Dün öğle vakti, Ahmet Şık ve Nedim Şener’in arkadaşları olarak Galatasaray Lisesi’nin önünde toplandık ve Taksim Meydanı’na kadar yürüdük. Arkadaşlarımızın tutukluluk sürelerinin 100 günü aşmış olmasını “Adaletin kara yüzü” olarak sloganlaştırdık. Ama tabii başından beri en temel şiarımız, Ahmet’in gözaltına alındığında söylediği “Dokunan yanar arkadaşlar” sözünden hareketle geliştirdiğimiz “Yansak da dokunacağız”dı.
Ahmet ve Nedim’in arkadaşları olarak yansak da dokunmaya kararlıyız kararlı olmasına ama “dokunma” fiilini hayata geçirmemizi sağlayacak olan gazeteciliğimiz çok ciddi bir tehdit altında. Bir dostumun deyişiyle “Eskiden işimizden olur muyuz diye endişelenirken şimdi mesleğimizi kaybetmekten korkuyoruz.”
Nitekim dün Galatasaray’da bir araya gelen meslektaşların aralarındaki sohbetler dönüp dolaşıp “Kim atılmış? Kim atılmak üzere? Kim tatile çıkarılmış? Kimin programı kaldırılmış? Hangi yazarın yazısına müdahale edilmiş? Peki onun cevabı ne olmuş?” gibi bir dizi tatsız soruya kilitleniyordu. Bu soruların hiçbiri boşuna sorulmuyor, çünkü Türkiye’de basın özgürlüğünün durumu gerçekten vahim ve işler her geçen gün daha da beter bir hal alıyor.
Bu kötüye gidişi durdurabilmek mümkün mü? Hiç ama hiç sanmıyorum. Çünkü bazılarının ileri sürdüğü gibi bu yaşananların tek sorumlusu hükümet ve Başbakan Erdoğan değildir. Kaldı ki basın özgürlüğü sorunu AKP iktidarıyla başlamış da değildir. Sorunun temelinde medyadaki sermaye yapısı olduğunu düşünüyorum. Medya sahiplerinin başka alanlarda da yatırımları bulunması ve bu bağlamda devletle çok sıkı ekonomik ilişki içinde bulunmaları medya ile iktidar arasındaki mesafenin kısalmasına ve basın özgürlüğünün alanının daralmasına yol açıyor.
AKP ile değişen
Yakın zamana kadar medyaya yatırım yapmak sermayedarlar için hayli cazipti. Gazetelerden, televizyon kanallarından belki zarar ediyorlardı ama bunların kendilerine sağladığı güçle siyasi iktidar üzerinde baskı uygulayabiliyor, bu sayede kaybettiklerinden çok daha fazlasını başka alanlardan kazanabiliyorlardı. Ama AKP iktidarıyla birlikte, özellikle Doğan Grubu’na yönelik vergi cezasının ardından medya patronluğu ateşten bir gömlek haline geldi. Bundan böyle medyanın siyasi iktidar üzerindeki tahakkümünün yerini siyasi iktidarın medya üzerindeki tahakkümünün aldığını söylemek mümkün.
Yıllarca büyük medyanın her türlü saldırısına maruz kalmış ve onun bütün engellemelerine rağmen iktidara gelmiş bir kadronun bir süredir rövanş almakta olduğunu görüyoruz. Kuşkusuz hükümetin basın özgürlüğünü daha da daraltan uygulamalarını olumlamak mümkün değildir ancak ellerindeki medya iktidarını yıllar boyunca sadece kendi kişisel çıkarları için kullanan, Türkiye’nin bir “tabular cehennemi” olmasından sonsuz mutluluk duyan bazı kişilerin, iktidarlarını kaybettikleri için utangaç (ilginçtir, bazıları son derece küstahça yapıyor bunu) bir şekilde “demokrat” ve “özgürlükçü” pozisyonlara yöneliyor olmalarına aldanmamak lazım.
İlişki gazetecileri
Peki ne yapmalı? Bunca yıllık deneyimim bana iki tür gazeteci olduğunu gösterdi: Bir yanda sadece haberini yapan, görüntüsünü çeken, sayfasını çizen, başlığını atan, özgürce yorumunu yazan harbi gazeteciler var; diğer yanda kurduğu ilişkilerle medyada yol alanlar. İkinci gruptakiler için söylenecek fazla bir şey yok. Onların ömrü ilişki kurdukları iktidar sahiplerinin ömrüyle doğrudan orantılıdır. Bakınız “derin devlet”in eteklerinde “büyük gazeteci” geçinen kibir abidelerinin günümüzdeki durumu. Tabii içlerinde azımsanmayacak sayıda “her devrin insanı” da vardır. Bir bakarsınız “zamanın ruhu” kavramını keşfetmiş ve düne kadar küfrettikleri, başına çorap örmek istediklerinin saflarına geçmişlerdir. Asker ya da sivil fark etmez, onlar için önemli olan bir vesayetin altına sığınmaktır.
Gelelim harbi gazetecilere. Evet mesleğimiz tarihe karışmak üzere, ama yılmak yok yola devam. Diklenmeden dik duralım, sonuna kadar onurumuzu koruyalım ve birbirimize sahip çıkalım.
Ruşen Çakır/ Vatan/ 19.06.2011