1920’de Şam’ı alarak bölgeye yerleşti. Ve 24 Temmuz 1922 tarihli kararla Suriye’de “manda dönemi” başladı. Fransa Suriye’de elde ettiği manda gücüyle çok sayıda farklı etnik gruptan siyasi birim kurarak Suriye Ulusal Kimliği’nin gelişmesini engellemeye kalkıştı. 1920’de Halep ve Şam’ı iki ayrı devlete ayırarak başlarında Fransız danışman bulunan kendi valilerini atamıştı.  Dürzi ve Alevilerin de farklılığını vurgulayarak 1922’de onlara da kendi devletlerini kurdurdu.

Fransız Yüksek Komiseri General Henri Gouraud, 1 Eylül 1920’de Beyrut’taki resmi konutunun balkonundan Büyük Lübnan’ın doğuşunu ilan etmişti. Lübnan’da açılan ilk yara ise, Fransızların ülkeyi dini ve etnik farklılıklara göre bölmesidir. Fransızlar fethettikçe, Katolikleri Ortodokslara, Hıristiyanları Müslümanlara, kırsalı kente, azınlıkları çoğunluklara üstün tutarak bölüyorlardı. Bir çok Ortodoks, Katolik Marunilerin kendi adlarına konuşmalarına şüpheli yaklaşırken Müslümanlar, Fransız bir amir, bir Hıristiyan tarafından yönetilme fikrinden dolayı dehşet içindeydiler. Mezhepsel gerginlik ülke genelinde gümbürdemeye başladı. Bu durum, tehlikeli bir biçimde her geçen yıl daha da derinleşti.

Bu arada, bölgede Fransızlara karşı büyük isyanlar olduğunu belirtmek gerekiyor. Fransızların lejyonerler, Faslı sipahiler ve Kafkasyalı çetecilerden oluşan karışık güçler köyleri yağmaladılar ve yerle bir ettiler. Fransa 1925 ve 1927 yılları arasında Dürzilerle başlayan ve Humus ile Şam’da yaşanan büyük isyanı bastırmaya çalışırken, Şam kentini 18 Ekim 1925’de hem uçaklarla hem de havan toplarıyla bombaladı.  Bazı kayıtlara göre 6.000 “isyankâr” öldü, 100 binden fazla insan evsiz kaldı. Açlık, yukarıda da dile getirdiğimiz gibi sonu gelmeyen bir tehditti.

Öte yandan, Suriye’de 1925-1927 arasındaki bedeli ağır olan ayaklanma, Fransızları ulusalcıları tanımaya zorladı. Ulusalcılar,  1927/1928’de Ulusal Blok olarak bilinen; kentin ileri gelenlerinin öncülük ettiği bir ittifak kurdular.

Fransa 1933 ve 1936’da Suriye’ye koşullu da olsa bağımsızlık önerdi. Blok, ikinci seferinde bunu kabul etti. Fransız Parlamentosu 1938’de bunu onaylamayı reddetse de araya giren II. Dünya Savaşı’nın ardından ve bir sürü badireden sonra Suriye 1946’ta nihayet bağımsızlığına kavuştu.

Lübnan ise 1926’da resmen Cumhuriyet olduktan sonra ilk kez 1929’da bir parlamentoya kavuştu.  Fransa, bu Parlamentoyu 1932’de kapatmış olsa da Lübnan 1934’te yeni parlamento seçimleri yaptı. Fransa, aralarında Şii ve Sünni Müslümanlar, Rum Ortodoks ve Maruni Katolikler, Dürziler, Ermeniler ve bir avuç Yahudi olmak üzere on sekiz mezhebin farklılıkları üzerine bir sistem kurdu. Fransız Manda Yönetimi 1926’da etnik ve dini kimliğe dayalı ilk anayasayı hazırlamıştı. Buna göre Cumhurbaşkanı Maruni Hıristiyan, Başbakan Sünni Müslüman ve Meclis Başkanı Şii olacaktı.  

Siyasi uzlaşma mümkün mü?

