Kültür-Sanat

Orhan Pamuk'un yayımlanmamış 'Veba Geceleri' romanından bir bölüm

18 Mart 2020 12:47

Orhan Pamuk'un dört yıldır yazmakta olduğu 'Veba Geceleri' adlı romanının 27. bölümünü yayımlıyoruz.

Olaylar 1901 yılında Ege'de hayali bir Osmanlı adası olan Minger'de geçer. Adanın nüfusunun yarısı Ortodoks, yarısı Müslümandır. Çin'den ve Hindistan'dan geldiğine inanılan, Asya'da milyonlarca kişiyi öldüren ve tarihte Üçüncü Veba Pandemisi diye bilinen veba salgınının Minger adasına varmasıyla Vali Sami Paşa karantina tedbirleri almaya başlar…

*27. BÖLÜM (HACI GEMİSİ İSYANI)

Vali Sami Paşa, Şeyh Hamdullah’ı karantina çabasına nasıl dahil etmesi gerektiğini çok düşündü. Şeyh’i beş yıl önce adaya tayin edildikten hemen sonra tanımıştı. Edebiyat zevki olan, sevimli, yumuşak bir adam gibi gözükmüştü o zaman gözüne. Belki hâlâ öyleydi. O ilk yıl hayattan, kitaplardan, maneviyattan çok sohbet etmişlerdi.

Şimdi Şeyh’in bu dostluğa rağmen karantinayı delmesi hem arkadaşlıkları, hem de memleket için iyi olmayacak ve ne yazık ki iş uluslararası boyuta taşınacaktı.
Sonra Vali hâlâ çıkmakta olan iki Rumca gazeteden Adekatos Arkadi’nin başyazarı zindanda olduğu için Neo Agnos başyazarını huzura çağırıp Şeyh Hamdullah’ın tekkesinin dezenfekte edileceğini, eğer yarın gazete çıkacaksa işte bunu haber yapmasını istedi. “Bu konuda başka habere gerek yoktur” dedi. Daha önce de hapise attırdığı, birkaç kere gazetesini toplattığı bu Yunan milliyetçisi genç gazeteciye sanki bir kolera salgınıymış gibi “etüv makinasından yeni geçti!” gibi lüzumsuz bir yalan söyleyerek kuru erik, ceviz ve kahve ikram etti. Onu kapıdan uğurlarken de çok büyük bir buhran ve felaket yaşandığını, İstanbul’un ve dünyanın bu hususta çok hassas olduğunu, matbuatın görevinin Padişah hazretlerine ve devlete destek vermek olduğunu, yanlış bir şey yazarak başını gene belaya sokmamasını söyleyerek ve gülümseyerek tehdit etti.

Ertesi gün tahrirat kâtibi matbaadan yeni çıkmış Neo Agnos gazetesini getirdi. Mütercim kâtip dikkatle Rumcadan Türkçeye çevirdiği haberi Paşa’ya yüksek sesle okudu.

Paşa’nın “yazmayınız!” dediği şey haberde çok açık bir şekilde yazılmış, tulumbacıların Helveki tekkesi kapısından geri çevrildikleri bütün adaya ve dünyaya duyurulmuştu. Haberin havasında bu durumdan memnuniyet ve konuyu uzatma isteği seziliyordu. Bu haberin muska yazan şarlatan hocaları, onlara inanan köylüleri, öfkeli ve genç Girit göçmenlerini, hatta bütün Müslümanları, en aydınlanmışlarını bile cesaretlendireceği ve karantina ve Vali karşıtı bir kıpırdanmaya yol açacağını Sami Paşa hemen gördü.

Haberi yapan gazeteci Manolis ile bir geçmişleri vardı. Üç dört yıl önce bir dönem cesur gazeteci Manolis belediye sorunlarını, sokakların pisliğini, rüşvet imalarını, tembel ve cahil memurları konu ederek Vali’yi ve Osmanlı bürokrasisini yıpratmaya çalışmıştı. Sabrı taşan ama hoşgörüsüz demesinler diye dişini sıkan Vali, aracılar sokup havasını yumuşatmasını isteyip gazetesini kapatmak ile tehdit edince, gazeteci biraz yumuşamıştı. Ama bir süre sonra bu sefer Paşa’yı çok tedirgin eden “Hacı gemisi olayı”nda Paşa’yı ve karantinacıları suçlayan neşriyat başlayınca Paşa başka bir bahaneyle Manolis’i zindana attırmış, ama bir süre sonra İngiliz ve Fransız elçilerinin baskısı ve Mabeyn’den çekilen telgraflar sonucunda bırakmak zorunda kalmıştı.

