19 Haziran 2017 12:55
Müslüm Gürses’in eşi Muhterem Nur, hayatını konu kalan "Ömrümce Ağladım" isimli kitapta 12 yaşında tecavüze uğradığını ve okulu bıraktığını anlattı. “Henüz 12 yaşındaydım ve evet tecavüze uğradım” diyen Nur, “Balat hastanesinde gözümü açtım. Beni gecekonduları için toprak almaya gelen kadınlar bulmuş. Bir bakıyorlar, iki tane ayak, belden aşağı bir çocuk. Bayılmışım, herhalde kafamı taşa vurmuşum. Kendime geldiğimde çok utandım. Okula gidemedim” ifadesini kullandı.
Muhterem Nur, sözlerinin devamında şunları söyledi:
"Bir gazeteye manşet olmuştum. 'Eyüp’te bir kız çocuğuna tecavüz edildi' diye haberler çıkmıştı. Seviyordum okumayı, öğretmenlerimi seviyordum ama utanıyordum, bir daha gidemedim"
Muhterem Nur, Hürriyet gazetesinden İpek Özbey’e şunları söyledi:
- Kitabın adı ‘Ömrümce Ağladım’. Sahiden de ömrünüzce ağlamışsınız. Hayatınızı anlatmaya nasıl karar verdiniz?
Biliyorsunuz, insanlar unutuluyor. Böyle bir kitap yazdığım zaman belki 20-30 sene sonra arkadan gelenler bizi hatırlar, belki “Bir Muhterem Nur varmış” der. Yeğenlerim çocuklarına anlatır.
- Çok zor bir hayat yaşamışsınız. Aslında dramınız doğumunuzla başlıyor. Biz de oradan başlayalım. Nerede doğdunuz, nasıl doğdunuz, anlatır mısınız?
Ben dünyaya doğmakla hata yapmışım. Veya beni doğuran hata yapmış. Annem okul zamanında hocasıyla bir arkadaşlık kuruyor. Evli bir adammış. Ben onun resmini bile görmedim.
- Hiç merak etmediniz mi?
Hayır merak etmedim, çünkü annem 16 yaşında onun yüzünden ölmüş. Eğer anneme sahip çıksaymış, “Ben evliyim, çocuğum var” diye doğruyu söyleseymiş annem ölmeyecekmiş. Kim olsa o yaşta âşık olur. Bir de üstelik hamile kalmış.
- Aileden kimse biliyor mu hamile kaldığını?
Hocası ona yüz çevirince arkadaşına söylemiş hamile olduğunu. Zaman da geçiyor bir yandan. Arkadaşı da çocuk tabii, herkese söylemiş. Büyükbabamı Kosova’dan çağırıyorlar, Belgrad’a geliyor.
- Bu arada babanız nerede?
Ortadan kayboluyor. Büyükbabam onun evine gidiyor, karşısına çocuklu bir kadın çıkıyor. “Eşim yok” diyor. Sonra büyükbabam annemin yanına gidiyor, onun kolundan tutarak sürüklüyor, evimize götürüyor. Kimsenin bilmesini istemediği için aşağıdaki şarap mahzenine kapatıyor, “Doğum yapana kadar burada kalacaksın” diyor.
- Hamile bir kadını mahzene bırakıyor, öyle mi?
Evet, düşünün. Camı penceresi olmayan, hava almayan bir yere. O günden sonra annem Şira, mahzenin soğuğuna mahkûm oluyor. Ablalarının gizli gizli verdiği yemekler dışında boğazından tek bir lokma geçmiyor. Altı ayı doldurmak üzereyken sancısı tutuyor. Çığlıkları mahzeni inletiyor. Evdekiler yılbaşı gecesi olduğu için sofradalar. Teyzem Şivga şarap alma bahanesiyle kardeşine bakmak için mahzene iniyor. Annem yerde yatıyor, ben doğuyorum. Ailenin ebesi Raziye’yi çağırıyorlar. Büyükbabam ona diyor ki, “Al bunu, karların ortasına bırak”.
- Ölüme mi terk ediyor?
