Türk siyasi hareketin önemli isimlerinden Aydın Menderes, merkez sağ partilerin solculuk yaparak AKP'yi yıpratabileceğini söyledi. Menderes, merkez sağ partilere, AKP'ye karşı şunları önerdi:
"AKP'ye 'Siz laikliği tehlikeye atıyorsunuz' diye itiraz etmek yerine solculuk yapabilirlerdi. 'Siz Türkiye'de Müslümanlığı çocuk oyuncağı haline getiriyorsunuz, muhafazakarlığın sonunu getiriyorsunuz, çok yanlışınız var. Bu Avrupa Birlikçiliği nasıl ortaya çıktı, siz düne kadar AB'ye girelim diyenleri Müslüman bile kabul etmiyordunuz, bu nasıl oldu' gibi şeyler söyleyerek bayağı radikal bir muhalefet yapabilirlerdi."
Birgün gazetesinde yayımlana röportajda Menderes, AKP yöneticilerini de şöyle eleştirdi: "AKP'nin ileri gelenleri çocuklarını imam hatipte okutuyorlar, sonra uluslararası finans öğrenmeye çocuklarını Amerika'ya gönderiyorlar. İmam hatibi bitirip ilahiyat için yurtdışına gidilirdi, ama bu konuda hiç çocuklarını yurtdışına göndermiyorlar."
Birgün gazetesinde (25 Nisan 2009) yayımlanan Menderes röportajı şöyle:
AKP’nin yürüttüğü ekonomi politikalarını nasıl değerlendirmek mümkün?
AKP’nin ekonomi politikası sanayileşmeye, refaha öncelik veren, gelir dağılımını düzeltmeyi amaçlayan bir ekonomi politika olmamıştır. Aksine, varlıklıyı, zengini aşırı derecede kollayan bir politika olmuştur. Ondan dolayı da Türkiye’deki -yaygın sıfatıyla- ekonomik oligarşiyle arasında en ufak bir mesele dahi olmamıştır. Hatta AKP’nin Avrupa Birliği’ne aşırı bağlı olduğu dönemde Türkiye’nin ekonomik olarak en üst kesimleri kendilerine AKP’den daha yakın bir parti bulamayabilirlerdi. Çünkü AKP ciddi bir oy endişesi ile karşılaşmadığı için, bu kesimlerin çıkarları doğrultusundaki ekonomik politikaları çok rahat uygulayabilmiştir. Bir başkası olsaydı bu olamayabilirdi
AKP’nin geniş seçmen desteği sayesinde en üst kesimlerin çıkarlarını kollayan bir ekonomi politikasını rahatlıkla sürdürdüğünü mü söylüyorsunuz?
Sonuçta Türkiye’de bu gün sadece yol, ev, bina yapılmaktadır. İnşaat sektörü dışında yürüyen bir sektör yoktur. Zaten AKP’nin vizyonu da bundan ibarettir. AKP bir müteahhitler partisi gibidir.
Türkiye ekonomisi 1980’e kadar borsa endeksiyle, faizlerle, bir takım parasal göstergelerle meşgul olmazdı. Kilometreyle, tonla, kilovat saatle, şu kadar demir üretmekle, şu büyük altyapı yatırımını gerçekleştirmekle uğraşırdı. Bugünle kıyaslanıldığında Türkiye’nin çok daha geniş çok daha somut bir ekonomi vizyonu vardı. Daha da önemlisi her kesimin içinde yer aldığı ortak hedefler, hedef benzerlikleri vardı. Ekonomik politikaları ve dış politika tercihleri itibari ile uzlaşmaz olsalar da sağ ile solun, sanayileşme anlamında olsun, kültür anlamında olsun, yoksulun kollanması anlamında olsun ortak hedefleri vardı. AKP, iddialı güçlü sanayileşen bir Türkiye’yi meydana getirebilecek böyle bir vizyona, böyle bir bilgi birikimine, böyle bir duygu seline sahip bir parti olarak gözükmemiştir.
