Medya

Operasyona uğrayan Cumhuriyet'in yazarları bugün ne yazdı?

"Bu, FETÖ veya PKK terör örgütleriyle mücadele filan da değil, sivil darbe"

01 Kasım 2016 11:08

Cumhuriyet yazarları, gazetelerinin yöneticileri ve yazarlarına yönelik düzenlenen operasyona tepki gösterdi. 

Gazetenin eski Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar, "Karşınızda her darbede aynı baskıları defalarca yaşamış, karanlığa karşı aydınlığı savunurken kurbanlar vermiş, sizin zorlamanızla harekete geçen Fethullahçı savcılara direnmiş, asla diz çökmemiş bir gazete ve onun yöneticileri, çalışanları, yazarları, okurları, destekçileri var" derken yazar Çiğdem Toker de "Gazeteciliğin, ikidarı -her kim olursa olsun- elinde tutan, vergilerimizden oluşan devasa bir bütçeyi yöneten, kaynak dağıtan, kural koyan kurum ve kadroları sorularla denetlemek olan gücünü bir an olsun unutmadığı ve unutturmadığı için. Yaşasın Cumhuriyet" ifadesini kullandı.

75 yaşındaki Prof. Emre Kongar ise operasyonun 'FETÖ' ve PKK ile mücadele kapsamında değerlendirilemeyeceğini yazdı. Kongar "Hayır; bu, demokrasi filan değil. Bu, FETÖ veya PKK terör örgütleriyle mücadele filan da değil. Bu, yıllardır yazdığım, vurguladığım, toplumu uyarmaya çalıştığım gibi, resmen demokrasiye yapılan sivil bir darbenin ta kendisi" dedi.

Gazete, gözaltına alınan Kadri Gürsel ve Hikmet Çetinkaya'nın köşelerini ise boş bıraktı. Gazetenin internet sayfasında bu köşelere "GÖZALTINDA" notu düşüldü.

Dün Cumhuriyet gazetesine yönelik düzenlenen operasyonda Genel Yayın Yönetmeni Murat Sabuncu ile gazetenin yazar ve yöneticilerinden Turhan Günay, Hikmet Çetinkaya, Aydın Engin, Güray Öz, Musa Kart, Bülent Utku, Mustafa Kemal Güngör, Önder Çelik, Bülent Yener, Eser Sevinç ve Kadri Gürsel gözaltına alındı.

Cumhuriyet yazarlarının bugünkü (1 Kasım 2016) yazıları şöyle:

Can Dündar: Sizi neyin çıldırttığını biliyoruz

Operasyona tepki gösteren Can Dündar, "Karşınızda bir talimatla görevden aldığınız Başbakanınız, yeterince biat etmedi diye Saray’dan kovduğunuz danışmanlarınız, bir telefonla susturduğunuz medya yöneticileriniz, maaşlı trolleriniz, goygoycularınız, ihbarcılarınız yok" dedi.

"Bunun sizi çıldırttığını biliyoruz: Cumhuriyet’in bir türlü teslim olmamasını, tersine ona sahip çıkılmasını hazmedemiyorsunuz. 'Bu kadar korkutuyoruz, hâlâ sinmiyorlar' diye öfkeleniyorsunuz. Biat kültüründen geldiğiniz için bu isyanı tanımıyorsunuz" diyen Dündar "Tanıtmak boynumuza borç olsun. Biz, susanlar kervanına katılmayacağız, ama siz, susturmaya çalışan darbecilerin, tezgâhçıların, Fethullahçıların, kirli listesinde yerinizi alacaksınız" ifadesini kullandı.

Can Dündar'ın "Biz sizi neyin çıldırttığını biliyoruz" başlığıyla yayımlanan (1 Kasım 2016) yazısı şöyle:

Hiçbir karşı ses duymak istemiyorsunuz. Hiç kimse size karşı çıkmasın, farklı bir görüş yazmasın, zulmünüzün hesabını sormasın istiyorsunuz. Yükselen her farklı sesin, başkalarını cesaretlendireceğini, başkanlık yolunu engelleyeceğini düşünüyorsunuz.

Bütün o yolsuzluk dosyalarının açılmasının, “sıfırlama” konuşmalarının yayımlanmasının, damat mail’lerinin yazılmasının, yandaş işadamlarının off-shore dosyalarının açılmasının, Gülencilerle eski ortaklığınızın hatırlatılmasının acısını çıkarmak istiyorsunuz. Medyanın neredeyse tamamını satın alarak, cezalandırarak, baskı uygulayarak dize getirmişken, “son kale” Cumhuriyet’in hâlâ direniyor olmasına katlanamıyorsunuz.