Lübnan’da farklı etnik ve dini inançtan olan grupların hiçbiri Lübnan'ın nasıl bir ülke olacağı konusunda anlaşamadı ve hiç bir zaman anlaşamayacaklardı. İsrail'in 1948'de ortaya çıkmasının ardından daha da derinleşen krizler ortaya çıktı. 1975 ile 1990 arasında aç savaş yaşandı ve başka anlaşmazlıklar o günden beri çekişmeleri arttırdı, yaşamları kana buladı. Mezhepçilik ve milliyetçilik gibi tehlikeli türler, nefret ve zulmün büyük gösterilerinde adeta şaha kalkmışlardı.

Ve bugün UNICEF raporuna göre farklı din ve mezheplere dayalı siyasi bölünmeler açısından oldukça kırılgan bir yapıya sahip Lübnan ekonomisi, 1975-1990 yıllarındaki iç savaştan bu yana en büyük krizi yaşıyor. Dünya Bankası, Ekim 2019'da patlak veren ve 4 Ağustos 2020'de Beyrut Limanı'nda meydana gelen patlamayla daha da derinleşen ekonomik krize ilişkin "Lübnan batıyor" başlığıyla bir rapor yayımladı. Buna göre, "Lübnan'daki mevcut ekonomik durum, 19. yüzyılın ortalarından bu yana dünyada yaşanan en ağır kriz dönemleri içinde muhtemelen ilk 10, hatta ilk 3'te yer alır." Farklı etnik ve mezheplere dayalı sistemde siyasi uzlaşmanın bir türlü sağlanamaması acil çözülmesi gereken sorunların dağ gibi birikmesine neden oluyor.  Yani, Fransızların zamanında kendi çıkarları doğrultusunda çizdiği sınırlar dikiş tutmadı, tutmuyor…

Yeni Dünyaya göç köprüsü

Osmanlı İmparatorluğu önce sarsılıp sonra da Birinci Dünya Savaşı sırasında yıkılınca Arap topraklarından Yeni Dünyaya bir göç köprüsü oluşmuştu. Özellikle, Hıristiyan kökenli Araplar arasında ABD, Güney Amerika, Avustralya, Batı Afrika’ya göç eden çok sayıda insan vardı. Savaş, işgaller, onların yol açtığı kıtlık ve açlığın yanı sıra seferberlik kararları bu göçte etkili oldu. Asker sıkıntısı çeken, sorunlarla kıvranan Osmanlı, yüzyıllardır askerlikten muaf tutulan kasabalardan Hıristiyan kökenli genç adamları askere almaya başladı. Askerliğe uygun çok sayıda erkek, elinde ne var ne yoksa harcayıp, liman 1915’te kuşatmayla kapanmadan önce Beyrut’tan ayrılan son İtalyan buharlısına binerek Amerika ya da Brezilya’ya kaçtı. Geriye kalanlar buldukları yerlere saklandılar. Bir adamın sokakta kadın kılığıyla gezdiği anlatılır.

Beyrut’tan çıkıp Fransa (Marsilya) üzerinden Yeni Dünyaya bir göç yolu oluşmuş, bu işi yapan acentelerin reklamları dönemin gazeteleri ve duvar ilanlarında sık sık göze çarpmaya başlamıştı. Aslında bu alanda ciddi büyüklükte bir sektör oluştuğunu söylemek yanlış olmaz.

Arjantin’in “El Turco” lakabıyla bilinen eski Devlet Başkanı Carlos Menem, ünlü Kolombiyalı şarkıcı Shakira’nın (Şakira-Şakire) aileleri de Osmanlı topraklarından göç eden Arap Hıristiyanlardan.

Göç dramlara sahne olduğu kadar komik olayları da barındırıyordu. Örneğin, ABD’de Arap komşularının kağıt kadar ince lavaş ekmeğini gören komşuları, onların peçete yediklerini sanmışlardı. Arap komşularının evine giden kimi misafirler lavaş ekmeği peçete sanıp dizlerine seriyordu.  Yine, Arapların coşkulu “dabke-Arap halay”lı düğünlerinin seslerini uzaktan duyup “tam gaz isyan” çıktı sanarak “şerife-polise” haber veren Amerikalılar bile olmuştu…


Kaynakça

Cyrus Schayegh, “Ortadoğu ve Modern Dünyanın İnşası”, İletişim Yayınları, İstanbul, 1. Baskı 2021, Çev. Gül Atmaca

Anthony Shadid, “The House Of Stone: A Memoir of Home, Family, and a Lost Middle East”, Houghton Mifflin Harcourt, Boston, 2012.