Merkez sağın 1950-1980 arası dönemde gerek ithal ikamesine dayalı sanayileşme, gerekse de sosyal politika anlayışı itibariyle sosyal devlet yönelimli bir politikası olduğunu söylediniz. Ama bu da aslında bir dünya cereyanıydı. Aynen bu gün geçerli olan ekonomilerin parasallaştırılmaları gibi.
Hiç şüphe yok. Ama burada dışarıdaki dünya ile Türkiye’nin kendi iç dinamikleri uyum gösterdiler. Ben 1980’e kadar ne zaman kırsal kesime gitsem büyük bir heyecan duyardım. O vakit köylere hizmet de tam olarak tamamlanmadığı için beklentiler vardı, ümidin yüksek olduğu dönemlerdi. 80’den sonra bunları göremedik. Halk arasında çok daha fazla karamsar insan görür olduk. Yoksa bu tabi ki Türkiye’nin kendine özgü bulduğu bir model değildir. Dış dünyanın kabulleri vardır. Türkiye de buna uygun hareket etmiştir ama diyelim ki o elbise veya o ayakkabı Türkiye’yi hiç rahatsız etmemiştir.
Merkez sağ 1950-1980 arası dönemde bir dünya cereyanına kendi bulunduğu yerden uyum sağlıyordu. Zaten dünya cereyanı değiştiğinde merkez sağın o zamanki lideri de şu veya bu gerekçelerle dünyadaki bu değişime uyum göstermek adına ilk önemli adımı attı. 24 Ocak kararlarını imzaladı. Bugünse dünyada Reagan ve Thatcher ile başlayan başka bir cereyan işliyor ve AKP de buna uyum sağlıyor. Öyleyse merkez sağın AKP’ye dönüp diyebileceği bir şey olabilir mi?
Yeni bir takım kavramlar icat etmediği, yeni bir söz dağarcığı, yeni bir ekonomik ve siyasi lügat oluşturmadığı takdirde merkez sağ bunu götüremez, götürememiştir de zaten. Belki de niye bu kadar orijinal bir parti olamadığı sorusu merkez sağ partilere haksızlık olabilir. Ama bu partiler bütün toplumu kucaklamak yerine dilerek diyelim ki işçinin köylünün yoksulun partisi olmaya özenebilirlerdi. IMF ile uzlaşır olmak kaygısını terk edebilirlerdi. Nitekim AKP dünyayla uzlaşacağı varsayımı ile gelmedi iktidara. Yüzde kaçı bilmiyorum ama herhalde yüzde 32’nin üçte ikisi dünyayla uyuşmayacak diye oy verdi AKP’ye. RP’nin 1995 Aralığında aldığı oy var. O itibarla belki merkez sağ partiler de daha önceki kaygılarını terk edebilir, ekonomide ve dış politikada belki çok radikal bir söylemle çıkabilirlerdi seçmenin karşısına.
Merkez sağ partilere solculuk yapmalarını mı öneriyorsunuz?
Evet. AKP’ye “siz laikliği tehlikeye atıyorsunuz” diye itiraz etmek yerine solculuk yapabilirlerdi. Belki RP’nin yapmadıklarını bile yapabilirlerdi: “Siz Türkiye’de Müslümanlığı çocuk oyuncağı haline getiriyorsunuz, muhafazakârlığın sonunu getiriyorsunuz, çok yanlışınız var. Bu Avrupa Birlikçiliği nasıl ortaya çıktı, siz düne kadar AB ye girelim diyenleri Müslüman bile kabul etmiyordunuz bu nasıl oldu” gibi şeyler söyleyerek bayağı radikal bir muhalefet yapabilirlerdi.
Merkez sağ partiler bunları söyleyip iktidara gelselerdi, o zaman bunları yapabilecekler miydi?