Onu yıkabilirseniz, adını taşıdığı Cumhuriyetin yıkılmasında önemli bir kavşağı daha dönmüş olmayı umuyorsunuz.

***

Biz, sizi neyin çıldırttığını biliyoruz: Batağa saplanan dış politikanızın, dünya önünde maskenizi düşüren kirli operasyonlarınızın, ülkeyi felakete sürükleyen savaş stratejinizin deşifre olmasından tedirgin oluyorsunuz.

OHAL fırsatçılığınızı, işten attığınız on binlerce insanı, demokrasiyi, hukuku nasıl katlettiğinizi, Güneydoğu’da seçilmişlerin yerine atanmışları koyarak, interneti yasaklayarak, nasıl bir polis devletine yöneldiğinizi kimse yazmasın, dünya duymasın diye çırpınıyorsunuz. Her gün ülkenin ilerici güçlerine saldırırken gericiliği beslemenizi, aydınları içeri alırken saldırganları salıvermenizi, okulları, üniversiteleri, mahkemeleri birer ikişer ele geçirmenizi Türkiye’yi dünyanın utanç listesine hapsetmenizi görmezden gelelim diye uğraşıyorsunuz.

Despotik bir başkanlık rejimini inşa edecek referanduma, hiç engelsiz gitme peşindesiniz. “Cumhuriyet’i de susturursak kalan muhaliflere gözdağı vermiş oluruz” diye düşünüyorsunuz.

***

Yanılıyorsunuz.

Karşınızda bir talimatla görevden aldığınız Başbakanınız, yeterince biat etmedi diye Saray’dan kovduğunuz danışmanlarınız, bir telefonla susturduğunuz medya yöneticileriniz, maaşlı trolleriniz, goygoycularınız, ihbarcılarınız yok.

Karşınızda her darbede aynı baskıları defalarca yaşamış, karanlığa karşı aydınlığı savunurken kurbanlar vermiş, sizin zorlamanızla harekete geçen Fethullahçı savcılara direnmiş, asla diz çökmemiş bir gazete ve onun yöneticileri, çalışanları, yazarları, okurları, destekçileri var. Bu baskının, bizi azaltmayacağını, tersine çoğaltacağını dün gördünüz.

Bunun sizi çıldırttığını biliyoruz: Cumhuriyet’in bir türlü teslim olmamasını, tersine ona sahip çıkılmasını hazmedemiyorsunuz. “Bu kadar korkutuyoruz, hâlâ sinmiyorlar” diye öfkeleniyorsunuz. Biat kültüründen geldiğiniz için bu isyanı tanımıyorsunuz. Tanıtmak boynumuza borç olsun. Biz, susanlar kervanına katılmayacağız, ama siz, susturmaya çalışan darbecilerin, tezgâhçıların, Fethullahçıların, kirli listesinde yerinizi alacaksınız.


Çiğdem Toker: Yaşasın Cumhuriyet!


Çiğdem Toker ise CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun gazetenin Ankara bürosuna yaptığı destek ziyaretini yazdı. Toker, "Cumhuriyet’te yazmak neden büyük bir onur biliyor musunuz? Gazeteciliğin, ikidarı -her kim olursa olsun- elinde tutan, vergilerimizden oluşan devasa bir bütçeyi yöneten, kaynak dağıtan, kural koyan kurum ve kadroları sorularla denetlemek olan gücünü bir an olsun unutmadığı ve unutturmadığı için. Yaşasın Cumhuriyet!" ifadesini kullandı.

Çiğdem Toker'in "Yaşasın Cumhuriyet!" başlığıyla yayımlanan (1 Kasım 2016) yazısı şöyle:

Siz hiç, dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir meslek dalının “suç değildir” diye savunulduğunu duydunuz mu?

Sanmam.

Ama “gazetecilik suç değildir” cümlesini son zamanlarda sık sık duyduğunuzdan eminim.

Bu ifade, gazetemizin dünkü “Kamuoyuna” başlıklı açıklamasında da var:

“Cumhuriyet gazetesi, gazetedir ve gazetecilik suç değildir.”

