Gündem

Mustafa İslamoğlu: Müslüman Şark’ın çoğu güce tapmış, adını da Allah koymuş 

Kur'an ile kişi arasına hiçbir kurumun girmemesi gerektiğini savunan İslamoğlu, T24'e konuştu

01 Temmuz 2019 09:14

Kavramlar yaşayan şeylerdir. Anlamını başka bir zamansallıkta başka içeriklerle değiştirir.

“Muhafazakâr demokrat” tanımıyla yola çıkan 17 yıllık bir iktidarın icraatları, inancı güçlü, din referansıyla yaşamını şekillendiren bir mahallenin kavramlarını da karmaşıklaştırdı; yer yer bozdu, yer yer içini boşalttı. Kavramları evrensel olanın ölçüsüyle yaşatanlar ise bu değişimde ‘mahalleden’ ya kovuldu, ya hedef gösterildi ya da şeytanlaştırıldı.

Uzun yıllar Kur’an üzerine çalışmalar yürüten, İslam tarihi üzerine araştırmaları olan, eleştirel aklı savunan Mustafa İslamoğlu da ‘şeytanlaştırılan’ isimlerden biri... Kayseri İslam Enstitüsü’nü bitiren, 12 Eylül nedeniyle Mısır’a gitmek zorunda kalan, orada El Ezher Üniversite’sinde İslam Hukuku dersleri alan Mustafa İslamoğlu, 1992 yılında Türkiye’ye döndü. “Kürt sorununa İslami bakış” makalesi nedeniyle hapis cezası aldı.

Akabe Vakfı’nın kurucularından İslamoğlu ‘Devlet-mafya’ ilişkilerini deşifre eden ‘Susurluk’ sürecinde katıldığı Siyaset Meydanı programında “sistemden beslenenler sistemi tartışamazlar. Sistem tartışılmadan bu ülkede Susurluklar bitmez” demişti. İslamoğlu, 25 yıl sonra da ‘sistemi’ tartışmaya devam ediyor.  

T24’e konuşan İslamoğlu, “bana düşman olanlar beni özgürleştirdi” diyalektiği ile Türkiye’de dindar mahalleye ama aynı zamanda o mahallede kendini tanımlamayanlara ayna olabilecek  cümleler kurdu. Muktedir olanın evrensel icraatlarını yorumladı. Kamplaşma siyasetinin sonuçlarından biri olarak dindar muhafazakâr mahalledeki ‘tekçi’ bakışın sığlığına vurgu yaptı. “İdeolojileri, dinleri, mezhepleri, tarikatları, cemaatleri, ulusları, devletleri, çok uluslu şirketleri modern dünyanın kaleleri” olarak tanımlayan İslamoğlu, insanın ‘kalelerden’ kurtulması gerektiğini savundu. “Kimsenin kimseyi dinlememe, herkesin herkese sağır olma halinin İslami kesimde daha ağır yaşandığını”ifade ederken gücü kaptırmama bağımlılığının dindar kesimdeki tezahürünü şu sözlerle eleştirdi: Müslüman Şark’ın çoğu güce tapmış, adını da Allah koymuş.

İşte İslamoğlu’nun sorularımıza yanıtları…

 Farklı toplumsal kesimler olarak ilginç bir dönemden geçiyoruz. Kimsenin kimseyi sevmediği, kimsenin kimseyi duymak istemediği, herkesin kendi doğrusunu tekrar tekrar duymak istediği bir iklimle karşı karşıyayız. İslami kesim için de böyle diyebilir miyiz? O mahallede de bu birbirini duymama, konuşmama hali yaygın mı?