Kendi geçmişinin kamburunu sırtlayıp gitmek yerine sorumsuz bir muhalefet yapabilirlerdi. Sorumsuz kelimesini özellikle seçiyorum. fiunu biliyoruz: Muhalefet modu farklı iktidar modu farklıdır. Söz gelimi Obama’ya veya AKP’ye oy verenler vaat edilenlerin bir kısmının yapılmayacağını bilecek kadar zaten olgunluk sahibidirler. İktidar olduğunuz vakit bakarsınız sınarsınız ve yepyeni politikalar uygulayabilirsiniz. İşte nitekim AKP örneği ortadadır. Ama yaptığınızı kurallarına göre yapın ve yaptığınızdan sonuç alın. İşi ortada bırakmayın. Yaptığınız iş düşüncelerinize söyleminize zıtta olsa netice alın…
Mevcut dünya koşullarında sizce Türkiye ekonominin öncelikleri neler olmalı?
Az çok kendine göre bir etiği olabilecek bir kapitalizmden çok Türkiye bir yağma ekonomisine dönüşmüştür. Bu ülke gündemine yabancılaştırılmış olmasa, tartışılması gereken sorular da bunlardır. Yoksa o malı götürmüş, öbürü geri getirmiş, şöyle olmuş, böyle olmuş. Hayır! Bir sanayileşme konsepti yok. Bu kaybolmuş. Ne yapacağız, nelere ağırlık verilmesi lazım, önceliklerin nerede olması lazım? Tabi bütün bunlar olmadan da ekonomi kendi kendini ifade edebilir, kendi kendini bir yerlere götürebilir. Ama Türkiye gibi bir ülke geçmişi coğrafyası falan düşünülünce bu kadar liberal olmak insanın içine öyle rahatlıkla sinmiyor. Türkiye eğer radikal değişiklikler görmezse direksiyonu tekerleklere bağlı olmayan vitesi şanzımana, şanzımanı motor ve diferansiyele bağlı olmayan bir araba durumunda kalır.
Türkiye’yi yönetenler makro ölçekte ekonomiyi yönetemezler. Yani ekonomi kendi kendine, kendi başına bir istikamete gider. Türkiye’yi yönetenler de sadece mikro ölçekte el koymanın küçük manipülasyonlarıyla, küçük mutluluklarıyla meşgul olurlar. Giderek buraya doğru da evrilmiştir zaten Türkiye ekonomisi.
AKP’nin önceliklerinin farkı ne bunlardan?
Evet Türkiye’de kamuyu yanlış bir şekilde büyüterek ekonomiyi büsbütün yağmacı bir karaktere dönüştürmek doğru değil. Ama bir şekilde, mutlaka ve mutlaka kamuyu da yönlendiren, dengeleyen bir kamu haline dönüştürmemiz lazım. fiimdi ben hayret ediyorum mesela AKP’nin ileri gelenleri çocuklarını imam hatipte okutuyorlar, sonra uluslararası finans öğrenmeye Amerika’ya gönderiyorlar. İmam hatibi bitirip ilahiyat için yurtdışına gidilirdi falan ama bu konuda hiç yurtdışına göndermiyorlar.
AKP’nin krize yaklaşımını nasıl buluyorsunuz?