Şu diyeceğimi, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın basın açıklamasında göremedim ama buradan paylaşayım istiyorum:

92 yaşındaki bir gazeteye, anayasal hakkını hatırlatmak zorunda bırakan gerekçe neyse, gazetemizin yönetici ve yazarlarının gözaltına alınmasının gerekçesi de gerçekte aynı:

Gazeteciliğin, ikidarı -her kim olursa olsun- elinde tutan, vergilerimizden oluşan devasa bir bütçeyi yöneten, kaynak dağıtan, kural koyan kurum ve kadroları, sorularla denetlemek olan gücü.

                                                             ***

Ankara büromuzun içi ana baba günüydü.

Güneş Sokak’taki küçük dairenin her köşesi, gün boyu ziyaretçilerle doldu taştı.

Koridorda artık mesleği bırakmış bir meslektaşla çarpıştım:

“İnsan onuruna yaraşmayan bir biçimde yaşamak bana acı veriyor” dedi. Gözleri dolu doluydu.

Her türden kötülüğe kademe kademe alıştırıldığımızdan yakındı.

Bir diğer konuğumuz, “Neden bütün bedelleri biz ödeyelim ki, neden?” diyordu.

Sinemacı bir dostun annesi telefondaydı:

“Babamın eski Hacettepe’de kıraathanesi vardı. Her gün iki Cumhuriyet gazetesi alırdı. Birini kendi masasına koyardı. Diğeri de müşteriler için. Akşam eve dönerken kendininki hep kolunun altında olurdu. Yedi kardeş evde, o gazete elden ele dolaşırdı. Cumhuriyet o zaman da Cumhuriyet’ti yavrum. O Cumhuriyet sayesinde okumayı sevdik biz.”

Telefonu kapatırken son sözleri:

“Cumhuriyet’ten ne FETÖ’cü olur ne PKK. Cumhuriyet cumhuriyettir yahu” diyordu.

Teyzenin eski zamanlardan gelen sesi, Cumhuriyet’te yazı yazmanın ne büyük bir onur olduğunu, bana kim bilir kaçıncı kez anımsattı.

Bilen biliyordur da bilmeyene bir kez daha hatırlatayım.

Cumhuriyet’te yazmak neden büyük bir onur biliyor musunuz?

Gazeteciliğin, ikidarı -her kim olursa olsun- elinde tutan, vergilerimizden oluşan devasa bir bütçeyi yöneten, kaynak dağıtan, kural koyan kurum ve kadroları sorularla denetlemek olan gücünü bir an olsun unutmadığı ve unutturmadığı için.

Yaşasın Cumhuriyet!

 

Orhan Bursalı: Parantezin asli unsurudur Cumhuriyet

 

69 yaşındaki yazar Orhan Bursalı da gazeteye kayyım atanması ihtimaliyle ilgili olarak "Gazeteyi sıfırlarsınız, 200’e yakın çalışanı da tüm haklarını kaybetmiş olarak işsiz ve sokakta bırakırsınız. Bu pratiği iyi bilirsiniz, hatta ustasısınız. Çok yönlü bir intikam da almış olursunuz" dedi.

Orhan Bursalı'nın "Cumhuriyet ‘parantezin’ asıl unsurlarındandır" başlığıyla yayımlanan (1 Kasım 2016) yazısı şöyle:

Önceki yazımın başlığı, dün yaşananları haber veriyordu adeta: “Başkanlığın rengi son KHK ile iyice belli oldu..” daha önce de belliydi tabii ki.. İktidarın başı, inşa ettiği otobanda, altını çizerek yazıyorum, dizginsiz koşuyor. Hiçbir engel tanımadan. Cumhuriyet’e neden sıçrattı bu “çökertme” eylemini? “Çökertme” diyorum. Siz bir şirketin, vakfın tüm yönetimini gözaltına alırsanız, sonra da yönetimsiz kaldığı için ve ağır suçlamalar nedeniyle kayyım atarsınız.

Gazeteyi sıfırlarsınız, 200’e yakın çalışanı da tüm haklarını kaybetmiş olarak işsiz ve sokakta bırakırsınız. Bu pratiği iyi bilirsiniz, hatta ustasısınız. Çok yönlü bir intikam da almış olursunuz. 2007’nin “Tehlikenin farkında mısınız” kampanyasından tutun, türlü çeşitli muhalif duruşuna kadar. Tabii Cumhuriyetçi niteliği, Atatürkçü temeli de ekleyelim. Gazetenin fikir kulvarı değiştirmesi mümkün mü? Politikasında ideolojisinde çeşitli yalpalamalar yaşamadı değil bu gazete. 12 Mart 1971’de gazete el değiştirdi. Ama yine rayına oturdu. 1980’de askerler çeşitli kez kapattılar gazeteyi. Akıllarına yöneticileri içeri almak gelmedi! 1991’de Cumhuriyet’te “Özalcı - küreselci liberal darbe” yapıldı. Ama gazete dibe vurunca “darbeciler” bırakıp kaçtılar.