Vali’ye şimdi tuhaf bir ihanet acısı veren şey, onu hapisten çıkarttıktan sonra her karşılaşmalarında Manolis’e gösterdiği özel yakınlığın boşuna olduğunu görmekti! Bir kere Splendid Oteli’nde karşılaştıklarında, Paşa Manolis’e at arabacılarıyla hamallar arasındaki kavgayı gazetesinde çok iyi yazdığını söylemiş, bilgi kaynaklarından dolayı onu tebrik etmiş ve Valiliğin Türkçe gazetesi olan Havadis-i Minger’de makalesini yayınlamak ve iki makale için de Vilayet bütçesinden peşin para ödemeyi teklif etmişti. Bir başka seferinde, Degüstasyon lokantasında karşılaştıklarında Paşa ona herkesin önünde iyi davranmış, Manolis’i masasına oturtmuş, ona soğanlı kefal çorbası ısmarlamış ve gazetesinin Levant’ın en takdire şayan gazetesi olduğunu herkesin duyabileceği bir şekilde söylemişti.
Bütün bu yakınlıktan sonra Vali Paşa Manolis’in tekkeye alınmayan tulumbacıları haber yapmayacağından, küçük ricasının kabul edileceğinden emindi. Bu da Paşa’ya demek ki arada başka bir güç olduğunu, bu gücün de Manolis’e bu haberleri ve tabii eski yazılarını da kaleme aldırttığını düşündürttü. Kimdi o güç? Paşa, gözüpek ve provakatör gazeteciyi zindana attırmaya, soğuk ve nemli hücrede onun burnunu bir kere daha sürtmeye ve ona baskı yaparak hacı gemileri haberlerini kimin yazdırttığını öğrenmeye karar verdi. Manolis’i arayan sivil polisler nüshalarını topladıkları gazetenin yazıhanesinde ve Kora mahallesindeki kendi evinde değil ama saklandığı amcasının evinin bahçesinde kitap okurken (Hobbes: Leviathan) buldular onu ve derhal zindana götürdüler. Sonunda kalbi yumuşayan Paşa gazetecinin hapishanenin daha rahat ve salgından uzak ve güvenli batı kısmına konmasını istedi.

Bu noktada hikâyemizin daha iyi anlaşılması için üç yıl geriye gitmek ve bugün Vali Paşa’yı siyasi olarak zorlayan ve kişisel olarak hâlâ çok huzursuz eden, “Hacı Gemisi İsyanı” olayını anlatmak istiyoruz. Bazı tarihçiler olaydan “İsyancı Hacılar Vakası” diye de söz ederken kabahatli olanın hacılar olduğunu ima ederler, ama doğru değildir bu.

1890’larda Hindistan’dan hacı gemileriyle Mekke ve Medine üzerinden bütün dünyaya dağılan kolera salgınlarını durdurmak için “Büyük Güçler”in başvurduğu önlemlerden biri, hacı gemilerine döndükleri ülkelerde on günlük bir karantina daha koymaktı. Mesela Hicaz’da Osmanlılar’ın uyguladığı karantinaya güvenmeyen Fransızlar, Hac’dan Cezayir’e dönen Messagerie şirketinin Persepolis adlı gemisinin yolcularını memleketlerine, şehirlerine, köylerine dönmeden önce Fransız toprağı Cezayir’de zorunlu son bir karantinaya daha alıyorlardı.

Kendi Hicaz Karantina Teşkilatı’nın ilk yıllardaki zayıflığına, güvensizliğe dayanan bu önlemi Osmanlılar da uyguladılar. Hacıları geri getiren gemide sarı bayrak veya hastalıklı yolcu olsun olmasın, bu “ihtiyat karantinasının” uygulanmasını İstanbul’daki Karantina Heyeti, İmparatorluğun her köşesinde zorunlu kılmıştı.

