Yasemin Çongar
(Taraf, 14 Nisan 2012)
"Bütün” diye bir şey yoktur demeyeceğim; bütünü “bütün” yapan, içindeki noksandır ama. Eksiklerini bilme halinden de ziyade, eksikliğin hiçbir zaman giderilemeyeceğini bilme halidir belki tamlık. Ya da belki böyle düşünmek, benim gibi hep biraz “eksik” olduğunu hissedenlerin işine geliyordur, kimbilir. Pencerenin önünde, kırmızı sardunyanın yanına kıvrılmış uyuyan kedinin kulakları, sadece ona ait olan rüyasını daha da esrarengiz kılarak seğiriyor ben bunları yazarken.
Hayatın ince uçlu kalemi, benliğimize dokunduğu o ilk andan itibaren öyle çok şey yazıp çiziyor, imgelerini ve kelimelerini hafızamızın zaaflarını hesaba katarcasına öyle derinlere kazıyarak geziniyor ki üzerimizde, gün geliyor hepimiz, sahip olduğumuzu o âna dek hiç bilmediğimiz bir hatıranın birdenbire canlanıp berraklaşmasına, unutulmuş bir insanın, bir sahnenin, bir hissin seneler sonra zihnimizin diplerinden yukarı, ışığa doğru yükselip, adına bilinç dediğimiz arkası sırlı camda temayüz etmesine tanık oluyoruz. Hatırlamak, kendimize ilişkin bir keşfe dönüşüyor o vakit. Bir şeyi ilk kez hatırlamak, insanın aynadaki sûretinde yepyeni bir çizgi görmesine benziyor. Eksik olduğunu bile bilmediğimiz bir parçayı böyle apansız yerine koyan hafızamız, “her şey bundan ibaret” sözünü de —nerede söylenirse söylensin— anlamsız kılmıyor mu nihayetinde? Her bütünün, ancak noksan parçalarıyla birlikte bir “bütün” olduğunu hatırlatmıyor mu bize aynalar? Bir kedinin rüyasında ne görebileceği konusunda imkânsız tahminler yaparak soruyorum bunları. Balkondaki sardunyaların yeni saksılarını sevdiklerine inanmak istiyorum; bu kadar güzel kırmızı az bulunur.
Masamda David Foster Wallace’ın bitirmeden ölmeyi seçtiği son romanı The Pale King (Solgun Kral) duruyor aylardır. Okunması zor bir kitap. Wallace, sizi bir daha hiç bırakmayacak cümlelerle geliyor üzerinize: “Belki de donukluğun ruhsal ıstırapla özdeşleştirilmesi, ışık geçirmeyen bir şeyin, dikkatimizi diğer bir tür, daha derin bir tür ıstırapta yoğunlaşmasını engellemeye yetecek kadar dağıtamamasındandır. Daima orada duran, daha derin bir ıstırap var; çoğumuz zamanımızın ve enerjimizin büyük bölümünü, o ıstırabı hissetmemek için dikkatimizi başka şeylere yöneltmekle geçiriyoruz.”
Hissetmemeye çalışmak nafiledir oysa. Er geç hissedersin.Wallace, bunu bildiği için sanırım, Pale King’i okurken kendimizi sürekli yoklamamızı istiyor bizden; en kıraç görünen arazinin dahi derinlerinde bir cevher gizlediğinden emin olan her hayal erbabı gibi, bizi neyin eksik kıldığını ancak geçmişimizi deşersek keşfedeceğimize inanarak, kelimelere dökmeksizin bir soru soruyor usulca: “En eski hatıranız neydi sizin; hatırladığınız ilk şey neydi söyleyin?”
Rahatladı; onu idam etmeyeceklerdi
Wallace’ın sessiz sorusunu size emanet edip, çok daha zor bir kitaptan söz edeceğim bugün. Anlattığı hakikatin bilgisi, hayatı eskisi gibi sürdürmeyi neredeyse imkânsız kılan bir kitap bu. Adı: Escape from Camp 14: One Man’s Remarkable Odyssey From North Korea to Freedom in the West (Kamp 14’ten Kaçış: Bir Adamın Kuzey Kore’den Batı’da Özgürlüğe Uzanan Olağanüstü Yolculuğu). Yazarı, bugün artık altmışlı yaşların başında olan, yıllarını Doğu Asya’da muhabirlik yaparak geçirmiş Amerikalı gazeteci Blaine Harden.