Cumhuriyet yazarları siyasi organize cinayetlerin kurbanı oldu hep.. Bahriye Uçok ve Muammer Aksoy’dan tutun, gazeteciliğin yüz akı Uğur Mumcu ve Prof. Ahmet Taner Kışlalı’ya kadar. O ki “geri kalmış toplumlar, henüz yeterli bir ulusal kimliğe sahip olmayan toplumlardır.. ‘tek şef’, kimliği olmayan veya kimliğini yitirmiş bir toplumda, kendi kişiliğinde bir kimlik vererek, önemli bir boşluğu doldurur” diyen kişidir (anımsattığı için Işık’a teşekkür).

Ergenekon operasyonlarında yine bir darbe daha yaşadı gazete. Bu kez “Ergenekoncu” suçlamasıyla İlhan Selçuk, M. Balbay, Erol Manisalı tutuklandı. Tutuklayanlar FETÖ terör örgütü elemanlarıydı, başrolde, bugün kaçak olan Zekeriya Öz ve adamları... İlhan Selçuk bu tutuklamaların kurbanı oldu. Selçuk, henüz sağken, arkasında “miras” olarak bir “vakıf yönetimi bileşimi” bıraktı. Cumhuriyet’in tarihsel çizgisini temsil eden ve geleceği demokratik ve özgürlükçü olarak kucaklayabilecek potansiyele sahip -dinamik- bir bileşim... Bu bileşim yerinde durmadı ve zorlanarak parçalandı. Olay mahkemelik bir yanıyla.. Ve gazete yine kendi çizgisinde çok zorlandı. Bu başka bir zaman tartışılacak bir konu.

İktidar için bahaneler

Fakat bütün bunlar bahane iktidara. Başından beri muhalefetsiz, özgür basınsız bir ülke yaratmak için yanıp tutuşan bir iktidar için, Cumhuriyet dayanılmaz oldu. Medya büyük ölçüde teslim olmuş, alınmış satılmış, hizaya getirilmiş, çok çok azınlık ise orta yolu tutturarak ayakta kalma savaşı veriyor.. Cumhuriyet’e de ne oluyor? Cumhuriyet’in kadim çizgisi yurtseverdir, özgürlükçüdür, iktidar muhalifidir, ulusal birlikçidir, sosyal adaletçidir.. Şüphesiz ki bu ülkenin kuruluşuna, kurucularına, yaratıcılarına ölesiye vefalıdır; bilim der, ülke yararı der. Hiçbir diktatoryal yönetime evet demez, boyun da eğmez. Eğmeye kalkarsın doğrulur.

Nerede kalmıştık diyerek devam eder. Ne istiyorsunuz bu gazeteden? Bunu çok kişiye, içimizdekiler dahil, çok siyasiye söyledim. Evet ne istiyorsunuz? Bir tarihsel kimliği bırakın yaşasın, kendi evrimsel çizgisinde ilerlesin. Kendi sorunlarını kendi halletsin. Cumhuriyet, genel bir politikanın kurbanı olmakla karşı karşıyadır. Cumhuriyet tarihini bir “reklam arası” görüyorlar. “Son 100 yıl bir parantezdir, kapatılması gereken bir parantez…” diyorlar.

Cumhuriyet gazetesi, bu “parantez”in asli unsurlarından biridir. Saldırı, bir bütünün parçasıdır. Aslında bilmeleri gereken, ne 93 yıllık bir süre parantezdir ne de Cumhuriyet gazetesi...

Ahmet İnsel: Gidişat hızlanıyor

Ahmet İnsel de gazetenin dünkü manşetinin "Darbe yine muhaliflere" olduğunu hatırlatarak "Gidişatın yönü belli. Otoriterlikle tanımlamanın artık bütünüyle yetersiz kaldığı, seçimli diktatörlük gibi kendi içinde çelişkili tanımlara başvurmayı gerektiren bir geçiş dönemi bu" dedi.