Zaten meşakkatli ve çileli olan ve pek çok kişinin ölümüyle sonuçlanan (Bombay ve Karaçi’den gelen hacıların beşte birinin bu yolculuk sırasında ölmesi doğal karşılanırdı) büyük yolculuktan geri dönerken bir de memleketlerinde on gün karantinada beklemek bir çok hacıyı isyan ettiriyordu. Bu yüzden askerler de göreve çağrılmış, doktorlar pek çok yerde polis ve zabıtadan yardım istemişti. Minger gibi karantinahanenin yetersiz olduğu ya da eski yapıların köylü hacıları kontrole yetmediği küçük ada ve ücra limanlarda, tecrit ve bekleme mekânı olarak sağdan soldan alelacele bulunup kiralanmış, hurda ve ucuz gemiler, mavnalar kullanılıyordu. Bazan bu gemiler Sakız, Kuşadası ve Selanik’te yapıldığı gibi uzak, ücra bir koya çekiliyor veya boş bir araziye yanaştırılıyor, çevrelerinde askeriyeden alınan çadırlar kuruluyordu. On gün burada karantinada tutulan yorgun hacılara sağlık memurları, yiyecek, temizlik malzemesi ve su yetiştirmeye çalışıyordu.

Bir an önce evlerine dönmek isteyen hacılar çok şikayetçiydiler bu karantinadan. Bütün yolculuğu telef olmadan geçiren kimi hacılar bu son on günde ölüyordu. Hacılar ile Osmanlı Devleti’nin çoğu Rum, Ermeni ve Yahudi olan doktorları arasında kavgalar, sürtüşmeler çıkıyordu. Zorla uygulanan karantinanın üstüne bir de karantina vergisi alınması hacıları çileden çıkarıyordu. Bazı zengin ve becerikli hacılar doktorlara para verip daha baştan karantinayı delip kaçıyor, bu da ötekilerin sabrını taşırıyordu.

Ama Minger adasındaki beceriksizlik Osmanlı devletindeki benzeri olayların en fecisini yarattı. Hicaz’dan gelen İngiliz bandıralı, Persia adlı gemi İstanbul’un yolladığı telgrafta emredildiği gibi başşehrin limanına sokulmamış, kırk yedi hacı Karantina Müdürü Nikos’un bulduğu köhne bir mavnaya alınmış, mavna da Minger adasının kuzeyindeki küçük koylardan birine çekilip demirlemişti. Aşılmaz kayalık dağlarla ve uçurumlarla çevrili bu uzak koy hacılara doğal bir hapishane görevi gördüğü için karantinaya uygundu. Ama aynı dağlar ve uçurumlar hacılara yiyecek, temiz su ve ilaç yollanmasını zorlaştırıyordu.

Sahilde hacıları kontrol edecek, doktorları, askerleri ve sağlık malzemesini barındıracak çadırların kurulması çıkan bir fırtına yüzünden gecikmişti. Beş gün süren fırtınada dalgalarla sallanarak serseme dönen Mingerli hacılar, yiyeceksiz, içeceksiz perişan olmuş, arkasından çıkan yakıcı güneşte kavrulmuşlardı. Çoğu hayatında ilk defa ada dışına yolculuk ediyordu. Hacılar zeytinlikleri, küçük çiftlikleri olan sakallı, orta yaşlı köylüler kalabalığıydı. Aralarında dedelerine, babalarına yardım eden dindar ve sakallı gençler de vardı.

Beş gün sonra tıkış tıkış mavnada kolera salgını patlak verince zaten bitkin olan hacılardan her gün biri-ikisi ölmeye başladı. Ölü sayısı her gün artıyordu. Geminin bir pislik ve hastalık kaynağı olmasına rağmen onları zorla buraya getirip bırakan memurların ve doktorların ortalıkta görünmemesi yaşlı ve itaatkâr hacıların bile sabrını taşırıyordu. Karantina kampına dağları at sırtında aşarak üç günde yetişen iki Rum doktor da her yerine mikrop bulaşmış gemiye sandalla çıkıp öfkeli hacıları muayene etmek için acele etmiyordu. Bazı hacılar neden burada tutulduklarını anlayamıyor, ama ölmekte olduklarını hayal meyal seziyorlardı. Yaşlı ve yorgun bazı hacılar tam ölmek üzerelerken tuhaf gözlüklü Hıristiyan doktorların üzerlerine lizollü, ilaçlı sıvı sıktırmalarını istemiyorlardı. Dağları at sırtında aşan iki ilaç püskürtücü tulumba da zaten ilk gün bozulmuştu. Cesetleri mavnadan denize atalım diyenlerle, “şehittir, akrabamızdır, köyde gömeceğiz,” deyip buna karşı çıkan hacılar da birbirleriyle kavga ediyor ve güçlerini tüketiyorlardı.