Benim bir sinema sahnesini izler gibi okuduğum, kelimelerden ziyade hareketleri birbirine bağlarcasına yazdığı ilk bölümde, hayatındaki en eski hatırası bir “infaz” olan Şin İn Ceyun’la tanıştırıyor bizi. Şin henüz dört yaşında ve ilk hatırasının tam ortasında. Annesiyle birlikte Taedong Nehri’nin kenarındaki bir buğday tarlasının içinden yürüdüklerini hatırlıyor. Şin o sırada bunu bilmiyor, ama muhafızlar Taedong’u geçmeye çalışan binlerce mahkûmu yakalamışlar geçmişte. Tarladan bir düzlüğe çıkıyorlar, etraf çok kalabalık; bu, Şin’i heyecanlandırıyor. Annesinin elini bırakıp, büyüklerin bacaklarının arasından geçerek, en ön sıraya gidiyor. Bir adamı tahta kazığa bağlıyor muhafızlar. İnfazdan önceki konuşmayı anlayamayacak kadar küçük. Sonraki yıllarda böyle düzinelerce infaz izleyecek ve her birinde benzer konuşmalar dinleyecek Şin; oysa hafızası sanki o ilk infazda da söylenenleri anlamış gibi yapıp, kandırıyor şimdi onu. Muhafız, kalabalığa dönüp, “Bu mahkûma” diyor, “güç koşullarda çalışma fırsatı verilerek kefaret imkânı sunuldu. Ama o, Kuzey Kore devletinin bu cömert teklifini reddetti.” Sonra mahkûmun ağzına çakıl taşları dolduruyorlar ki, Kuzey Kore devletine küfretmesin. Başına bir çuval geçiriyorlar ki, ölümünü görmesin. O gün üç ayrı muhafızın üçer el ateş etmesini seyrediyor Şin. Silahların sesi çok güçlü; ayakta duramayıp yere yıkılıyor. Doğrulduğunda, muhafızların, kanlar içindeki cesedi kazıktan çözdüklerini, battaniyeye sardıklarını, bir arabaya yüklediklerini görüyor.
Şin’in yaşadığı Kamp 14, Kuzey Kore’nin “siyasi düşmanlarının” tutulduğu çalışma kamplarından biri. İdam temâşâsı haricinde, iki mahkûmdan fazlasının açık alanda birarada bulunması yasak. Kalabalık, bu yüzden heyecanlandırıyor Şin’i. Kampın bütün sakinleri infazları izliyor. Çünkü her idam bir ders. İnfaz töreninin yaydığı korkudan öğrenecek çok şey var.
Kamptaki muhafızlar, aynı zamanda öğretmenleri Şin’in; “yetiştiricileri.” Varlığının esbab-ı mucibesi sayıyor onları; annesiyle babasına “çiftleşme” izni vermeseler doğmayacaktı. Kamp kurallarını ihlal edenlerin ölümü hakettiğini muhafızlardan öğrendi. Kampta, okulun olduğu tepede bir söz yazılı: “Her şey kurallara göre…” Her şey. Şin, kampın on temel kuralını ezbere biliyor. “Kaçarken yakalanan herkes derhal vurulacaktır” diyor birinci kural.
O ilk infazdan on yıl sonra, yine aynı tarlaya dönüyor Şin. Yine büyük bir kalabalık. Yine toprağa çakılmış tahta bir kazık. Bir de darağacı. Şin, bu kez yürüyerek değil, bir muhafızın sürdüğü arabanın arka koltuğunda varıyor infaz yerine. Elleri kelepçeli, gözleri paçavrayla bağlı. Yanında babası oturuyor, o da kelepçeli, o da görmüyor.
Son sekiz ayı bir yeraltı hapishanesinde geçirdiler. Serbest bırakılırken, sekiz ay boyunca yaşadıklarını kimseye anlatmayacaklarına dair birer kâğıt imzalatıldı. “Cezaevi içinde cezaevi”ydi kaldıkları yer. Orada, muhafızlar Şin’le babasına işkence ederek bir itiraf imzalatmaya da çalıştılar. Şin’in annesi ve erkek kardeşi kamptan kaçmak isterken yakalanmışlardı. Muhafızlar, Şin’i çırılçıplak soydular, el ve ayak bileklerine ip bağladılar, tavandaki bir çengelden astılar onu. Sonra yavaş yavaş ipini gevşeterek, yerde yaktıkları ateşin üzerinde tuttular bir süre. Eti yanmaya başlayınca, Şin bayıldı. İtiraf edeceği hiçbir şey yoktu. Annesiyle ağabeyi, onu kamptan kaçma planının parçası yapmamışlardı. Kampta doğmuştu ve muhafızların ona öğrettiklerinin doğruluğuna hep inanmıştı: “Asla kaçamazsın ve kaçmayı planlayan herkesi ihbar etmelisin.” Kamp dışında bir hayat olduğunu bilmiyordu Şin, böyle bir hayatın rüyasını bile görmüyordu.