Ahmet İnsel'in "Gidişat hızlanıyor" başlığıyla yayımlanan (1 Kasım 2016) yazısı şöyle:

Cumhuriyet gazetesine Erdoğan devletinin saldırması, genel gidişata uygun bir hamle. Cumhuriyet’in baskın yemeden birkaç saat önce attığı başlık, “Darbe yine muhaliflere!” idi. Gidişatı özetliyor. Bundan böyle üniversite rektörlerini YÖK’ün seçtiği üç aday arasından Reis’in atayacak olması da bu gidişatın bir parçası. OHAL’in ilan edilmesiyle uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmayan bir konuda yayımlanan bu KHK tasarrufu anayasaya bariz biçimde aykırı. Ama artık ortada anayasa, hukuk devleti falan yok ki! Anayasada yer almayan, “Bütün Türkiye’yi denetleyen başmuhtarlık” kurumu var! Başmuhtarlık başta olmak üzere, bunların hepsi, gidişatın merhaleleri. Kürt sorunuyla doğrudan ilgili bir tek radyo, televizyon, dergi veya gazete kalmaması da. Türkiye’nin bir gazeteci hapishanesine dönüşmesi de. Seçilmiş belediye başkanlarının tutuklanması da. Eski HDP milletvekilinin tutuklanması, halen milletvekili olan HDP’lilerin etrafındaki tutuklanma çemberinin günbegün daralması da. Genel Başkan Yardımcısı’nın bacaklarına ateş ettirterek CHP’ye mafya usulü gözdağı verilmesi de. AKP milletinin silahlandırılmasına yeşil ışık yakılması da. Artık sınırları tamamen belirsizleşen FETÖ ve PKK ile ilişkili olma ithamının, hoşa gitmeyen ya da malına göz dikilen kim ve ne varsa ortadan kaldırılması, susturulması için gerekçe haline dönüşmesi de...

OHAL’in en az bir yıl sürmesi gerektiğini söyleyen o sesin, idam cezasıyla ağzını sulandırdığı güruhla oluşturduğu ittifak, Türk milliyetçisi ve Sünni ümmetçi bir silindir gibi toplumun üstünden geçiyor. Önce yıkıp sonra düzlüyor. Tayfun Atay’ın yerinde tespitiyle, hafriyat kamyonları da bu Reis güdümlü AKP halkı iradesinin koruyucu surlarını temsil ediyor.

Gidişatın yönü belli. Otoriterlikle tanımlamanın artık bütünüyle yetersiz kaldığı, seçimli diktatörlük gibi kendi içinde çelişkili tanımlara başvurmayı gerektiren bir geçiş dönemi bu. Başka ülkelerde demokrasi ve diktatörlük kelimelerini birleştirip bizdekine benzeyen fiili durum rejimlerini “demokratur” olarak tanımlayanlar var. Ama haldeki Türkiye’ye bakıp, demokrasiden geriye ne kaldı ki, böyle bir bileşik kelimeyi kullanmak anlamlı olsun diye kendine sormak mümkün. Yürütme, yasama ve yargının tek elden yönetildiği, eğitimden kültüre, medyadan kent yaşamına tüm politikaların, hâkim partiyi oluşturan intikamcı, fırsatçı, ihyacı, dinbaz ve milliyetçi eğilimlerin güdümünde olduğu bir yönetim bu. Putinizm nasıl Rusya’nın özellikleriyle şekillenmişse, Erdoğanizm de Türkiye toplumunun çoğunluğunun özellikleri içinde şekilleniyor.

Bu gidişata karşı durmak için elimizdeki yegâne yöntem, demokrasi için birlikte olmak. Demokrasi İçin Birlik Buluşması bu açıdan son derece önemli, gerekli ve vazgeçilmez bir adım attı. Siyasal örgüt aidiyetlerine hapsedilmeyen, bu faşizan tınılı hegemonyaya karşı birlikte karşı durmayı seçen, bu amaçla Sünni-Türkmuhafazakâr hegemonyada yarıklar açmayı hedefleyen bir platforma, bir direniş hattına olan ihtiyacı ifade ediyor. 23 Ekim’de bu girişimi başlatanların düzenledikleri buluşmada demokrasi meclisi kurulması kararı alındı. “Demokratik ve meşru yollarla denetleme, dayanışma ve direnme hakkının” kullanılacağı ilan edildi. Yeni bir siyaset anlayışıyla demokratik mücadeleleri birleştirici bir güç odağı yaratma hedefi benimsendi. Topluma salınmak istenen korku ve teröre karşı direnmek, dayatılan ürkütücü gidişata karşı durmak için ve aynı zamanda bu amaç uğruna bugün ağır bir bedel ödeyenleri yalnız bırakmamak, unutulmamalarını sağlamak için demokrasi cephesinde birleşmek gerekiyor. Gidişatın nereye doğru olduğu açık ama bunun kaçınılmaz olduğu halen kesin değil.

