Son kitabı ’Masumiyet Müzesi’ ile büyük yankı uyandıran Orhan Pamuk’a ilk eleştiri Taraf gazetesi yazarlarından Pakize Barışta’dan geldi. Romanın uzun olduğunu belirten Barışta, müzeyi de gereksiz buluyor.
***
Masumiyet Müzesi
Rönesans’ta bir söz vardır: “La dove c’e piu lavoro c’e poco arte” (Ne kadar çok işlem, o kadar az sanat)
Sanat eserinin ortaya çıkması için, sanatçının üretim aşamasında gereğinden fazla yazması, çizmesi, yontması, yani olması gerekenden fazla iş yapması, eserin sağlıklı bir biçimde ortaya çıkmasını tehlikeye sokuyor.
Böyle bir durumda kıvam bozuluyor çünkü.
Yazarın, ressamın, heykeltıraşın; yazdığına, resmettiğine, yonttuğuna karşı bir tutkunluk hali oluşuyor zira. Bu da eserde, fiziki bir genleşme ile gereğinden fazla ruhi bir rahatlık sağlıyor tabiatıyla. Yani sonuçta eserin özünün koruyucu zarında bir incelme ve deformasyon oluşturuyor. Söylenmek istenen, gösterilmek istenen, kendini tekrarlayan bir sürece sokularak nakaratlaşıyor bir nevi.
Orhan Pamuk’un yeni romanı Masumiyet Müzesi’nde, bir duygunun mu, yoksa bir durumun mu üzerine gereğinden fazla gidiliyor diye düşünüyor insan. 586 sayfalık bu romanda kimi zaman duygunun genişletilmiş halleri var çünkü, kimi zaman da durumun fazlasıyla abartılmış halleriyle karşı karşıya kalıyoruz.
Romanın bu her iki özelliğinin işlendiği insani yüzeyin dayanağı olan gerçeklik ile, kurgulanmış olan gerçeklerin uyumundaki intibaksızlıklar, Masumiyet Müzesi’nin şiirine zarar vermiş gözüküyor bana göre; Bir Türk burjuvası olarak konumlandırılan ana kahraman Kemal’in aşkının kara sevda boyutunda işlenmesiyle, bu kara sevdanın peşine düşerek, yıllarca bir küçük burjuva aileye neredeyse her gece misafir olması, her şeyden önce sınıfsal ve kültürel inandırıcılığın, yani gerçekliğin zorlanması olarak ortaya çıkıyor.
Masumiyet Müzesi’nde delice bir aşık olma durumu mu var?
Yoksa delice bir tutku hali mi?
Roman, aşk romanı olarak sunulmasına rağmen, bence daha çok bir tutku romanı. Yazarın, 1975’lerde Türkiye’de var olduğunu düşündüğü (Nişantaşı’nda oturan bütün para sahibi insanlardan burjuvalar diye bahsediliyor romanda) burjuvazinin bir üyesinin yaşadığı aşırı takıntılı –hangi gerçekliğe uyduğu tartışılır- bir tutkunun hikayesi. İster istemez fark edilen özel bir durum var romanın gelişimi içinde yer alan: Israr. İçeriğin unsurlarında ısrar, detayın yığılmasında ısrar ve gitgide daha fazla detaycılığın hakim olduğu bir roman örgüsü. Duygunun daha iyi ortaya çıkması amacını güden bu detay bombardımanı yüzünden, sonunda öyle anlar geliyor ki, duygu adeta unutularak aşılıyor ve maddeye dönüşüyor; o zaman da.. objeler, objeler ve objeler kesintisiz olarak zuhur etmeye başlıyor. Bu objelerle daraltılmış akış da, yine doğal olarak belirli bir matematiksel birikim sonucu bir toplayıcılığa, ardından bir koleksiyonculuğa ve tabiatıyla bir müzeye ulaşıyor nihayetinde.
Bu menzile varış, ne yazık ki edebi bir süreç yaşanarak ve izlenerek elde edilmiş bir durum gibi de görünmüyor pek; bu da romanın masumiyetini zedelemiş oluyor biraz ya.
Müzeyi oluşturan objelerin sahibesi olan Füsun’u ise, fiziksel özellikleri dışında, neredeyse hiç tanıyamıyoruz. Kemal’in büyük aşkı olan Füsun, onun bir tamamlayıcısı olmuş sanki. Yani, kendi varlığıyla, kimliğiyle, kültürüyle, sonuç olarak kişiliğiyle romanda bir türlü var olamıyor Füsun. Yazar, onu bize tanıtmaktan sakınıyor adeta. Bu yüzden de Kemal’in Füsuna neden bu derece sevdalandığını anlamak zorlaşıyor. Okur, Füsun’un yanında duramıyor hiç, Kemal’e doğru itiliyor; Kemal karakteri çok güçlü bir egoya sahip zira.
Masumiyet Müzesi, son derece kolay okunan bir roman. Yazar, romanın dramaturjik dayanakları içinde, zaman kavramına özel bir önem vermiş ve bu sayede ana mesajı olan mutluluğun okur tarafından daha kolay algılanmasını da sağlamış:
“Aristo, Fizik’inde ‘şimdi’ dediği tek tek anlar ile Zaman arasında ayrım yapar. Tek tek anlar, tıpkı Aristo’nun atomları gibi bölünmez, parçalanmaz şeylerdir. Zaman ise, bu bölünmez anları birleştiren çizgidir. Zaman’ı, şimdileri birleştiren çizgiyi, Tarık Bey’in ‘unut’ öğüdüne rağmen ne kadar gayret etsek de, aptallar ve hafızasızlar hariç kimse bütünüyle unutamaz. Hepimizin yaptığı gibi mutlu olmaya ve Zaman’ı unutmaya çalışabilir ancak insan.”
Masumiyet Müzesi’nde, aşkın oluşmaya başladığı ilk bölümler, okur için en çekici, en duygusal anları içeriyor. Aşk oluşurken, romanla okur arasında da bir ünsiyet peyda ediliyor aynı anlarda. Roman ilerleyip de, ısrar başladığı zaman, bu büyü zayıflamaya başlıyor biraz; bu yüzden de keşke roman bu kadar uzun olmasaydı diye düşünüyorum, duygu keşke bu kadar yayılıp, detaylarda boğulmasaydı.
Bir de gerçek hayata da taşınan müze meselesi var; herkes hoşlandı sanırım bu fikirden ama benim kalbimde hiçbir sıcaklık doğamıyor o hususa karşı. Romandan, gerçek hayata taşınan bir ısrar gibi geliyor bana. İnsan bir romanı okuyup bitirdiğinde, onunla ilişkisi sona erer, artık okurun geçmişinin bir parçasıdır o. Neden hayali bir kahramanın, sağdan soldan derlenmiş hayal mahsulü objelerini gidip görmek istesin ki okur?
Bu bir iletişim stratejisi olabilir ama, pek de dahiyane bulmuyorum doğrusu. Böyle çağdaş sanatımsı bir buluşçuluğa, Nobel sahibi bir yazarın neden ihtiyacı olsun ki?
***
İlgili haberler:'Masumiyet Müzesi' kitapçılardaPamuk: Özgür aşk için özgür düşünce şartBekaretin dinle alakası yok