Salgının durdurulamaması ve üstelik sayısı ve kokusu hergün artan cesetlerin toplanıp gömülmemesi birinci haftanın sonunda mavnada isyana yol açtı.
Öfkeli hacılar önce başlarındaki Trabzonlu iki Müslüman askeri bertaraf ettiler ve onları denize attılar. Hacıların hepsi gibi (aslında İmparatorluğun hakim milleti Müslüman nüfusun büyük çoğunluğu gibi) yüzme bilmeyen neferlerden biri boğularak ölünce, Vali Paşa ve Garnizon Komutanı abartılı bir cezalandırma harekâtına giriştiler.

Bu arada genç hacılar mavnanın demirini almış, ama hurda tekne kayalara bindireceğine, önce bir süre açık sularda sarhoş gibi sağa sola sürüklenmiş ve yarım gün sonra daha batıda benzer bir başka koyda kayalara bindirmişti.

Yorgun hacılar kayalara bindirip su alan mavnadan denkleri ve hediyeleri ile kolayca çıkıp köylerine kaçamamışlardı. Öyle olsaydı, olay bir erin ölümüne rağmen belki unutulurdu. Hacılar gittikçe daha kötü kokan cesetlerle dolu teknede sıkışmışlar, dalgalarla boğuşmuşlar, denkleri, koleralı zemzem suyu şişeleriyle bir türlü olay yerinden uzaklaşamamışlardı.

Bir süre sonra hacı gemisini sahilden izleyen jandarma taburu kayalıkların gerisinde ve uçurumun tepesinde mevzilenmişti. Komutanları, hacıları teslim olmaları, karantina kurallarına uymaları, gemiyi terk etmemeleri ve karaya çıkmamaları için uyarıyordu. Hacılar ise şiddetli bir telaşa kapılmışlardı: Hepsi yeniden karantinaya alınacaklarını, bu sefer mutlaka öleceklerini anlıyorlardı. Onlar için karantina sağlıklı hacıyı cezalandırıp öldürüp parasını almak için Batıda icat edilmiş şeytani bir Frenk kurnazlığı idi.

Bir sabah bir takım hacı kayalar arasından sekerek kaçmaya, keçi yollarından yukarıya çıkmaya çalışırken telaşlanan iki asker onların üzerlerine ateş etmeğe başladı.Telaşa kapılan başka erler de ateş ettiler. Minger’i işgale gelen düşman ordularını püskürtür gibi heyecanlıydılar. Askerler sakinleşip silahlarını susturana kadar sekiz on dakika geçti. Pek çok hacı vurulup düştü.

Vali Sami Paşa bu olay konusunda haberlerin yayımlanmasını, hatta herhangi bir imada bulunulmasını yasakladığı için bugün-yüz yirmi yıl sonra bile kaç hacının vurularak öldürüldüğü, kaçının teslim olup tekrar karantinaya alındığı (bazıları bu ikinci karantinada koleradan gerçekten ölmüştü), kaçının da sonunda köyüne dönüp hastalığı ve bu korkunç hikâyeyi bütün adaya yaydığı konusunda kesin bir bilgi yoktur. Ama dönem hatıralarından ve İstanbul’a, Mabeyn’e ve doğrudan Abdülhamit’e çekilmiş telgraflardan olayın sonraki gelişmelerin önemli bir kaynağı olduğu anlaşılıyor. Vali Paşa bu tarihi olaydaki sorumluluğu yüzünden eleştirilmekten, küçümsenmekten ve kötü niyetli sanılmaktan hiç kurtulamadı. Abdülhamit tarafından cezalandırılmayı bekledi ama bu olmadı. Eleştiriler yüzüne söylendiğinde, adayı koleradan korumak için hacıların üzerine asker yollamanın doğru karar olduğunu söyler, ayrıca devletin gemisini kaçıran (aslında mavna kiralıktı), askerini öldüren haydutu hoş görmenin vicdanına sığmayacağını buna ekler, ama her seferinde hacılara ateş emrini kendisinin vermediğini, bunun askerlerin acemiliği sonucu yapılmış bir yanlış olduğunu da ifade ederdi.
Vali Paşa bu konuda en iyi savunmanın vakanın unutulmasını beklemek olduğuna karar vermişti. Bunun için olayın gazetelere geçmemesine özel dikkat gösterdi ve bir süre bunda başarılı oldu. O ilk dönem Vali Hac yolunda ölenlerin dinimizde buyrulduğu gibi resmen “şehit” olduğu ve bunun en yüksek mertebe olduğu konusunu işledi. Ölen hacıların aileleri tazminat isteklerini ifade etmek için başkente geldiği zaman onları makamında kabul ediyor, “şehitlik iksirini içenlerin cennetteki özel yeri” konusunu açıyor, “tazminat davâlarında onların yanında olduğunu, elinden gelen herşeyi yapacağını ama lütfen Rum gazetecilerle konuşup olayı büyütmemelerini” söylüyordu. Bu devletin verdiği tazminatlarda Paşa’nın etkili olduğu ilk dönemdi.