Emre Kongar: Bu, FETÖ veya PKK terör örgütleriyle mücadele filan da değil, sivil darbe


Emre Kongar ise gazeteye yönelik yapılan operasyonun 'FETÖ' veya PKK ile mücadele kapsamında olmadığını yazdı. Kongar "Bu, yıllardır yazdığım, vurguladığım, toplumu uyarmaya çalıştığım gibi, resmen demokrasiye yapılan sivil bir darbenin ta kendisi!" diye yazdı.

Emre Kongar'ın "Cumhuriyet’e operasyon günü" başlığıyla yayımlanan (1 Kasım 2016) yazısı şöyle:

75 yaşına geldiğinde, daha 19 yaşında üniversite birinci sınıf öğrencisiyken, demokrasiyi askıya alan DP iktidarının polisi tarafından, fakültesinde üzerine ateş açılan çilekeş bir akademisyen-yazar...

Gazetesine operasyon yapıldığını, yöneticilerin, yazarların gözaltına alındığını duyunca ne yapar?

***

Gözaltına alınacağı ihtimalini düşünerek hazırlanır: 

Hemen aceleyle, her sabah almak zorunda olduğu ilaçlarını içer... 

Duşunu yapar... 

Giyinir.... 

Gözaltına alınırsa, yanında götürmesi gereken ilaçlarını toparlar...

Ve bilgisayarının başına oturur, o günkü yazısını düşünmeye başlar.

Aslında sonucu belirsiz ve ne işe yaradığı da pek bilinmeyen bir çabadır bu:

Yazıyı bitirebilecek midir? 

Bitirebilirse gazeteye yollayabilecek midir?

Yazı gazeteye ulaşsa, Cumhuriyet yarın sabah çıkabilecek midir? 

Yarın gazete çıksa, yazı da yayımlansa Türkiye’de ne değişecektir; 40 yılı aşkın yazı yaşamında yazdığı kitaplar, makaleler, köşe yazıları ne işe yaramıştır?

Ama sonra silkinir ve kendi kendine mırıldanır: 

“Ben yazılarımı, bütün yaşamımla bile bu dünyada hiçbir şeyi etkileyemeyeceğimi bilerek umutsuzca, ama tek bir makale ile tüm dünyayı değiştirebilecekmiş gibi bir sorumlulukla yazıyorum.” (Demokrasi ve Laiklik, s.87)

***

Bu yazıyı yazarken, bir an, “Deja vu” denilen “Ben bunu yaşamıştım” hissine kapıldım:

28-29 Nisan 1960, 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 24 Ocak 1993, 2 Temmuz 1993, 21 Ekim 1999 ve daha nice unutulmaz uğursuz günler, böyle olayları toplumcak yaşadığımız ve benim iliklerime kadar etkilendiğim tarihlerdi.

Derken, 31 Ekim 2016 sabahı, 21 Mart 2008 tarihinde, Cumhuriyet Gazetesi’nin Vakıf Yönetim Kurulu Başkanı ve İmtiyaz Sahibi, sevgili dostum İlhan Selçuk’un Silivri davaları dolayısıyla evinden gözaltına alındığı gün hissettiklerimi aynıyla yaşadığımı fark ettim:

Hukuk ve adalet adına büyük bir isyan...

Gözaltına alınanlar adına büyük bir üzüntü... 

Rejim adına büyük bir hüzün! 

O zaman İlhan Bey’in sağlığı için endişelenmiştim...

Şimdi çok ciddi hastalıklar geçirmiş ve geçirmekte olan Hakan Kara, Aydın Engin ve HikmetÇetinkaya’nın sağlıkları için kaygılanıyorum.

***

Özgürlüğümden mahrum bırakılma olasılığını hissedince önce mideme kramp giriyor, sonra garip şeyler üşüşüyor zihnime:

Hay Allah keşke sigarayı bırakmış olmasaydım.