 En az diğer kesimlerde olduğu kadar diyelim. Bu kimsenin kimseyi dinlememe hali, herkesin herkese konuşup karşı tarafın sesine sağır olma hali, en ağır biçimde İslami kesim dediğiniz bu kesimde var. Ama bu kesim aslında dışarıdan gördüğünüz gibi monoblok değil, böyle bir iddia zaten sosyolojinin doğasına aykırı olurdu. Yani aslında her mahalle öbürüne kategorik bakıyor. Bu kategorik bakış, her mahallenin karşıtını da kategorik bakışlı hale getiriyor. Oysa doğru bakış analitik bakıştır. Kategorik bakışta ince ayrımları görmezsiniz. Sizin ince zannettiğiniz o ayrımlar temele de ilişkin olabilir. Ama siz o mahallenin içinde olmadığınız ve içinden bakmadığınız için zihninizde o mahalleyi kodlamışsınızdır. Nedense karşı mahalleler hep bir örnek ve yalıtılmış görünür. Bu biraz 15. Yüzyılda son bulan kalelere benziyor. Ortaçağın asıl hikâyesi kaledir. Kaleyi ortaya çıkaran şey aslında korkudur. Korkunun arkasında yatan şeyse insanın öteden beri en temel güdülerinden biri olan var olma güdüsü, güvenlik güdüsüdür. O dönem insanı kalenin içinde kendisini güvende bulur. Kalenin yöneticisi bu insanlara kalenin dışını cehennem, kalenin içini de cennet olarak gösterir. Bu bir simülasyondur. Baudrillard’dan ödünç alarak konuşursak, tam bir simülatif hayattır. Herkes kendi simülasyonunu oynatır ve kendisi aslında bir simülakrdır. Bu anlamda aslında kaleyi ayakta tutmak ta simulakrların görevidir. En tepedeki simülasyon sisteminin patronudur. Kod yazılımcısı ve icracısı cambazları, bilginleri, ruhbanları, şairleri vardır. Patron en zalimidir. Bunu nasıl başarır? Kaleyi cennet, kalenin dışını cehennem olarak gösterdiğinde... Bunu iki aracı kullanarak yapar: Yalan ve korku. Simülasyon, işte o yalanları allayıp pullamayı gerekli olan cambazlıktır. Çünkü ırmaklar kalenin dışında, denizler kalenin dışında, ormanlar kalenin dışında, göller kalenin dışında, yeryüzünün cennet gibi bölgeleri hep kalenin dışındadır. Peki, yeryüzünün bütün cennet gibi yerleri kalenin dışındayken kalenin içini nasıl cennet gibi gösterirsiniz? Korkuyu pompalayarak, hamaset köpürterek. Ortaçağın kalelerini bitiren ne oldu, biliyor musunuz? Top.

 Peki bugünün kaleleri neler ve o kaleleri yıkan top ne?

İdeolojiler, dinler, mezhepler, tarikatlar, cemaatler, uluslar, devletler, çok uluslu şirketler ve daha fazlasıdır. Bunların hepsi de zihinseldir. Modern kaleler zihinseldir. Zihinsel kaleleri yıkmak, fiziksel kaleleri yıkmaktan çok daha zordur. Yalnız şu da var ki, günümüzde zihinsel kaleler kurmak suyu yokuşa akıtmak kadar zordur. Zira çağ bilişim ve iletişim çağıdır. Bugünün kalelerini bitirecek top nedir biliyor musunuz? Bilişim ve iletişim… Kale duvarlarını aşan bilişim ve iletişim topuna karşı kale kurmaya kalkmak tam da anakronizmdir, çağ dışılıktır, zamanı şaşırmışlıktır. Günümüzde kale kurmaya kalkanların geceleri kabus görmekle geçecektir mecburen. Zaten bunu yapanlar da hep kâbusun içinde yaşamakta ve korkularını bulaşıcı hastalık gibi yaymaktadır. Bu korkularını ne kadar yayabilirlerse bu vehim ürünü kaleleri de o kadar yaşayacak. Aslında yoklar ama varmış gibiler. Zaten bu türün derdi bir şeyin gerçekte var oluşundan daha çok, işlevidir. İnsanlar korkup pusuyorlar, özgürlüğü ellerine tutuşturulmuş sahte kimliklerle takas edip sürüleşiyorlarsa sorun yok. Eğer özgürlüklerini takas ediyorlarsa, kişiliklerini satıyorlarsa, akıllarını kiraya veriyorlarsa, amaç gerçekleşmiştir. Artık her şeyi ‘mış’ gibi yapabilir; dindarmış gibi, ahlaklıymış gibi, özgürmüş gibi, insanmış gibi, vatansevermiş gibi, kahramanmış gibi...

O ‘mış’ gibi hikayenin hayatta karşılığı da olabiliyor. Bir sürü ilahiyatçı engizisyon mahkemesine tutulur gibi saldırıya uğradı. İlhami Güler hocaları biliyoruz, sizin de başınıza geldi. Siz bunu nasıl açıklıyorsunuz? İnsanlar nasıl bu kadar düşmanlaşabiliyor?

