Kısa, kesik cümlelerle dolaşıyorum Kahire’yi. Virgüllerde oyalanmıyorum hiç; beni oyalayacak virgüller yok bu şehirde. Bir noktadan diğerine giderken, bildiklerinden yorulmuş bir insan çehresi ya da anlatmak istediğinden fazlasını hatırlayan bir taş cephe çıkıyor karşıma. Her cümlede, aynı resme bakıyorum; her cümlede, yeni bir suret görüyorum.
Derken, bir ağaca rastlıyorum. Sarı sokağın ortasında yeşil bir müjde gibi dalgalanıyor... Yapraklarının ışıklı hışırtısı, “Hepinizden daha yaşlı olduğum için ihtiyar, hepinizden daha çok yaşayacağım için de gencim” diyor sanki. Gülümsüyorum. Her cümle bir suret, her cümle bir ihtimal. Virgülsüz yürümeyi, iki nokta arasında kendi Kahiremi uydurmayı seviyorum. Her nokta, tek nefeslik bir mola: Kentin kokusunu içime çekmeme yetecek kadar kısa; bu sumaklı kokunun hangi yabancı hayatlarda közlenip, hangi tanıdık tutkularla tüttüğünün arsız hayallerine dalacak kadar da derin.
Ara sokaklardan birine dönünce, elindeki kalaylı bakraçtan su alıp, marullarının üzerine serpen bir manav çıkıyor karşıma. Dükkânından dışarı, köpüklü bir kir sızıyor. Sabah temizliği bitmiş demek. Tezgâhın ortasında, yamru yumru domateslerin kırmızı şehvetiyle iri üzümlerin mor karanlığının arasında, hafızasında kim bilir nice roman saklı bir tahta taburenin üzerinde, camı iştahlı ellerle hârelenmiş kocaman bir kavanoz duruyor.
İçindeki kehribar renkli çakıl taşları şeker olmalı. Bir çocuk uzanıyor kavanoza, bir adam tutuyor kolunu. Anlamadığım bir dilde, anladığım bir azar işitiyorum. Yolun kenarında, yüzü avurtlarından ibaret bir ayakkabı boyacısı, müşterilerini oturttuğu yüksek sandalyenin ayaklarının dibine çökmüş, öylece duruyor. Arkasındaki dükkânın camekânı boyunca gerilmiş naylon çamaşır ipinde, tersinden okunan gazeteler asılı; siyah-beyaz sıram sıram bekleşiyorlar. Üst katlardan birinde, pencereye sığmayan şişman bir kadın, örtü silkeliyor. Tatil sabahlarında, kahvaltı masasının nihayet toplanmasından sonraki o tembel boşluğu düşünüyorum. Bardaklarındaki çayı yarım bırakıp sevişmeye başlayan bir çift geliyor aklıma. Kitabı kapatıyorum.
Proust’un sorularıyla hasbıhal
Sonallah İbrahim’i tersinden anlatacağım çaresiz. Onu tersinden okudum çünkü... Kötü bir devrimin çocuklarıyız çünkü biz. Dedelerimizin düzünü, bizim tersimiz kılıveren heveskâr acemiler kısırlaştırmaya kalktılar dilimizi; harflere karşı “devrim” yapmayı marifet sandılar; yazıyı hafızadan ayırıp hayattan koparmayı denediler. Kelimeleri, uygun adım soldan sağa süzmeye çabuk alıştı çocuk gözlerimiz; iki kuşak evvelimizin havadislerinden bîhaber kalmaya kolay razı olduk. Yepyeni bir alfabede okumayı sökerken, aslında tarihimizi sökmemeyi öğrendiğimizi nereden bilelim...
İbrahim’i tersinden okumak da, sanırım bu yüzden sarstı beni. Kitaplarını bulup okumaya, Tahrir Meydanı’nda “iyi” bir devrim yapmaya azmedenleri izlerken karar verdiğim 1937 Kahire doğumlu romancı, umduğumun ötesinde, Mısır’ın bugününü değil sadece, aynı zamanda ve belki daha ziyade, kendi geçmişimizi heceletti bana. Onun kısa, kesik cümleleri, kudreti her tezahüründe beni hâlâ şaşırtabilen o kesif “buralılık” duygusunu bir kez daha tellerine ayırıp, şeffaflaştırdı sanki.