Evet, “Hayvanlar yesin” diyor. O zaman ölseydim hiçbir şey duymayacaktım, şimdi bin kere ölüyorum, çok şey duyuyorum. Keşke o zaman ölseydim. Alıyor kadıncağız beni bir Türk camisine götürüyor. Merdivenin başına bırakıyor ki, namaz kılmaya gelenler görsünler. Karşı evin bahçesine saklanıp gözlüyor. Ama kimse bakmıyor, kar, tipi üstümü kaplamış. Kadıncağız yeniden gelip beni alıyor.
- Sonra nereye götürüyor?
Kendi evine. Hiç değilse birkaç gün bakabilir diye. Aklına Manastır’dan tanıdığı Havva geliyor. Dul bir kadın. Biraz para karşılığında alıyor beni. Üç aylıkken kaybettiği yavrusunun yerine koyuyor, seviyor.
- Peki sizin adınızı ne koyuyorlar?
Teyzem, Raziye’ye “Bebeği kime teslim ettiysen söyle, adını ‘Olga’ koysun” diyor.
- Teyzeniz sizi neden yanına almıyor?
Çatışmalı günlerin bitmesini bekliyor. 1938’de göçler başlıyor. İki teyzem Türkiye’ye doğru yola çıkıyor. Tekirdağ’a geliyorlar. Göç yolunda tanıştığı iki Türk erkekle evleniyorlar. Ve adları Şevkiye ile Bedriye oluyor. Ve yoksulluk da başlıyor.
- Oysa Kosova’da başka bir hayatları var değil mi?
Tabii, büyükbabam çok zengin. Kosova’nın en engin adamı, bana faydası olmayan bir zenginlik. Kumaş fabrikası varmış. Ama insanlar tarafından pek sevilmeyen biriymiş. Görseydim keşke onu.
- Sonra…
Sonra o kadın ölüyor. Şevkiye Teyzem beni yanına aldırmaya karar veriyor. İki yaşındayım. Beni kaçak sokuyorlar Türkiye’ye. Tekirdağ, sonra da Eyüp Sultan’a geliyoruz. Bu arada ben hiç konuşmuyorum. 1947’de 7 yaşındayken teyzemin oğlu oluyor, kardeşim dediğim Mehmet dünyaya geliyor. Sonra kocası ölüyor ve bir süre sonra “Tek başına bir kadın, hem de gavur! Yalnız kalmasın” demişler. Bir daha evleniyor.
- Okula başladınız mı?
Evet ama nüfus cüzdanı gerekiyordu. Muhtar hallediyor. 1930’da ölen Keşanlı Kamber Hasan Kısa’nın adı yazılıyor baba haneme. Adım da Muhterem oluyor, Muhterem Kısa.
- Sevdiniz mi okulu?
Çok seviyordum. Ama sessiz bir çocuktum. Bana öğrenciler ‘dilsiz’ ya da ‘gavur’ diyordu. Ortaokulda beni herkese karşı koruyan Hakkı Öğretmen’i çok seviyordum.
- Okulu bitirdiniz mi?
Bitiremedim.
- Neden?
Bir pazar günü teyzemin Rami’de oturan arkadaşına gittik. Bir gecekondu mahallesiydi. Bir yanı inşaat bölgesiydi. Evin çocuklarıyla sokakta oynamaya çıktım. Başıma bir kaza geldi. Bütün aileler çocuklarına dikkat etmeli. Gün oluyor dalıyorlar, çocuklar dışarıda oynuyor, neredeler, başlarına ne geldi haberleri olmuyor.
- Sizin başınıza ne geldi?
Saklambaç oynuyorduk. İnşa edilmekte olan duvara yüzümü dönüp saymaya başladım: “1-2-3…” Bir sessizlik oldu. Yavaşça arkama döndüm. Karşımda dev gibi bir adam gördüm. Tam bağıracakken, yüzüme sert bir tokat indirdi. Elleriyle ağzımı kapattı. Ne kadar çırpınsam da fayda etmedi.
- Tecavüz mü etti?
Henüz 12 yaşındaydım ve evet tecavüze uğradım. Balat hastanesinde gözümü açtım. Beni gecekonduları için toprak almaya gelen kadınlar bulmuş. Bir bakıyorlar, iki tane ayak, belden aşağı bir çocuk. Bayılmışım, herhalde kafamı taşa vurmuşum. Kendime geldiğimde çok utandım. Okula gidemedim.