İki şeyden dolayı; güç ve farklı olana bakış. İlki güçle, güce tapmakla alakalı bir şey. İkincisi ise yine güçten kaynaklanan; farklılığı düşmanlık olarak algılamakla alakalı. Farklılık gücü bölen bir şey olarak kodlanıyor. Yeryüzünün ve gökyüzünün ayrılığının, dillerimizin ve renklerimizin farklılığı, Allah’ın ayetlerinden bir ayettir diyen bir kitaba inanan insanların, farklılığı bir kötülük, şeytan, bir düşman öteki olarak algılamaları hayret verici. Bu da güçle alakalı bir şey. Öncelikle şunu söyleyeyim, çoğunlukla Müslüman şark, güce tapmış adını Allah koymuştur. Yani Allah’a inandığını söylüyor ama Allah’a inanmıyor. İnandığı Allah’ı tanımlatın kendisine, gücü tanımlayacaktır. Mesela inandığını iddia ettiği kitabın mottolarından biri besmeledir ve orada Allah, özünde ve işinde sonsuz merhamet sahibi olarak tanımlanır. Müslüman şarkın böyle bir Allah’a inanmadığını görürsünüz. Oysa eski dünyanın pagan dinleri, tanrılar panteonunun baş tanrısını hep güç tanrısı olarak tanımlarlar. Antik Mısır’da Horus, Yunan’da Zeus, Hind’de Şiva, Roma’da Apollon güçlü kuvvetli, hep kaslı bazen dört kollu bir erkektir, Hepsi de gücü temsil eder. Allah ise rahman ve rahim olandır; yani en başat sıfatları merhamettir. O kendisini güç üzerinden tanımlamaz, merhamet üzerinden tanımlar. Kadın doğurganlık organına rahim denmesi, tüm farkı ortaya koyuyor. 

Yaratmaktan söz ediyorsunuz burada… Yaratmakla farklılık arasında bağ var mı?

Var, hem de nasıl… Allah’ın Kur’an’da Hallak diye bir ismi var: “Sürekli yeniden yaratan” anlamına gelir. Eğer bir şey yeniden yaratılıyorsa, her yaratılışın bir birinden farklı olması işin tabiatı gereğidir. Çünkü eğer her yarattığı aynıysa yeniden yaratmanın bir esprisi kalmaz. O zaman, Allah’a inanan birinin farklılıkları düşman bellemesi, inandığı Allah’ın yaratılış yasasına düşmanlık etmesidir. Gerçek bir mümin yaratılmışların farklılığını imanının merkezine yerleştirir. Konuyla ilgili bir makalemi şu motto üzerine bina etmiştim: Yaratanı çoklamak şirktir, yaratılmışı teklemek zulümdür. Kur’an siyasal otoriteyi teklemeyi Firavunluk, dini otoriteyi teklemeyi Bel’amlık, bürokratik otoriteyi teklemeyi Hamanlık olarak adlandırıyor. Farklığın adını ayet koyuyor.

Yine kaleler metaforundan gidersek, devlet bir kaleyse ve tam da çeşitlilikleri ‘tek’leştirmedeki rolünü göz önünde bulundurursak, İslamcıların devlet anlayışına dair bir eleştiriniz var mı?

İslamcılar dediğiniz bu kitlenin inancı aslında Türkiye’de Sünnilik diye isimlendirilir. Müslümanları bir dünya kabul edersek, küçük guruplar hariç, Sünnilik ve Şiilikten örülmüş iki dünya var. Şiilik mezhebi bir azınlık sayıldığından, Sünni bir toplumda yaşadığımızı varsayabiliriz. Sünnilikte devlet çoktan kutsallığa bulanmış bir yarı-tanrıdır. Çok ilginçtir, Osmanlı döneminde insanların dinlerini kendisinden öğrendiği Kur’an’ın yerine konmuş bir sözde din kitabı vardır: Mızraklı İlmihal. Yazarı meçhul bu kitabın girişinde, bir üçleme vardır: Allah-Peygamber-Padişah. Bu da bir tür Hıristiyan üçlemesi gibi bir üçlemedir. Doğrusu bu sapma Osmanlı ile başlamış bir şey değildi. Daha Emeviler döneminde Emevilerin, Kur’an’a attığı bir numaralı gol buydu. Kur’an cahiliye müşriklerinin devlet algısında bir devrim yaptı ve Kur’an’da sadece bir yerde geçen devlet kelimesini olumsuz anlamda kullandı. O da serveti yoksullarla paylaşmayı emreden Haşr 7. Ayet. Özetle şunu söyler: Serveti yoksullarla paylaşın ki, servet zenginler arasında bir devlete dönüşmesin. Bu aslında vahşi kapitalizme karşı harika bir panzehir. Kur’an’ın beni çok etkileyen taraflarından biri, devlet, tiranlar, yönetici sınıflar, otorite ve kabile üzerinden zulmü, kula kulluğu, baskı ve tahakkümü sürekli yerden yere vurmasıdır. Kur’an’da birçok yerde geçen Musa-Firavun anlatıları mazlumun zalime karşı mücadelesidir. Gerçekte Musa, zalim otoritenin zulmüne başkaldıran kahramanı sembolize eder, Firavun zalim otoriteyi. Musa ve Firavun mücadelesi tarihte kalan bir şey değildir. Zulüm var oldukça her dönemin Musaları da olacaktır.