Halen Kahire’de, asansörsüz bir apartmanın altıncı katında oturan İbrahim, Türkiye’de ve Batı’da fazla tanınmasa da, 1988’de Nobel’le taçlandırılmasaydı belki onun da hâlâ yabancısı olacağımız Necib Mahfuz’la (1911-2006) birlikte, çağdaş Mısır edebiyatının en kuvvetli iki kaleminden biri sayılıyor... Ama dedim ya, düzden değil, tersten anlatmalıyım onu. Geçtiğimiz yaz, yazarı evinde ziyaret eden gazeteci Ursula Lindsey, ona şu meşhur Marcel Proust sorularını yöneltirken, en önemli özelliğiniz nedir deyince, “Kadınlara düşkünlüğüm” deyivermesinden başlamalıyım belki... Ve eklemesinden:“Bir de sebatlı olmam. Bir şeye başladım mı, bulaşık yıkamak da olsa, roman yazmak da bu; mutlaka bitirmeliyim.” Peki ya, en önemli kusuru nedir İbrahim’in: “Yeterince girişken olmamam” demiş gülerek, “özellikle de kadınlara karşı.” Sizce mutluluk nedir diye sormuş Lindsey; “Cinsel uyumdur” demiş İbrahim. En sevdiğiniz yazarlar? “Hemingway ve Raymond Chandler.” Kahramanınız kim? “Kahramanlara inanmam.” Edebiyatta en sevdiğiniz kahramanlar? “Philip Marlowe, George Smiley, Scarlet O’Hara, Anais Nin...” Peki ya tarihte en sevmediğiniz şahsiyetler: “Sekizinci Henry ve Hüsnü Mübarek.”
Hapiste beş buçuk yılın ardından...
İbrahim, hayatını “tam zamanlı” bir romancı olarak sürdürmeye karar verdiğinde otuz sekiz yaşındaymış. Öncesinde, dünyayı dolaştığı ve kalemini siyasi mücadeleye adadığı yıllar var. 1952’de Kral Faruk’u deviren ihtilalin hemen sonrasında, henüz on beş yaşındayken, hukuk fakültesine giriyor İbrahim. 1976 doğumlu Mısırlı yazar Youssef Rakka’ya verdiği eski bir mülakatta, şöyle anlatmış fakülte hayatını:
“Orada, ikinci sınıfa geçebilinceye kadar üç dört yıl geçirdim. Hep kalıyordum, çünkü aklım derslerde değildi. Siyasi çalışma yürütüyordum, hayatımın misyonu buydu ve hiçbir zaman mezun olamadım. Sonra 1959 Komünist Partisi Davası’nda içeri girdim... Rejimi devirmeye teşebbüs suçundan yedi yıl hapse mahkûm olmuştum ama sonra karar bozuldu, beraat ettim; beş buçuk yıl yattıktan sonra birçok kişiyle birlikte serbest kaldım.”
Nasır rejimince, yirmi iki yaşından yirmi sekizine kadar dört duvar arasında yaşamaya zorlanan İbrahim, yazmaya “hücre hapsi” günlerinde başlamış: “Zamanı geçirmek için hayal gücünden başka yardımcın yok. Gündüz düşleri. Fanteziler... Cezaevindeki diğer insanların hikâyeleri. Kahramanlık ve korkaklık anları. Sorguya direnenler, işkencede ölenler... Her gün kafamda yeni bir roman yazıyordum o zamanlar.”
Babamın yaşına gelmem gerekiyormuş
İbrahim’in, yirminci asrın son çeyreğinde birbiri ardına yazdığı, bir kısmı Batı dillerine çevrilen Şeref,Zat, Gül, Beyrut Beyrut ve Komite romanlarını bilmiyorum. 1990’larda Kaliforniya Üniversitesi’nin Berkeley kampusunda edebiyat dersleri verdiği dönemden yola çıkarak kaleme aldığı ve “Osmanlı” kelimesi üzerinde oynayarak, Arapça karşılığı aynı zamanda “İşime karışmayın” anlamına da gelen bir ifadeyle Amrikanlı diye adlandırdığı romanı da duydum ama okumadım.