- Utandığınız için okulu mu bıraktınız?
Evet, bir gazeteye manşet olmuştum. “Eyüp’te bir kız çocuğuna tecavüz edildi” diye haberler çıkmıştı. Seviyordum okumayı, öğretmenlerimi seviyordum ama utanıyordum, bir daha gidemedim.
- Bu ülkede her gün kadınlar tecavüze, tacize uğruyor. Bu haberleri izlediğinizde ne yaşıyorsunuz?
Hepsine çok üzülüyorum. Tüylerim diken diken oluyor. Bunu yapanlara en büyük cezanın verilmesini istiyorum. Münevver Karabulut ve Özgecan cinayetlerine bakın. Çok üzüldüm, dünyanın en güzel çocukları böyle gidiyor.
- Sizin hayatınıza bu olay nasıl yansıdı?
Herkesten utandım.
- Erkeklerle ilişkinizi etkiledi mi?
Etkilemez mi? Ben erkeklerden nefret ettim. 18 yaşıma kadar bir tek erkek istemedim ki yanıma yaklaşsın.
- Korktunuz mu?
Hem korktum hem garip geldi. Hiç düşünmedim. İnsanın sonra neyse ki duyguları değişiyor. Benden epey büyük bir adama karşı zaafım oldu.
- Memduh Ün’den bahsediyorsunuz?
Evet. Birlikte filmler yaptık.
- Atlamadan gidelim. Tecavüze uğruyorsunuz ama bitmiyor. Bir de teyzenizin ikinci kocasıyla problem yaşıyorsunuz…
O da çok kötüydü. Çünkü o problem Eyüp Sultan’da başladı. Adam çok alkol alıyordu. Annem işe gidince bana saldırıyordu. Ama bir şey yapmadı. Ayıp yerlerini göstermeye başladı. Ben çok korkuyordum.
- Tecavüzden ne kadar sonra?
13-14 yaşına kadar çok rahatsız etti. Edep yerini gösteriyordu bana. Çok tedirgindim. Tecavüze kalkıştı ama annem yakaladı ve onu dışarı attı. O yüzden anneme hayatımı adadım.
- Sonra annenizle birlikte bir hayat mücadelesine başlıyorsunuz.
Mahallemizde bir Yıldız Abla vardı, sahneye çıkıyordu. Onu izliyordum. Ne kadar güzel elbisesi varsa ipe asıyor, gösteriş yapıyordu. “Yıldız abla bunları nereden aldın” diye sorunca “Gel seni de Beyoğlu’na götüreyim” dedi. O güne kadar gecekondudan ve Eyüp Sultan’dan başka yere gitmemiştim, rüya gibiydi. Üzerimde okul önlüğüm vardı, zaten başka giyecek bir şeyim yoktu.
- Etkilendiniz mi?
Evet. Tüm binalar çok yüksek geliyordu.
- Sonra bir daha gittiniz mi?
Tabii. Mahalle ve okul arkadaşım Zeren ile gittik ikinci kez. O gün hayatım değişecekti.
- Nasıl?
Gazetede ‘artist aranıyor’ ilanını görmüştüm. Otobüse bindik, gittik. Ağa Cami önünde bir adamla karşılaştık. Bir sağıma bir soluma baktı, “Çok güzel burnunuz var” dedi. Korktum. Eyvah beni kaçıracaklar diye düşündüm. Adam dedi ki, “Ben sanatçıyım, senaryom var”. Ertesi gün giyinip tek başına film şirketine gittim. Ve filmlerde oynamaya başladım.
- Hayatınıza zamanla Memduh Ün giriyor. Fakat ondan ayrılmak istiyorsunuz. O da size ‘Şöhretin biter’ diyor, ayrılmıyorsunuz...
10-11 filminde başrol oynadım, beraber çalıştık. Bana hep akıl veriyordu, benden ayrılırsan düşersin diye. Ben de korkuyordum. Fakat bu adam kıskançtı, hırpalıyordu beni. Saçımın içinden kesiyordu mesela. Benden hırsını öyle alıyordu.
- Neden?