Kur’an’ın bir özelliği de ruhban sınıfının çoğaltmak için can attığı kutsalı azaltıp sadece Allah’a hasretmesidir. Kutsalı azaltmak için gelmiştir Kur’an. Din adamları ve ruhban sınıfı, kutsalı çoğaltarak tahakküm ederler. Tüm dinlerde ruhban sınıfı kutsalı arttırdıkça tahakkümü de arttırır. Kur’an da kutsalı Allah’ta toplamıştır. Allah dışındaki kutsalları sıfırlamıştır. Bu da aslında ruhban sınıfını sıfırlamaktır. Onun için Kur’an teokrasi/tanrı devletine karşı bir din kullanır.

Siz Kur’an’ın bütün amacının ‘kutsalları’ azaltmak olduğunu söylediniz. Ama bugün 'kutsallar' arttı. 'Kutsallar' bağlamında cemaatleri, tarikatları, Diyanet'i nereye koyuyorsunuz?

Esasında cemaatler, tarikatlar, diyanet hatta mezhepler;  bunlar eğer sosyolojinin bir uzantısı olarak görülürse insanlık tarihi ilk şehirlerden bugüne hiç bunsuz kalmamış. Zaten medeniyet de biraz böyle doğmuş. İnsan tabiat olarak sosyal bir varlıktır. Fakat tarikatlar ve kült liderlerin etrafında kümelenen tarikatımsı yapılar, Müslüman şarkta sosyolojik bir olgu olduğu için değil teolojik bir olgu sayıldığı için masum değildir. Hatta çok tehlikelidir. Zira bu yapılar kendilerini taraftarlarına cennete giden gemi, tren, otobüs olarak lanse ettiği için, bu yapılara giren cennetlik girmeyen cennetten mahrum, bu yapılara karşı olansa cehennemlik olarak kodlanmaktadır. Bu yapılar kişi putlaştırmasına, kula kulluğa, sömürüye, aptallaştırmaya, Allah’la aldatmaya, aklı kiraya vermeye, holigan ve mankurtlaştırmaya açık yapılar. Sosyolojik olsa iş kolay, teolojik olunca bu yapılar din ile kurdukları simbiyotik/asalak ilişki üzerinden rakiplerini tanımlıyorlar. Bu yapılara laf eden dine laf etmiş, bunları eleştiren dini eleştirmiş, bunların zarar ve sapkınlıklarıyla mücadele eden din ile mücadele etmiş gibi lanse ediliyor. Sosyolojik olan teolojik kılığına bürününce, bu yapıların değişim ve evrimi de zorlaşıyor. Sosyolojik olduğu için Batı’nın işi daha kolaydı. Rönesans’ta Batı’nın başardığı şey önce kutsalı kendi sınırlarına çekmek oldu. Kendi sınırlarına çekmek aslında kiliseyi kendi sınırlarına çekmekti. Kilise kendiliğinden çekilecek değildi, hala da kiliseyi bıraksanız dünyayı kendi yönetmek ister. Ama mecbur kaldı. Ama Müslüman dünyada dönüştürülmesi çok zor oldu. Sosyoloji, teoloji kisvesi giydiği için kimse el atamadı, dokunan yanar dendi ve yandı da.

 Kutsal varsayılan tarikatlar, cemaatler neden kendi sınırlarına çekilmedi Batı’daki gibi?

