20 Ekim 2009 03:00
T24 – Emek verdikleri her uğraşa “değer” katan, değdikleri her hayata “anlam” kazandıran insanlardan birisini daha pazartesi günü son yolculuğuna uğurladık. Ancak binlerce öğrenci, yüzlerce akademisyen ve gazeteci yetiştiren Prof. Dr. Ünsal Oskay'ı uğurlamak, onun son yolculuğu için hazırlanan törenlerden ibaret olmamalıydı.
Üniversitede, “hoca”lar için “armağan” yayınları yapma geleneği vardır. “Armağan” kitaplar, emekli olan veya yaşamını yitiren büyük hocalar için, meslektaşlarının kendi uzmanlık alanlarına ilişkin yazdıkları makalelerden oluşur.
Bağımsız internet gazetesi www.t24.com.tr Türkiye'de kitle iletişimine, gazetecilere ve gazeteciliğe de büyük katkılar sağlayan Prof. Oskay için üniversitedeki “armağan” geleneğinden ilham aldı. Prof. Oskay'ın yıllarca akademik ve yönetsel çalışmalar yaptığı Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencilerinden, www.t24.com.tr'de'de yayımlamak üzere özel bir “Ünsal Oskay” dosyası hazırlamalarını istedik. Gelen dosyayı okuyunca, bir “hoca” için en anlamlı “armağan”ın öğrencileri tarafından hazırlanacağı düşüncesinin ne kadar isabetli olduğunu gördük.
Aşağıda; Oskay'ın öğrencilerinin kurumlaştırdığı Marmara İletişim Fakültesi Haber Ajansı'nın (Miha) T24 için hazırladığı Ünsal Oskay dosyasını sunuyoruz.
Yeniköy'de yattığı yer Ünsal Hoca'yı incitmesin. (T24)
Miha - İletişim ve sosyoloji biliminin duayeni Prof. Dr. Ünsal Oskay son yolculuğuna, uzun yıllar hocalık ve dekanlık yaptığı Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden çıktı. Öğrencileri, akademisyenler, medya sektörüne kazandırdığı bugünün pek çok ünlü iletişimcisi gözleri yaşlı uğurladılar çok sevdikleri hocalarını.
Çaycısından öğretim görevlilerine, öğrencilere kadar “Ünsal Hoca”yı tanımayan, onunla konuşmuşluğu olmayan, onun engin entelektüel birikiminden yararlanmayan yoktur fakültede. “Siyasilerin ve medyanın sizlere sunmuş olduğu hayatı beğenmiyorsanız, kendinize Dostoyevski’den, Camus’den, Rousseau’dan oluşan bir hayat kurun” derdi. Oskay’a göre, hangi yaşta olursa olsun mutluluğu arayan kişi öğrenme aşkıyla dolu olmalıydı. Çok okumalıydı!
“Eski Yunan’da bilmenin, öğrenmenin bir mutluluk olduğunu söylüyorlar. Oradaki bilme 28 yıl önce Arjantin-Brezilya futbol karşılaşmasının hangi ülke lehine kaç kaç bittiğini bilme anlamında bir bilme değil. İnsanın yaşadığı hayata anlam vermesini sağlayacak bilgilere erişebilmesi anlamında bir bilim. Eski Yunan düşünürlerinin söylediği mutluluk böyle bir bilmeden doğan bir mutluluktur. Ben hayatım boyunca bunun için okumaya çalıştım” demişti Ünsal Oskay, Sevilen Toprak ve Devrim Kalkan’ın 1997 tarihli İleti Dergisi’nde yayımladıkları söyleşisinde.