On dört yaşında, yeraltı hapishanesinden çıktıktan sonra getirildiği infaz meydanında gözünün bağını çözdüler. Kalabalığı, kazığı ve darağacını gördü. İdam edileceğine inandı. Ağzına çakıltaşı doldurmalarını bekledi, yapmadılar. Kelepçelerini çıkardılar; o ve babası “izleyici” olarak getirilmişlerdi demek. Muhafızlar ortayaşlı bir kadını darağacının altına sürüklediler sonra, genç bir adamı tahta kazığa bağladılar. Bir muhafız ilmeği kadının boynuna geçirdi. Kadın, Şin’e baktı. Şin başını çevirdi; bedeni son kez titreyip, ilmeğin ucundan cansız sarkıncaya dek de bakmadı kadına. O sırada üç el silah sesi duyuldu. Sonra üç el, sonra üç el daha. Üç muhafız üçer kez ateş etti. Genç adamı delik deşik vurdular.
Şin onları seyrederken, kendi kendine tekrarladığı “Beni idam etmeyecekler” cümlesiyle gevşemişti içi. Rahatlamıştı. Annesiyle ağabeyine kaçmayı planladıları için çok kızıyordu. On beş yıl boyunca bunu kimseye itiraf etmeyecekti ama o gün, o infaz meydanında, annesiyle ağabeyinin idam edilmesine kendisinin sebep olduğunu çok iyi biliyordu.
Yeni bir hayat ne kadar mümkünse o kadar...
Annesinin ölü bedenini darağacında asılı görmesinden tam dokuz yıl sonra, yaşlı bir mahkûmla birlikte, kampı çevreleyen elektrikli tel örgüye koştu Şin; planları en alttaki iki telin arasından geçmekti; öndeki yaşlı mahkûmun geçişini izlerken kıvılcımlar gördü birden, yanık et kokusu aldı. Dokunana bir anlık elektrik verip vazgeçiren teller değildi bunlar. Yaşlı mahkûm bir süre sara nöbetindeymiş gibi hareketler yaptıktan sonra kasılıp kaldı. Bunlar, katil tellerdi. Şin, yaşlı mahkûmun üstüne yattı, cesedi bir battaniye gibi kullanıp, onun ağırlığıyla biraz açılan iki telin arasından geçerken cereyana kapıldığını, tabanlarındaki iğneleri hissedince anladı. Ayak bilekleri, dizleri yandı. Ölmedi. Kamp 14’ü arkasında bırakmış karın içinden kanayarak koşuyordu şimdi. Tarih, 2 Ocak 2005... Kuzey Kore’deki çalışma kamplarında doğan hiçkimse dışarıya çıkamamıştı o güne kadar. Yirmi üç yaşında; insanlarını, ilişkilerini, usullerini, fırsatlarını ve dertlerini hiç tanımadığı, içinde hep küçük bir istisna olarak kalması muhtemel yeni bir hayata başlıyordu Şin. Yeni bir hayatın hem mümkün hem de imkânsız olduğunu bilmiyordu.
Şin’in eski hayatını, Camp 14’te benim yazdığımdan daha zalim cümlelerle anlatıyor Harden. Açlığın, insanın anasından azık çalmasının, azığını çaldı diye oğlunu dövmesinin, doymayınca dışkıların içinden sindirilmemiş mısır ayıklamasının, fare yemesinin, sinek yemesinin, insanın yemek için birbirini öldürmesinin hikâyesi bu. Geçmişte kamp dışında yaşamış olanların, o “eksik” hayata bir daha asla kavuşamayacaklarını, bir daha asla kendi eksiklikleriyle bir bütün, kendilerince yeniden “tam” olamayacaklarını kabullenmelerinin hikâyesi. Kampta doğanların buradaki düzeni, ay gibi, yıldız gibi, hep aynı taraftan doğan güneş ve ister çiselesin ister boşansın hikmetinden sual olunmayan yağmur gibi “tabii” bir şey sanarak, vahşeti kendilerinin kılmalarının hikâyesi. Aynaya bakamamanın hikâyesi biraz da. “Her şey bundan ibaret” sanıp daha fazlasını akla bile getirmemenin hikâyesi. Tabii, Harden’ın vurguladığı üzere, “Tanrı diye bir şeyin adını duymamış olmanın” da hikâyesi. Amcasının Kuzey Kore’den kaçması sonrasında, Pyongyang rejiminin bütün ailesine müebbet kamp cezası vermesi üzerine, daha annesinin rahminde tohum bile değilken çiziliyor Şin’in kaderi; bu da işte, bir çocuğun mazlum gözlerine günde üç öğün değen zulmün onu nasıl zalimleştirebildiğinin hikâyesi.