Sosyolojik yapılar çevreden merkeze doğru oluşur, fakat Müslüman şarkta bu tam tersidir, merkezden çevreye doğru oluşur. Merkez kütle çekim yasası gibi, kütleyi, yani kalabalığı çeker. Bu durumda insanın evrimi fizik yasalarının hakim olduğu 4 milyar yıl geriye gitti. Ama insan öyle mi? İnsan, fiziği aşmış, kimyayı üstüne koymuş, biyolojiyi üstüne koymuş, bilince ulaşmış zincirin son halkası bir varlık. Bilinçten sıyrılacaksınız, sonra biyolojiden sıyrılacaksınız, sonra kimyadan sıyrılacaksınız ta fiziğe ulaşacaksınız, düşünebiliyor musunuz? Onun için kütle çekim yasası fizik yasasıydı ama Müslüman dünyada insanları da kapsadı. Birinin etrafında kitle büyümeye başladıkça çekim gücü artar. Buna çığ yasası diyorlar, yuvarlandıkça büyür, büyüdükçe yuvarlanır. Çığ yasası insan topluluklarına hakimse orada insan kalmaz ki, rakamlar kalır, bir de rakamlara tapan insansılar. Bunun formülleri vardır tarikatlarda. Mesela bunların başında şu formül gelir: Mürit ölü yıkayıcı elinde ölü gibi olmalıdır (gassal elinde meyyit). Bir ölü,  yıkayıcısının elinde bir tasarrufta bulunabilir mi? Sana nasıl konum verirse öyle olacaksın. Tüm tarikatların işleyiş biçimini, tarikatların felsefesini, bu sözün içinde bulursunuz. Bu yoksa zaten tarikat kalmaz. O başındakini kutsal, masum bilemezse aklını ona kiraya vermez. Aklını kiraya vermezse tarikat olmaz. Hiçbir şeyh kendisine bağlanan müritlere 'aklınızı kullanın, ben de sizin gibi bir insanım, ben sizi cennete götüremem, sizi kurtaramam, siz kendi eyleminizle sorumluluk bilincinizle kendinizi kurtaracaksınız, ben dahil kimsenin önünde eğilmeyin, Allah’la aranızda aracı koymayın, kimseyi putlaştırmayın’ diyemez. Neden? Varlık sebebi kalmaz da ondan. Diyemediği için çekim yasası gereği orada kütle oluşur, kütle çekim yasası gereği, çığ etkisiyle büyür bunun adı mezhep olur, tarikat olur, cemaat olur, dava olur, parti olur vs. vs.

Sayılar derken? Siyasette bunu görüyoruz mesela…

Sadece siyasette mi? Mimaride, yatırımlarda, belediyecilik anlayışında, her şeyde... Zihniyettir bu. Eğer siz sayılara tapıyorsanız, büyüklük tutkusu varsa, ki Kur’an’da bir ayet var; ‘çokluk tutkusu sizi mahvetti’ der. Kur’an’da çokluk hiç övülmez, hep yerilir. ‘İnsanların çoğu aklını kullanmaz’,‘İnsanların çoğu şükretmez’ gibi… Sayıların sultasına karşı Kur’an’ın bir bilinç devrimi var.

Dindar ve İslamcı mahallenin dışındaki insanların en büyük hatası, bir sosyolojik vaka olarak, bir kültürel durum olarak bu olguyu esastan ve temellerinden anlamaya çalışmamalarıdır.Seküler kesimler de tıpkı dinciler gibi şablonlarla düşünüyor. Şablonculuk bu ülkede karşıt kesimlerin ortak zaafı…  Böyle olunca da bir türlü karşıtlarını anlayamıyorlar, tanımıyorlar, ama tanımlamaya kalkıyorlar. Yani analitik değil kategorik yaklaşıyorlar. Ya hep ya hiç mantığı her kesimin hastalığıdır. Ben içinden çıktığım mahalleye içeriden ama temelden eleştiriler getiriyorum, ama kendi mahallemin zulmüne ve lincine uğramam yetmiyormuş gibi seküler yobazların ezberci ve 19. Yüzyıl pozitivizminin çöplüğünden toplanmış dilinden de kurtulamıyorum.