Funda filmini oynadım. Ahmet Mekin’den kıskandı. Kenan Pars’tan kıskandı. Çok hırpaladı. Yok diz kapağımdan aşağısı açılmış. Yani o kadar rahatsız ediyordu ki, nefret ediyordum artık. Son filmi çekeceğiz, “Bu bitsin, ayrılalım” dedim. Baktım kadroda yokum ertesi gün. “Niye beni çıkardın” dedim. “Fatma’yı alacağız (Girik)” dedi. “İyi” dedim. Zaten yalnız kalmayı dört gözle bekliyordum. Ayrıldık.
- Şöhret sizin için çok mu önemliydi?
Şöhretim uçacak diye korkuyordum. Bugünkü kadar kolay da değildi şöhret olmak. Bizim okulumuz yoktu. Annem para biriktiriyordu. Mesleğim hem kolay hem zevkliydi. Âşık oldum mesleğime. O bitti mi ben biterim diye düşünüyordum. Evlenmeyi hiç düşünmedim.
- Ama evlendiniz. Hem de bir aşk evliliği değildi…
Artist dergisinden Recep Ekicigil, “Evlendin diye dergiye kapak olursun, çok iyi reklamın olur” diyerek beni evliliğe ikna etti. O zamanlar sinemada durgunluk var, herkes reklam peşinde. Işın Kaan Köseoğlu’yla onun yedek subaylık yaptığı Kars’ta evlendik. Ben meşhurum bu arada, Kars’ta el üstünde karşılandım. Ama yine de şaşkındım nasıl evlendiğime.
- Karı-koca hayatı yaşadınız mı?
Yok, öyle bir şey yaşamadık. Benim hoşuma gitmeyen varlık budalası biri. Ama ailesi çok iyiydi. Bu çocuk nasıl böyle küstah çıkmış bilmiyorum. Durmadan içiyordu. Ben de çocukluğumu hatırlıyor, içkili eniştemin yaptıkları aklıma geliyordu. Sonra zaten İstanbul’a film çekimi için geldim, bir daha dönmedim.
- Neden Müslüm Gürses dışında beraber olduğunuz erkekler sizin sırtınıza bu kadar yük oldu?
Ben çok enayiyim. Merhametli biriyim. İnsan karşımda süklüm püklüm durunca sevmesem de üzülüyorum. Karşımdaki de kurnaz işte.
- Pişman oldunuz mu?
Hayatımın en büyük yükleriydi.
- Siz hiç mutlu oldunuz mu?
Tabii. Müslüm (Gürses) ile geçen her günüm güzeldi.
- Aslında o da size şiddet gösteriyor.
İçtiğinde evet. Kaburgalarımı kırıyor, saçlarımı eline doluyor. Ama sonra kendine gelince çok üzülüyordu. “Elim kırılsaydı yapmasaydım” diyordu. O, “Elim kırılsın” dediğinde benim içim sızlıyordu. “Olsun” diyordum, “Kafamı gözümü de kırsa ben bunu düzelteceğim!” Öfkesini, o acı şarkılar eşliğinde içtiği içkinin nedenini anlıyordum. Müslüm’ün hikâyesi dramatikti. Ben onu bırakmayacaktım.
- İçkiden nefret ediyorsunuz ama hep karşınıza çıkıyor.
Nefret ediyordum, çünkü içki bana hep üvey babamı hatırlatıyordu.
- Zaman her şeyin ilacı oldu mu?
Geride kalanlar benim için pislikti.
- Nasıl bir hayatınız olsun isterdiniz?
Benim düşündüğüm hayat kocamla bulduğum hayattı. Keşke Müslüm ilk yıllarıma gelseydi, ben onu sahneye de o kadar yormazdım. Ama yazık ki çok geç zamana tesadüf etti. Yaşı benden çok küçük. Ama benden büyükmüş gibi çekinirdim. Olgun bir adamdı. Sert görünümlüydü ama çok merhametliydi.
- Beraber en çok ne yapmayı severdiniz?
Seyahat etmeyi severdik. Çünkü kendimizi buluyorduk. Dilediğim gibi kocama sarılıp dolaşamıyordum, utanıyordum. Şimdi asla yurtdışına gidemiyorum. Zaten onun yanına gömülmek için de hiçbir yere gitmiyorum.
- Muhterem Nur ile ne zaman, nerede tanıştınız?