Kahve içmem gerek, evde yeterince kahve var mı? 

Yarın ay başı, nerelere hemen ödeme yapmalıyım? 

Eşim uzakta, şimdi çok telaşlanır. 

Çocukların üzülmesini nasıl önlerim? 

İlaçlarım yeter mi, yedek kaç kutu ilaç almalı? 

Eve aramaya gelirlerse avukat çağırmalı mı; ama gazetenin avukatlarını da tutukladılar galiba? 

Bugünkü yazıyı ne yapmalı; bu durumda yazı yazılır mı? 

Bir sürü randevu vardı, hepsini iptal etmeli; sonra insanlara ayıp olur!

Götürürlerse yanıma okumak için hangi kitabı almalıyım? 

15 Temmuz üzerine yazmaya başladığım son kitabımı bitirmeye fırsat olacak mı acaba?

İlhan Başgöz olsa “Bu kaçıncı tehdit ya huuu” derdi; yeter artık be!

Gözaltına alınanlar arasında hastalar var, yazık, çok yazık! (Sağlamların gözaltına alınması yazık değil mi???) 

Yani abuk sabuk, garip, takıntılı düşünceler işte! 

***

Hayır; bu, demokrasi filan değil...

Bu, FETÖ veya PKK terör örgütleriyle mücadele filan da değil...

Bu, yıllardır yazdığım, vurguladığım, toplumu uyarmaya çalıştığım gibi, resmen demokrasiye yapılan sivil bir darbenin ta kendisi!

Bağış Erten:  Cumhuriyet’e sahip çıkmak

Gazetenin spor yazarlarından Bağış Erten, operasyonla ilgili olarak "Bu yazının yayınlandığı gazete Türkiye’nin gazetecilik okuludur. Hatasını, sevabını ayıklarsanız ruhundan geriye bir tek şey kalır. Bu ülkeye ve Cumhuriyet’e sahip çıkmak. Hatta bu konuda ‘abarttığı’ olur da, eksik kaldığı olmaz. Bu kimsenin buyruğuyla değişecek bir şey değil. Tarihsel bir gerçek. Ve orada çalışanlar gazetecidir, fanatik değil" dedi.

Bağış Erten'in "Gazetecilik meslektir" başlığıyla yayımlanan (1 Kasım 2016) yazısı şöyle:

Kadir Has Üniversitesi’nde İletişim Fakültesi’nde spor gazeteciliği dersi veriyorum. İlk derste şunu konuşuyoruz. “Spor gazeteciliği” teriminde ‘spor’ tamlayan, ‘gazetecilik’ tamlanandır. Yani ‘gazetecilik’ değişmez, ‘spor’ değişir. Bazen sıfatı ‘ekonomi’ olur, bazen ‘siyaset’ olur, ama asıl olan mesleğin kendisidir ve nitelik asla değişmez. Dün gördük ki birileri gazeteciliğin muhtevasını değiştirmek istiyor. 

Basit bir denklemle anlatalım. Sınıfta çok sıkı taraftar olup gazetecilik hayalleri kuranlara soruyorum: Elinize tuttuğunuz takımı yediği bir halt yüzünden büyük bir ceza aldıracak, hatta belki de küme düşürecek bir dosya geldi. Teyit ettiniz, doğru çıktı. Yayınlar mısınız? Yayınlarsanız iyi gazetecisiniz. Yayınlamazsanız sıkı taraftarsınız. 
Bugün o sıkı taraftarlar gazeteci diye ortalıkta geziniyor, sıkı gazeteciler de teker teker ya işlerinden oluyor, ya da ipe sapa gelmez suçlamalarla gözaltına alınıyor. Üstelik artık konu kıytırık spor da değil. 
Türkiye’nin en çok satan spor gazetesinin adı (iyi niyetli de olsa) Fanatik. Bir de üstüne AMK çıktı iyice dağıldık. Meğer spor basınını değil geleceğimizi tasvir ediyorlarmış. Bu yazının yayınlandığı gazete Türkiye’nin gazetecilik okuludur. Hatasını, sevabını ayıklarsanız ruhundan geriye bir tek şey kalır. Bu ülkeye ve Cumhuriyet’e sahip çıkmak. Hatta bu konuda ‘abarttığı’ olur da, eksik kaldığı olmaz. Bu kimsenin buyruğuyla değişecek bir şey değil. Tarihsel bir gerçek. Ve orada çalışanlar gazetecidir, fanatik değil.