Medya

Murat Bardakçı, "Atatürk uzaylıdır" lafının nereden geldiğini anlattı

"Dedim ya, o günler benim 'cahiliye devrim' imiş ama ne saklayayım, çok eğlenirdik!"

31 Ekim 2016 14:52

Habertürk yazarı tarihçi Murat Bardakçı, ünlü tiyatro oyuncusu 87 yaşındaki Gülriz Sururi "Atatürk'ün zaman zaman uzaydan geldiğini de düşünürüm. Çünkü benzeri dahi gelmedi" ifadesiyle ilgili olarak "Gülriz Hanım’ın Ekin Türkantos’a verdiği mülâkattaki bu 'uzaylı' bahsi, beni seneler öncesinin biraz tuhaf, daha doğrusu ve açıkçası üşütük ama eğlenceli hatıralarına götürdü. Şimdi bu hatıralardan bazılarını hadiselerin kahramanlarının isimlerini vermeden yazacağım" dedi.

Murat Bardakçı'nın "Uzaylı Atatürk" başlığıyla yayımlanan (31 Ekim 2016) yazısı şöyle:

Türk tiyatrosunun önemli, hem de çok önemli sanatçısı Gülriz Süruri, dün Habertürk Pazar’da çıkan mülâkatında “Zaman zaman, Atatürk’ün uzaydan geldiğini düşünürüm” diyordu...

Gülriz Hanım’ın Ekin Türkantos’a verdiği mülâkattaki bu “uzaylı” bahsi, beni seneler öncesinin biraz tuhaf, daha doğrusu ve açıkçası üşütük ama eğlenceli hatıralarına götürdü...

Şimdi bu hatıralardan bazılarını hadiselerin kahramanlarının isimlerini vermeden yazacağım. Zira sözünü edeceğim gruplara bir kısmı gençlik hevesiyle, bir kısmı da eğlence maksadıyla ama çoğu inanarak katılanların bazıları hâlâ hayatta bulunuyorlar, çoğu o günleri benim gibi tebessümlerle hatırlıyorlar ve dolayısı ile kim olduklarını yazmak yakışık almayacak!

İstanbul, 1970’lerin sonuna kadar bir “metafizik”, yani “ruhçuluk” cenneti idi! Memleketin o devirde çok meşhur olan bazı isimleri “ruh çağırma”ya merak salmışlardı, haftanın bir yahut birkaç günü evlerde “celse” denen “ruh çağırma seansları” yapılırdı.

Saklamama lüzum yok: O seanslara katılanlar arasında ben de vardım, zira bu işlerin nasıl yapıldığı hayli merakımı çekmişti. “Ey ruh, geldin ise masanın ayağını üç defa vur” dendikten sonra etrafına toplanılan koskoca ceviz masanın rakkase gibi oynaması, transa giren medyumların başka bir sesle güya “başka âlemlerden” mesajlar getirmesi hem meraklı hem de eğlendirici idi. Ama bu işleri sadece eğlence boyutunda bırakmanız şarttı, zira derinlemesine meşgul olduğunuz takdirde kafayı yemeniz Allah’ın emri idi!

Ruh mu, yoksa cin mi?

Merak dedim ya; üstadlarımın “Evlâdım, bunlar boş işlerdir, ruh falan gelmez, cinler sizin gibi enayileri bulmuş aldatıyorlar” demelerine rağmen, bir müddet İstanbul’daki böyle grupların arasında bulundum.

Şimdi o günlerden bahsederken açıkça “Benim cahiliye devrim imiş” diyorum!

“Ruh geldi, ruh gitti, masa havalandı, rahmetli filânca medyuma çok önemli tebliğler verdi” derken, İstanbul’da 70’li senelerin sonuna doğru “UFO” modası başladı! Yeni kurulan gruplar uzaylılarla temas ettiklerini söylüyor, önemli tarihî şahsiyetlerin uzaydan gelmiş olduklarına inanıyor ve hattâ Boğaz’ın o senelerde bomboş olan tepelerinde uçan daire bekliyorlardı!

Derken, grup mensupları yayınevi de kurup uzaylılar konusunda ardarda kitaplar çıkarttılar. Yayınlarda UFO’ların gelmek üzere oldukları, onların sayesinde dünyadaki bütün fenalıkların sona ereceği ve yepyeni bir çağın başlayacağı söyleniyor, üstelik belli bir kültür seviyesinin oldukça üzerinde bulunan kişiler de bunlara ciddî şekilde inanıyordu!

İşte o günlerde, ortaya gayet “ciddî” bir iddia atıldı: Dünyayı değiştiren hadiselerin kahramanlarının tamamı aslında başka gezegenlerden gelmişlerdi, bu kişilerin arasında Atatürk de vardı ve “Sirius” ismindeki çok uzak bir yıldızdan Türkiye’yi kurtarması için görevlendirilip gönderilmişti!

UFO gelmedi, servet gitti

Ama, Atatürk’ün geldiği gezegen konusunda büyük bir anlaşmazlık çıktı, “Atatürk’ü Sirius’tan gönderdiler” diyenlerin bir kısmı sonradan bir başka gruba geçti. Bu grubun iki üstadından biri bir tıp doktoru, diğeri de o günlerin meşhur bir televizyoncusu idi. UFO’ların dünyamızı şereflendireceğine inanan müridlerin arasında yine o senelerin çok meşhur, üstelik de gayet zengin olan bir hanım sanatçısı da vardı; uzun müddet hep beraber bir tepede uçan dairelerin teşrifini beklediler, UFO falan gelmedi ama hanımefendinin serveti ne olduysa oldu, o arada uçup gitti!

Aynı grubun mensubu olan ve çıkarttıkları dergide “sevgi”, “başka âlemlerin kardeşliği” yahut “efendi hazretlerinin tebliğleri” gibisinden mesajlar veren bir başka hanımefendi de sonradan profesör olacak ve türbanlı öğrencileri özel odalarda “Aman kızım, bu türban ne ayıp şey, çağdaş ol, çağdaş” diye iknaya çalışacaktı!

Atatürk’ün “dünyalı değil, uzaylı olduğu” komedisinin işte böyle bir geçmişi vardır! O günlerde şahidi olduğum başka hadiseleri de yazacak olsam öyle bir eğlenirsiniz ki, kahkahadan yere yuvarlanırsınız!

Dedim ya, o günler benim “cahiliye devrim” imiş ama ne saklayayım, çok eğlenirdik!