Olay belki de unutuluyordu ki, Vali Paşa arasının iyi olduğu Rum gazetesi Neo Agnos’a verdiği bir röportajda köylerine çeşme yaptırdığı hacılardan onları savunan bir edayla söz ederken, “fakir hacılar” ifadesini kullandı. Kimsenin ilgilenmeyeceği bir sözdü bu. Ama bugün içeri attırdığı Manolis Neo Agnos gazetesinde polemikçi bir havayla hacıların fakir olmadığını, tam tersine, adanın bütün zengin Müslümanlarının yeni modaya uyup malı mülkü satıp Hacca gittiklerini, pek çoğunun yollarda hastalığa yakalanıp öldüğünü yazdı. Oysa Müslümanların eğitim seviyesinin Ortodokslardan çok daha düşük olduğu Minger Adası’nda zengin Müslüman köylüler paralarını uzak çöllerde, İngiliz gemilerinde akılsızca harcayacağına aralarında toplanıp adada bir rüştiye açsalar, ya da hiç olmazsa kendi mahalle camilerinin kırık taşlarını ve çarpık minaresini onarsalar daha iyi olmaz mıydı?
Aslında cami yerine okula önem vermek Vali’nin de inandığı “medeni” bir tutumdu ama yazıyı okurken Sami Paşa öfkeden boğulacakmış gibi hissetmişti kendini. Manolis’in Müslümanlara yukarıdan bakan tutumuna da sinir oluyordu ama asıl neden unutulmasını beklediği “Hacı Gemisi İsyanı” konusunun sinsice ısıtılıp yeniden açılmasıydı.

Bu ilk yazıdan sonra Vali gazetecinin peşine casuslarını takmıştı. “Tulumbacılar tekkeye giremediler” haberini okuduktan, Manolis’i hapise tıktıktan sonra en son vazife yapan iki casusu (biri çörekçi, öteki eskici kıyafetinde sokak sokak gezen iki satıcı) huzuruna çağırıp bu cahil adamlardan Manolis’e bu yazıyı kimin yazdırdığı konusunda umutsuzca bilgi almaya çalışarak karantinaya vermesi gereken vakitleri kaybetti. Casuslarından öğrendiği şey ise Vali’yi daha da telaşlandırdı: Evet, tulumbacıların Şeyh Hamdullah’ın tekkesinin kapısından geri çevrildiği haberinden bütün ada haberdardı ve olayın dedikodusu şimdiden yayılmıştı.

“Niye almıyorlarmış tekkeye?” diye sordu iki casusa Paşa. Madam Marika’yla konuştuğu oyuncu havayla sormuştu bunu, ama çörekçi casus anlamadı. “Mateessüf bilmiyorum Paşa hazretleri!” dedi yalnızca.

“Şeyh Hamdullah vebaymış da ondan,” dedi eskici kıyafetli öteki casus.
“Nasıl?” dedi Vali Paşa.

__________________________________________________________________________________________________

* T24 ile de paylaşılan bu bölüm, ilk olarak gazeteduvar’da yayımlanmıştır