Sanıyorum 2013 yılının Eylül ayıydı. Yani Müslüm Gürses’in ölümünün üzerinden 6 ay geçmişti. Bir proje geldi bana: Müslüm Gürses filmi... Benden Müslüm Gürses hakkında araştırma ve röportaj yapmam istendi. Bunun için de ilk başvuracağım kişilerden biri Muhterem Nur’du. İlk buluşmamız Bahçelievler tarafında bir kafede oldu. O zamanlar Muhterem Nur Bakırköy’de oturuyordu. O gün aslında hiçbir bir şey konuşmadık. Birbirimizi tanımaya çalıştık, çünkü bu bir günlük bir röportaj değildi. Bir sonraki hafta tekrar buluştuk, bir baktım ki üzerinden bir yıl geçmiş. Müslüm Gürses’in hayatına dokundukça Muhterem Nur’un hayatının içinde buldum kendimi. Her ikisinin hayatındaki acılara baktım, baktıkça derin bir hikâyeye döndü anlatılanlar...
- Kitabı yapmaya nasıl karar verdiniz?
Müslüm Gürses filminin senaryosunu Hakan Günday yazdığında biz Muhterem Nur’la farklı bir yola girdik. 1940’larda Kosova’da başlayan bir kadın hikâyesi vardı. Bu ülkede unutulan, yok sayılan bir kadın hikâyesi. Var olma savaşı vermiş, kendini var etmek için mücadele etmiş bir kadın hikâyesi... Çocukluğu yoksullukla geçmiş, genç kız olma çağında vahim bir olay yaşamış, ardından sinema, sinemadaki sömürünün en somut örneği bir kadın... Evet, bir Muhterem Nur kitabı için yola çıkmadım ama aradan geçen zaman diliminde Muhterem Nur “Benim hayatımı kitap yapar mısın” dediğinde o kadar gururlandım ki! Çok zor olacağını bile bile “Tamam” dedim. Yaşadıklarını bildiğim için nasıl kaldırabilirim bu süreci diye evet, çok düşündüm.
- Neler yaşadınız birlikte?
Öncelikle yaşadıklarından dolayı güvenini kazanmak çok zaman aldı. Evinde kalmaya başladığımda her ikimiz de birbirimize çok güvendik. Ben Sarıyer’de oturuyorum, Muhterem Nur, Müslüm Gürses’in ölümünün ardından Beylikdüzü’ne taşındı. O uzun yolda düşündüğüm tek şey vardı: Bu hikâyede Muhterem Hanım’ı üzüyor muyum? Sonrasında anlatmasının kendisine çok iyi geldiğini gördüm. Ağladı, üzüldü... Birlikte geçirdiğimiz zamanlarda neredeyse her pazar mezarlığa gittiğimizde ve mezarı başına oturduğunda birbirlerine nasıl sarıldıklarını gördüm. Muhterem Nur o mezar taşına tutunmuştu ve oradan güç alıyordu.
- Zorlukları neydi?
Burada iki şey vardı: Müslüm Gürses hikâyesi ve Muhterem Nur’un hikâyesi. Bana emanetti, bu çok ağırdı! Her konuşma sonrasında geceleri hiç uyuyamadım. Ben mezarlıklara gitmem genelde, ama Müslüm Gürses’in mezarında buldum kendimi. Muhterem Nur’un onun mezarı başında gözyaşı dökmesine tanıklık ettim. Bir mezar taşı kaç gözyaşına denk gelir bilmem ama bu acıyı kemiklerime kadar hissettim. Bu acının da ötesinde az önce söylediğim gibi bir kadının var olma savaşıydı bu ve bu savaştan her şeye rağmen güçlü bir kadın çıkmıştı. Evet zordu, bir kadın olarak Muhterem Nur’un hayatına dokunmak sadece beni yakmadı kavurdu da... Meslek hayatım boyunca insan hikâyesine önem verdim, çok kişinin hikâyesini yazdım, onlarla birlikte ağladım ama Muhterem Nur’un hikâyesi Türkiye’nin her dönemine denk gelen bir hikâyeydi. Balkanlar Savaşı, Türkiye’deki yoksulluk, gecekondu, sinema sektörünün sömürüsü ve ‘erkek’ bir dünyaya karşı kadınların verdiği mücadele; zordu tabii...
© Tüm hakları saklıdır.