Şin, kamptan kurtulduktan bir ay sonra yürüyerek Çin topraklarına giriyor. İki yıl sonra Güney Kore’ye iltica ediyor. Dört yıl sonra Kaliforniya’da yaşamaya başlıyor, kamptaki hayatını anlatan bir kitap yazıyor, Kuzey Kore’ye Özgürlük Hareketi’nin dünya çapındaki temsilcilerinden biri haline geliyor. Şimdi ise Seattle’da ne kadar mümkünse o kadar yeni bir hayatı var. İlk bakışta sağlıklı bir adama benziyor aslında. Hep aç yaşadığı yirmi üç yılı eksik dişleri ve elli kilo bile çekmeyen naif bedeni tescil ediyor daha ziyade; bir de unutkanlığı. Bileklerinde, sırtında, kalçalarında, erkekliğinde yanık, kanca ve pıranga izleri duruyor. Kampta çalıştığı tekstil fabrikasında, küçük bir dikiş makinasını elinden düşürdüğü gün, bir muhafız ceza olarak baltayla kestiği için sağ elinin orta parmağının yarısı yok.
Şin’in yedi yıl gerisinde kalan kampta –eğer hâlâ sağ ise— babası dahil, binlerce kişi aynı hayatı yaşıyor bugün. Pyongyang’ın varlığını kabul etmediği bu “çağdaş” gulaglarda toplam 200 bin Kuzey Koreli, günde on beş saat çalışıp aç kalarak “kefaret” ödüyor. “Auschwitz” diyor Harden, üç milyon kişiye mezar olan Nazi Toplama Kampı’nı hatırlatarak, “sadece üç yıl sürdürmüştü varlığını. Kamp 14 ise elli yıllık bir işkence kutusu.”
Utanmayı bilmek, hissetmeye başlamak
Harden, Şin’i ilk keşfeden Batılı gazeteci olmasının yanı sıra, Kuzey Kore’ye girmeyi başarmış ender Amerikalı yazarlardan biri. Güneylilerden ve Pyongyang rejiminden kaçan muhaliflerden dinlediklerinin de yardımıyla, dünyaya kepenklerini indirmiş olan bu ülkenin felaketini, durumu en fazla “Ah, bak Sevgili Lider’in oğlu da Yüce Lider ilan edilmiş, hadi alaylı bir dille haberini yapalım” düzeyinde algılayabilen nicemizle kıyaslanmayacak kadar iyi biliyor. Camp 14, bu dünyada ve bu anda yaşayan bir okur-yazar olarak, artık hiçbir ucu pek uzak olmayan bu dünyada ve bu anda sürüp giden vahşetten nasıl böyle bîhaber ya da zihninizdeki bütün o bilgi kırıntılarına rağmen, bu vahşete nasıl böyle bîgane kalabildiğinizin utancıyla başbaşa bırakıyor sizi.
Ama Harden’ın kitabını sadece bunun için anlatmadım. Kuzey Kore’nin korkunç hakikatini hiç olmadığı kadar yakınımıza getiren Harden, Şin’in korkunç hakikatiyle de içimize bir yol döşediği için anlattım. Şin, annesiyle ağabeyinin idamına yol açan ihbarı yaptığında, kamptan kaçmayı planlayan herkesin öldüreceklerini biliyordu. Buna rağmen, o gün biraz daha yemek yiyebilmek ve çalıştırıldığı okulda biraz daha az zahmetli bir iş yapabilmek için ihbar etmişti onları. Bir de tabii, kaçmanın “yanlış” bir şey olduğunu düşündüğü için. “Her şey kuralına göre…” olmalıydı, her şey. Şin, annesiyle ağabeyinin ölümünü seyrederken pişman değildi. Sonraki yıllarda, Kamp 14’le ilgili kitabını, onların infazındaki rolünü gizleyen bir yalan üzerine kurarken bile pişman değildi belki. Ama Harden, olguları olağanüstü bir titizlikle tarayıp, sorduğu sorularla, Şin’in içindeki hakikati nihayet dışarı çıkardığında, hayatı hep “eksik” olmuş bir insana belki de ilk kez “eksikliğini” kavramaya başlama şansı da vermiş oldu.
Altı yaşındayken kamptaki öğretmeni, bir başka altı yaşındaki çocuğu bütün sınıfın önünde döverek öldürdüğünde, “Öğretmenin cebinden beş mısır tanesi çalmıştı o çocuk,” diye düşünmüştü Şin ve hiçbir şey hissetmemişti. Şimdi Pasifik’in sularına Amerika’dan bakarken, “Kamptan fiziksel olarak kaçtım ama ruhsal olarak kaçamadım” diyor bunu Harden sayesinde anladığını bilerek, “Orada bize hissetmemeyi öğretmişlerdi. Şimdi dışardayım ve ilk kez ağlayabiliyorum. Artık utanabiliyorum. Bu çok yeni bir şey. İnsan olmaya başlamak da bu galiba.”
- Yasemin Çongar’ın bu yazısı YA DA köşesinde değil, EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYOR adlı köşede yayımlanmıştır.