Yalnızca kitapları değil, Ünsal Hoca sinemayı, tiyatroyu, yaşamın içindeki detayların peşinde koşmayı, scooter’ıyla dolaşmayı da severdi. Güzel yemekleri, kadınları da…
Biz de Nişantaşı’ndaki M.Ü. İletişim Fakültesi’nin koridorlarında, dersliklerinde gezinip Ünsal Oskay’ın izini aradık. Meslektaşlarından öğrencilerine ve çaycısına kadar Ünsal Hoca'nın değdiği herkese onu sorduk:
Öğrencisi olduysanız kolay kolay sahtekâr olamazsınız
Prof. Dr. Nurçay Türkoğlu: Hakkında formalite icabı haber yapılacak biri değildir. Protokol gereği üzerinde konuşulacak bir insan da değildir. Bir hocadır ve onun dönemindeki akademik terbiyenin gerektirdiği bir hoca-öğrenci ilişkisi değildir. Süreklidir. Ben onun 30 yıl önce öğrencisiydim ve her zaman da öğrencisi olmaya devam edeceğim. Ünsal Hoca’nın profesörlüğü, bölüm başkanlığı, dekanlığı çok faydalıydı. Çünkü içinde bulunduğu bir kurumun nasıl olması gerektiği hakkında fikirleri olan akademisyenlerin idareci olarak görev yapmaları, bu fikirlerini gerçekleştirmeleri açısından da önemlidir. Öğrencilerin en çok sevdiği hocadır. 12 Eylül 1980 ve sonrasını kapsayan o karmaşada pek çok alanda olduğu gibi akademik dünyada da dönüşümler yaşandı ve bizim için, yani o dönemde onun öğrencisi olanlar için Ünsal Hoca’nın değeri bambaşkadır. Çok çalışkan bir insandı. Boyunca kitapları, çevirileri vardır. Entelektüel birikimini oluşturan, ona bir donanım kazandıran diğer entelektüelleri de öğrencilerine öğretmek için çok çaba göstermiştir. Biraz klişe bir laf ama gerçek, Türkiye’de iletişim biliminin kurucusudur. Bunun yanında eleştirel-sosyal teorinin de bilinmesinde, yaygınlaşmasında çok önemli bir yeri vardır. Ünsal Hoca’nın bu entelektüel merakla olan ilişkisi bulaşıcı bir ilişki biçimidir. Yani Ünsal Hoca’nın öğrencisi olduysanız kolay kolay sahtekâr olamazsınız.
'Hayat okulun dışında'
Doç. Dr. Cüneyt Akalın: Ünsal hocayı aşağı yukarı 40 senedir tanıyorum. O Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde asistandı, ben de öğrenciydim, oradan tanışıyoruz. 1965 yılında kurulan Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu’nda görevliydi. Bu da gösteriyor ki iletişime en başından beri yönelmişti. Okulda da pek görünmezdi, çünkü aynı zamanda çalışıyordu. Çevirmenlik ve gazetecilik yapıyordu. Öğrencilerin çoğu gibi para kazanmak, geçimini sağlamak için çalışıyordu.
Daha sonra yollarımız burada kesişti. Okulda çok sevilen bir hocaydı, dersleri tıklım tıklım doluyordu. Özgür düşünceli ve rahat birisiydi, ama verdiği mesajlar tamamen bilinçliydi. Öğrencilere “Aynaya bakın”, “Hayat okulun dışında” gibi çağrılar yapardı. Ama bunları doğru anlamak lazım, kolaya kaçma, okuldan kaçma mesajı değildi.
Çok parlak bir aydındı, emekçiydi, çalışandı. Bütün hayatını çalışarak kazandı. İkincisi gerçek bir feylesof. Olaylara tepeden bakıyordu, günlük olayların ayrıntıları içerisinde boğulmuyordu. Bu özellikleriyle örnek almamız gereken biriydi. Büyük bir kayıptır. Fakülte bu boşluğu nasıl doldurur bilmiyorum.
'Orada tehlikeli biri var, adı...'
Öğr. Gör. İzzet Sedes (Avrupa Konseyi Protokol Eski Müdürü ve Milliyet Gazetesi Ankara Eski Temsilcisi): Ben Ünsal’ı 1960’ta Ankara’da tanıdım. O zamanlar Milliyet Gazetesi Ankara Temsilcisiyim. Abdi İpekçi’nin yazı işleri müdürü olduğu zamanlar. İzmir Caddesi’ndeki büromuzdayız. Kapı çalındı, “Bir genç sizi arıyor” dediler. Siyasal Bilgiler’de öğrenciymiş. “Gelsin” dedim, geldi. Baktım pırıl pırıl bir genç. “Ben Ünsal Oskay. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde okuyorum. Evliyim, ikizlerim var, çalışmam, para kazanmam lazım. Beni işe alır mısınız?” dedi. “Hiç gazetecilik yaptın mı?” dedim “Hayır ama yaparım” dedi. Muhabir olarak aldık işe, deniyoruz, ama çok iyi çalışıyor. Fevkalade…
O zamanki eşi Sibel de radyolarda çocuk programları yapıyor. Bize de sekreter lazım oldu. Kimi alalım derken, Ünsal “Eşimi alalım” dedi. Eşini de aldık Milliyet’e. Sibel geldi bir gün, “İzzet ağabey Milli Emniyet’ten sizinle görüşmek istiyorlar” dedi. “Tamam” dedim iki genç geldi. “Buyurun ne istiyorsunuz?” dedim “İzzet Bey sizin yanınızda tehlikeli bir adam çalışıyormuş. Adı Ünsal Oskay” dediler. O zamanlar solcu olmak, komünist olmak suç. Ünsal da o dönemde son derece solcu, hatta Maocu. “İşten çıkarın, çalıştırmayın” dediler. Çıkartmadım tabii, çalışmaya devam etti. Bu sefer de 10–15 gün sonra Abdi İpekçi aradı. “Senin yanında tehlikeli bir adam çalışıyormuş” dedi. Anladım tabii, ama sordum yine de kim diye. “Ünsal Oskay” dedi. İşten çıkartmamı istedi o da. Çıkartmadım tabii, “başımıza bir şey gelmez” diye ikna ettim, onlara da kabul ettirdim.