Beni, en son on beş yıl önce gördüğüm Kahire’nin sokaklarında virgülsüz bir yürüyüşe çıkaran kitap, Al Talassus oldu. İngilizcede ilk kez geçen yıl Stealth (Gizli) adıyla yayımlanan roman, erişkin çocukları olan yaşlı bir adamın, çocuklarının tepkisini göze alarak evlendiği ve sonra kayıplara karışan çok genç bir kadından olan küçük oğluyla ilişkisini anlatıyor. İbrahim, o küçük çocuğun gözünden, onun dümdüz diliyle yazıyor. Bir yandan, olaylarla arasındaki duygusal mesafeyi hiçbir özel çaba sarf etmeksizin korurken, bir yandan da anahtar deliklerinden bakıp, kapı arkalarından kulak kabartıp, çekmeceleri karıştırarak bilmemesi gereken herşeyi öğrenmeye azmetmiş bir oğlan çocuğunun sıska ama yorulmak bilmez adımlarıyla, Kahire’nin değil sadece, bütün bir diyarın isyanlarının, kavgalarının, korkularının, aşklarının, sevişmelerinin ve hiç bitmeyen ölümlerinin izinden yürütüyor sizi. Başta babası Halil Bey olmak üzere, bu diyarın yetişkinlerini, sadece sokakta, işyerinde, gailenin ve kavganın içindeyken, ele güne karşı takındıkları cilalı, ütülü, kibar, toplumsal tavırlarında değil; aynı zamanda en mahrem, en korunmasız, en çıplak, en kirli, en bedensel hallerinde de dikizliyor çocuk ve siz, onun gördüklerini sindirmek için tek nefeslik molalar verdiğiniz her bir noktada, bütün bu tavırları, bütün bu halleri ortak bir sancıda buluşturan “buralılık” hâlinin kasvetli güzelliğini de hissediyorsunuz.
1940’ların Kahire’sinde yürüyen çocuğun yazarın kendisinden, Halil Bey’in de babasından yola çıkan karakterler olduğuna pek kuşkunuz kalmıyor. Gündelik işler, bir baba-oğlun ortak yalnızlıklarında, kendine has bir akışa kavuşup, kendi alışkanlıklarını yaratarak tekrarlanırken, aralarındaki sessiz sevginin onları hayatın hoyratlığından koruyan kudretini seziyorsunuz:
“Karanlık apartmana giriyoruz. Koridorun ışığı bozuk, yanmıyor. Odamızın kapısını açıp içerdeki lambayı yakıncaya dek, babamın ceketine yapışıyorum. Babam, bir kapta şekerli su ısıtıyor. Yatağın üzerine bir tepsi koyuyor, yanına oturuyoruz. Peksimetleri suya banıyoruz. Babam dünyanın en iyi yerinin evimiz olduğunu söylüyor.”
Stealth siyasi bir roman. Ama “hayat misyonum” dediği siyasi çalışmaları terk ettikten sonra, mücadelesini yazarak sürdüren İbrahim’in “siyaset yaptığı” bir roman değil. Sınıf çatışmasından cinsel tabulara, derin bir utanma duygusundan dizginsiz bir şehvete kadar herşey özü ya da gölgesi itibariyle “siyasi” zaten; ve İbrahim, yoksulluğun ve yoksunluğun çıplak gözle anlatımı kadar kuvvetli bir siyasi söylem olmadığını hatırlatarak yazıyor. Bunu yapabilmesi, özellikle de Halil Bey’i yargılamadan, anlayarak, bir çocuğun çıplak gözlerine yansıyan resimlerin olgun birer suretini çıkararak yazabilmesi için “kırk yıl beklediğini” de yine bir mülakatında kendisi söylemiş: “Hapisteyken bir romana giriş olabileceği düşüncesiyle Halil Bey diye bir hikâye yazmıştım. Hiçbir zaman bastırmadım. Onu yeniden ele alıp hakkıyla yazabilmem için altmışlarıma varmam, babamın ben küçükken olduğu yaşlara gelmem gerekiyormuş demek.”
Sayısız reddediş ve firavunun sonu
Ben bu yazının ortalarındayken, Mısır halkının yıllarca kalbinde taşıdıktan sonra, on sekiz gündür sokaklara, meydanlara taşırdığı isyanın büyük ödülü geldi; firavun yıkıldı, bir diktatör için daha son sözü halk söyledi. Tahrir Meydanı’ndaki devrimciler, bunu kutluyor şimdi. Sonallah İbrahim meydanda mı bilmem ama Hüsnü Mübarek’in devrilmesini o da kutluyor, eminim. Hayatı boyunca Mısır ve Arap dünyasının muhtelif kurumları tarafından kendisine verilen edebiyat ödüllerini sessizce reddeden bu adam, Stealth’de yazdığı gibi, birkaç ömürlük bir isyanı içinde taşıyan bir devrimci çünkü.
İbrahim’in sayısız pâyeyi tek söz söylemeksizin geri çevirdikten sonra, 2003’te, altmış altı yaşındayken, Mısır hükümetinin kendisini “Yılın Romancısı” olarak seçmesi üzerine, ödül törenine gidip kürsüye çıkarak söylediği o cümleyle bitiriyorum:
“Kusura bakmayın ama ben, edebiyatın onurunu teslim etmeye lâyık olmayan bir hükümetin elinden ödül almam.”