Neden böyle ? Siz birçok kişiye göre avantajlısınız; kitaplarınız var, kendinizi anlatabilme kanallarınız var…

Şu yüzden, dindar kesimin dışındaki mahalleler de dindar kesimin hastalıklarına müptela. Dindar kesimin dinine güvenmiyorlar çünkü kötü şeyler görmüşler fakat onların getirdiği zaafları aynen bir hastalık gibi taşıyorlar. Laik kesim de, ateist kesim de taşıyor. Cehalet, sığlık, ezbercilik, öğrenememezlik, şablonculuk, algı kurbanlığı, eleştirel akıl yokluğu bu kesimlerde de var. İster liberal olsun, ister laik, ister komünist olsun, ister kapitalist olsun, ister ateist olsun. Hepsinin de temelinde genetik kodlarındaki hastalık aynı. Analitik bakmıyorlar, kategorik bakıyorlar. Kategorik bakış kolay yoldur, ucuz yoldur, risk almaz. Risk almıyorsa, emek vermiyorsa beş para etmez. Onun için yok aslında birbirlerinden farkı. Dincilerle din karşıtı, İslamcılarla laikler aslında savaşırken aynı silahı kullanıyorlar. Yoksa ülkenin durumu böyle olmazdı. Tabii her kesimin akıl eden, eleştirel akılla düşünen ve öz eleştiri yapan kesimi de var ama azınlık kalıyorlar.

Bir süreklilik var diyorsunuz yani?

Cumhuriyet döneminde cumhuriyetçi kadrolar, işin farkında olan küçük bir kesim hariç, Osmanlı’nın günahlarını kendi sevapları olarak lanse ettiler. ‘Osmanlı padişahlarını görmediniz mi? Onlar bunun yüz katını yaptı’ dediler. Doğru ama Osmanlı’nın günahı senin sevabın mı? Sen yaptığın kötü işe Osmanlı’yı mı referans vereceksin? Ondan sonra muhafazakâr kesimler iktidara geldi ve bu sefer laik ve Atatürkçü kesimlerin günahlarını kendi sevapları olarak lanse etti. Ki başörtüsü yasağı yanlış bir şeydi, savunması imkânsız bir şey, gereksiz bir şeydi. Bugün muhafazakâr İslamcı iktidarın otoriterleşmesinde ve tek adam kültüne dönüşmesinde dün Atatürk adına, laiklik adına darbe yapan, baskı ve zulüm uygulayan iktidarların en büyük paydaş olduğunu söylersem sanırım yanlış söylemiş olmam.

Gücü ele geçirdiğinizde hasmınıza dönüşmeye hazırsınız. Bu topraklarda bu bir kısır döngü. Bugünün mazlumu yarının zalimi olmaya hazır. Biz böyle mazlum olmak ile zalim olmak arasında mahkûm mu olacağız? Bunun çıkışı yok mu? O yüzden hep diyorum ki; firavuna düşman olmak yetmez, firavunluğa düşman olmak gerek.

Kendi hakikatinizi özgürce söylemeyi savunduğunuz için mahalleler arası duyulmayanlardan birisiniz. Korkuyor musunuz?

Önceleri korkuyor idim. Şimdi korkularımdan kurtuldum, çünkü korktuğum her şey başıma geldi. Dışlanmayı, operasyonu, algı operasyonunu, hakaretleri, küfürleri, iftiraları, hapisleri, tecritleri, mahkemeleri; her şeyi yaşadım. Hem de en dindar kesimden, dilinden Allah düşmeyen kesimden, alnı secdeli kesimden. Benim için sürpriz kalmadı. Şaşırtmıyor beni hiçbir şey. Bu da bir özgürlük diye düşünüyorum. Beni kötüler özgürleştirdi. Gördüm kötülerin kötülükleri de geçiciymiş ve kötülerin de gücü sınırlıymış. Beklemeyi bilen, kötülerin kötülüklerinde boğulduklarını da görüyor. Ben gördüm ve daha çok göreceğimden eminim.

Peki insanlık nereye gidiyor?