Daha sonra yollarımız bu fakültede kesişti Ünsal’la. Ünsal hep söylerdi, “İzzet ağabey beni o gün işten çıkartsaydınız bugün böyle olmazdı, mahvolurdum.”
Son derece dürüst, temiz birisiydi. Son görüşmemizden sonra bana yemek sözü vermişti, ama nasip olmadı. Ünsal gibi bir adamı eğer solcu diye işten çıkartsaydım, bugün herkesin çok sevdiği bir profesör olmazdı. Cenazesinde ailesi davet etti gideceğiz ama Ünsal’ı göremeyeceğiz… Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın…
'Finlandiya'ya gitmelisiniz'
Dr. Elif Demoğlu: 1999’da fakülteyi kazandığımda okulu görmek için geldiğimde, okulda kimse yoktu. Ünsal Hoca’yı okulun kapısının önüne bir sandalye atmış, tek başına oturuken buldum. Yanına gittim. Okulla ilgili bilgi almak istediğimi söyledim. Uzun uzun anlattı okulu. Sonra da “Bütün klasikleri oku. Git Moby Dick kitabını al ve oku” dedi. Ben de hemen gidip kitabı satın aldım ve okul başlamadan da okuyup bitirdim. Derslerde sürekli Herman Melville’in bu kitabına atıfta bulunurdu. Ayrıca Adorno, Benjamin ve Marx’tan sürekli alıntılarda bulunurdu. Kadınlardan da çok bahsederdi. Güzel olan şeylere ilgimizin uyanmasını sağlamaya çalışırdı. Bir gün bir derste “aranızda gözleri gri renkte olan bir kadın gören var mı? Eğer yoksa, Finlandiya’ya gitmelisiniz!” demişti.
Şiirleri okumakla kalmaz, aynı zamanda canlandırırdı
Yard. Doç. Dr. Neşe Kaplan: 1991 yılında fakülteye ilk başladığım sene, girdiğim ilk ders Sosyal Psikoloji, hoca ise Ünsal Oskay’dı. Kendimi bu nedenle çok şanslı görürüm. Bu ilk dersimizde her öğrenciyi tek tek kaldırıp ‘metafetişizm’in ne olduğunu sordu. Kimse yanıtlayamadı tabii ki! Sonra da konuyu uzun uzun anlattı. Her seferinde biz öğrencilere çok okuyun, sinemaya gidin ve gezin derdi. Hayal dünyamıza vurgu yapardı. Borges’in “Alçaklığın Evrensel Tarihi” ila “Bir Ada bir Kıta” kitaplarını, Baudelaire’in ise “Yoksulların gözleri”ni hep anımsatırdı. Hocamızın oyunculuk yeteneği de vardı. Şiirleri okumakla kalmaz, aynı zamanda canlandırırdı. Çok gezen bir insandı. Balıkçı, ayakkabıcı arkadaşları da vardı. Onları da anlatırdı. Çevreyi, insanları iyi gözlemlerdi. Taklitleriyle gözlerimizde canlandırırdı kişileri. Atölyede çalışan bir kızın normalde nasıl yürüdüğünü gösterirdi. Hep algılarımızın fiziksel boyutta değil kültürel boyutta geliştiğini söylerdi. Frankfurt Okulu’nu anlatırdı. Freud okumamızı öğütlerdi. Disiplinlerarası düşünen bir bilimadamıydı. 19. yüzyıl düşünürleri gibi ya da bütün çağlarda hep olan dervişler gibiydi.
Dr. Artun Avcı: Benim bu okulda bulunma nedenim Ünsal hocanın bizzat kendisidir. Hukuk Fakültesi’nden yeni mezun olmuştum, avukat olarak çalışıyordum, ama bir akademide yer alma zorunluluğu hissettim. Ünsal hocanın kitapları beni çok heyecanlandırmıştı. Sosyal bilimler ile ilgileniyordum. Beni ilk kez Benjamin ve Adorno ile tanıştıran, hocanın kitaplarıdır. Hukuk fakültesi öğrencisi olmama rağmen, sosyal bilimlere ilgi duymama sebeptir kendisi.
Yüksek lisans öğrenciliğim sırasında asistanlık sınavı açıldığında halen avukatlık yapıyordum. Araştırma görevlisi sınavına hemen başvurdum. Aradan belli bir zaman geçti. Bir telefon çaldı. Ben davalarla ilgili bir telefon olduğunu düşünürken, arayan Ünsal hocanın kendisiydi. Telefonda bana dilekçemde hatalar olduğunu söyledi. Başvuru zamanı neredeyse bitmek üzereydi. Hemen geldim. “Dilekçeni neden böyle verdin” dedi, “git doğru düzgün yaz şu dilekçeyi” dedi. Koşa koşa gittim. Dilekçemi düzelttim. O gün hayatımın belki de en mutlu günüydü. Ünsal hoca beni derslerinden hatırlamıştı. Bu çok önemli jestinden sonra beni seçtiğini anladım. Ünsal hocama çok şey borçluyum.
Doç. Dr. Cem Pekman: Onu sadece bir akademisyen olarak tanımlamak bence bir hastalık. Onu bir ermiş, bir bilge olarak tanımlamanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Bir masa başı sohbetinde anlattığı bir anıyı anlatmak istiyorum. Hoca bir öğretmen çocuğu olarak Ankara’ya eğitim için gittiğimde yurtta kalıyor. Dolaşırken bir markette havyar kutularına rastlıyor. Havyarı okuduklarından biliyor. Bakıyor oldukça ucuz, o günkü bütçesine çok uygun. Hemen üç kutu almış. Yurda gidiyor hepsini yiyor. Arkadaşı görüyor “ne yiyorsun” diye soruyor. “Havyar yiyorum” diye cevap veriyor. Arkadaşı “ne havyarı, sen hardal yiyorsun” diyor. Meğer hardal yazısını havyar diye görmüş. E tabii bunu anlattıktan sonra bir anda göz yaşlarına boğuldu, “bak nelerden geçtik” diye.
'Kırmızı rujlu hanımı çağırın'
Öğr. Gör. Hüsnur Doymuş: Master öğrencisiyken Ünsal Oskay’ın öğrencisiydim. Fakülte sekreteri olarak da çalışıyordum. Bir gün Ünsal hoca, dekan olduğu dönemde, telefonla okulu arıyor. Fakülteden görevli birisini istiyor telefona. O anda adım aklına gelmemiş. Bana sesleniyorlar “Hüsnur Hanım gelin, Ünsal hoca telefonda” diye. Ben telefona giderken o arada telefonda “o kırmızı rujlu hanımı çağırın” diyormuş. Ünsal hocayı her andığımızda hep aklıma bu gelir. Kırmızı rujlu hanım! Çok arayacağız Ünsal hocamızı.
'Çay Bilim Merkezi mi?'
Mustafa Tuna (okulun çaycısı): Hocamla 22–23 senedir tanışıyoruz. Bu 22–23 senenin her günü birlikteydik. Bizlerle bir akademisyen ya da bir arkadaşı gibi sohbetleri oluyordu. Hocamla hangi anımı anlatayım, öyle çok ki… Ama en komiği şuydu, bir gün çay ocağında telefon çaldı. Boş bulundum “Buyurun çay bilim merkezi” dedim. O günden sonra burayı ne zaman arasa, “Çay bilim merkezi mi?” diye espri yapardı.
Tanıdığım günden beri ağzından kırıcı bir söz duymadım. Burada dekan olduğu zaman da, bize ağabeylik yapardı. Buradan emekli olup ayrılırken “En çok özleyeceklerimden birisi sensin Mustafa” demişti. O sözünü iki kere söyledi hiç unutmam… Emekli olduktan sonra da hep görüştük. Ama evine de gitsem buraya da gelse bana hep “Çay bilim merkezi” dedi. Benim için eli öpülecek bir hocaydı. Burada gördüğüm en iyi 3–5 hocadan biridir. Yerinin doldurulması çok zor.
Öldüğünü eşimden duydum. Hemen haber kanallarını açtım. Söylüyordu televizyonlar ama inanmadım, şok oldum. Pazar günü hiç çıkamadım evden. Çıkarsam ve ona rastlamazsam daha da üzülürdüm. Ama o akşam ağladım biraz rahatladım. Pazartesi geldi, hala inanamıyorum. Sanki yolda denk gelecekmişiz gibi geliyordu, ama mecburen kabulleniyorsun tabutu görünce fakültede.
Allah rahmet eylesin, toprağı bol olsun…
Haber: Miha muhabirleri Behlül Çetinkaya, Burhan Kaya, Esra Sekman, Semra Dursun, Gözde Kutlu ve Uğur Yıldız Fotoğraf: Cem Güldemir
© Tüm hakları saklıdır.