Medeniyetlerin oluşmasından bu yana insanoğlunun da döngüleri var. Bazen kışa denk geliyor, bazen yaza, bazen güze bazen bahara. İnsan değişken bir varlık. Ve değişmesi de lazım fakat bu değişim tıpkı mutasyon gibi, dokuzu negatifse biri pozitif. Bu anlamda küresel bir dünyada yaşamanın birçok faydası vardı. Benim için küreselliği Kur’an başlattı, zira ‘ey insanlar’ diye başlayan bir kitap. Çok üst bir hitaptır bu. Bu anlamda küreselleşmenin birçok nimeti vardı ama zaafları da var. Kötülük, otoriterlik de küreselleşiyor. Ve ben otoriterliğin çoğaldığı bir dünyaya gittiğimizi düşünüyorum. Bunun da sebebi özgürlüklerimizi yönetememek… Özgürlüğü istediğini yapmak biçiminde algıladığınızda, yani özgürlüğü nihilizm olarak tanımladığınızda, -Nietzsche’ye selam- o zaman özgürlüğü yönetilemez bir Leviathan’a dönüştürüyorsunuz. Yönetemediğiniz meziyetler de sizi deviren bir dev oluyor. Peki böyle mi gidecek? Hayır. Hegel’e selam gönderelim. Diyalektik bana göre ilahi kanundur. Tez, antitez, sentez… İnsanoğlu öğrenebilen bir varlık, çok iyi bir şey fakat bu coğrafya öğrenebilecek yerlerini, aklını, iradesini ve bilinci yok etti. Eleştirel aklı yok etti. Bunun sonucu sevdiğini put etmek, sevmediğini şeytanlaştırmaktır. Bu coğrafya aklını kullanmadığı için dünyanın en büyük tımarhanesine dönüştü.

Türkiye toplumu için umutsuz musunuz?

Bu coğrafya neden değişmiyor diyorsanız çünkü öğrenmiyorlar. Kim öğrenmez? Ya deli ya da her şeyi bildiğini zanneden kişi. Bu coğrafya her şeyi bildiğini zanneden cahillerin bilmediğini bilen alimlere racon kestiği bir coğrafya. Biri bunlara beddua etmiş. Keşke bilsek de çözüm olacak dua bulsak. Tabi biliyoruz ki dua dilinizle söyledikleriniz değil elinizle eyledikleriniz. Yani tercihlerimiz duamızdır. Yani doğru tercihlere tutunmadan dua tutmaz.

Kendi ellerimizde coğrafyamızı bilimin, sanatın, keşfin, inkişafın üretilemediği entelektüel bir çöle döndürdük. Böyle bir kütlenin politik tercihleriyle entelektüel bir katliamın mağdurlarıyız. Düşünür, filozof, sanatçı, bilgin, sorumlu aydın yetiştiremiyoruz. Kreatif zekayı yok ettik. İnovasyon gördüğümüzde burun kıvırıyoruz, çünkü ‘biz bunu atalarımızdan görmedik’ dini giriyor devreye. Geldiğimiz durum ortada. Haykırdım,müfredatın zaaflarına dikkat çektim. Bu müfredatla başınıza bela yetiştirirsiniz, akılları yok edersiniz. İnsan zihnini yok eden, insanı kula kul eden, ezberci, tüketici, taklitçi köleleştirici müfredat mı olur dedim. Oysa zihni özgür bırakacaksın, kışkırtacaksın, önünü açacaksın. Onun için iddiam; dini asli kaynağına döndürelim ki insanın önünde manevra alanları yeniden açılsın. İnsana yaşam alanı bırakmadınız, çünkü elinize geçeni dinin içine attınız. Hadis, rivayet, fıkıh, mistisizm dediniz dinin içine boca ettiniz. Hepsi din oldu, ama akla Allah’ın yaratılıştan verdiği manevra alanı yok oldu. Niye? Bizden öncekiler her şeyi söyledi dediniz, bize onların sözüne ayet gibi uymaktan başka yol kalmadı. Aslında bizi öldürdünüz. Zihnimizi müzeye, hatta çöplüğe, çöp eve çevirdiniz.

Benim Kur'an‘a dönüşü savunmam asla Kur’ancılık filan değil. Bu anlaşılmayınca ben ve benim gibiler ölür. Ben Kur’an’a dönüşü düşünce için, bilim için, üretmek için, keşif için, insan için, kalite için yani hayat için lazım olan şeylerin önündeki manevra alanını açmak için savundum. Kültürel bagajlarımızı attığımızda sorgulamaya, düşünmeye, icat etmeye, keşfetmeye başlayacağız. Çünkü Müslüman toplumların geçmişte ürettiği kültürü dinin sırtına yükledik. Dine o kadar yük vurduk ki, din de yoruldu, dindar da yoruldu ve biz de yorulduk. Hatta dinsiz de yoruldu.