Çok sığ buluyorum. Yani Türkiye’de ekonominin önemli baş aktörleri bir taraftan diyorlar ki krize karşı çare al, bu kesenin ağzını aç demektir. Öbür taraftan da diyorlar ki bir an önce IMF ile anlaş. AKP’nin IMF ile anlaşacağı zaten kesin. Ama IMF de diyor ki sakın ha keseyi açma. Bu kadar sığ yani. Türkiye o kadar boş ki ekonomiyle ilgili en ciddi aktörler, büyük iş adamları, vizyonu falan geniş insanlar bile bu kadar açık bir tutarsızlığa itiraz etmiyorlar. Efendim iktidar işte geç kaldı falan… Ne tedbir alacak peki?! Dünyada bu krizi durdurabilecek kararın bulunup bulunamayacağı bile belli değilken Türkiye ne bulacak?! Varolan üç beş kuruşunuzu da daha krizin bütün şiddetiyle üzerimize yüklenmediği dönemde ortaya çıkartacak olursanız büsbütün çaresiz kalırsanız. Bir rezerviniz olmalı. Bütün bunların sebebi ne? Güya IMF’den 20-25 milyar dolar gelecekte…
Bugüne kadar AKP ekonomik istikrarı hep kendi başarısı olarak takdim etti. fiimdiyse AKP’nin istikrar adına uyguladığı politikaların bizzat kendileri bütün dünyada bir ekonomik kriz haline geldi. fiimdi de AKP dönüyor krizi dünyaya havale ediyor. Yani uyguladığı reçetelerin başarısı kendisine ama krizi başkasına ait. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu çok haklı bir itiraz konusu ama dile getirilmiyor tabi. Bir kere buradan sıkıştıran yok. İktidarda olan ve istikrar diyen bir partinin birçok kusurlarına rağmen oy almasını izah edilebilir bir gerekçesi vardır. Ama şimdi çok büyük bir istikrarsızlık kapıda ve AKP bu işin içinden de krizi ben çıkarmadım ki rahatlığı içerisinde sıyrılmaya çalışıyor. Sadece ileriye dönük şöyle bir ümidim var. O da şu; AKP iktidar olmuş olmamış bence bu Türkiye’nin birinci meselesi değil, birinci mesele Türkiye’de sivil toplum sivil siyasetin 2002’den beri hem sayısal olarak hem de niteliksel olarak bu iktidarı denetleyememesi. Yani adeta istediği her şeyi yapabilecek kadar denetimsiz bir iktidar dönemi Türkiye’de ortaya çıktı. Bu, insanların gelip geçtiği çocukların oyun oynadığı bir yerde hiç izolasyonu yalıtımı olmamış bir yüksek gelirim hattı kablosu gibi bir şey. Bir çocuk ona dokunsa gitti yani. Böyle bir kontrolsüzlük var. Bu iyi bir durum değildir. Hatta bu anlamda muhalefet iktidar için de son derece faydalı olur.
AKP dış politikada fazla laubali
AB’ye giriş müzakerelerinde başlangıçta AKP’de sizi rahatsız eden husus neydi?
Benim bu noktadaki endişem, özellikle başlangıçta AB’den çok AKP’den kaynaklanıyordu. İlk günden daha Tayyip bey başbakan değil, Amerika’ya gitmeler, konuşmalar… AKP ciddi bir şekilde bir askeri müdahaleden çekiniyordu. Yurtiçi müttefikler ikinci cumhuriyetçilerle TÜSIAD falan yeterli olmazdı güvenliği sağlamak için. Ben AKP’nin ABD ve AB politikalarını Türkiye adına güdülen bir dış politika tercihi olmaktan çok esas itibari ile iç politikaya yönelik ve kendini bir yerde güvenlik altına almak isteyen davranışlar olarak görüyorum. Buradan da benim çıkardığım sonuç, böyle bir iktidarın birçok şeye gereksiz yere evet diyebileceği, AB ile simetrik bir ilişkiyi götüremeyeceği ile ilgiliydi. Birinci değerlendirmem buydu. Bağımsızlıkla bağlantısı; böyle bir haleti ruhiye ile siz dış politika yapıyorsanız Türkiye için nerede durmanızın gerektiğinin tam doğru kararını veremeyebilirsiniz.
Bir de Batı AKP’lilerin tanıdıkları bir dünya değil. Hangi dille konuşup anlaşacaklardı. Bu nasıl yürüyecekti, nasıl yürütülecekti.
Peki aynı dönemde AB’nin Türkiye’ye yaklaşımını nasıl buluyordunuz?
AB’nin Türkiye’yi almak için hukukun üstünlüğü demokrasi adına çok büyük şeyler beklemesini normal karşılarım. Ama Türkiye’nin de bütün bunları yaparken AB içinde bulunmak gibi bir güvencesi olmalı. Bir de AB ne kadar tam bir birliktir, o ayrı bir konu. Diğer taraftan ben AB’nin de Türkiye hakkında onu almak ya da almamak gibi bir karar vermediği kanaatindeyim.
Bir kere Avrupa büyük bir medeniyet merkezidir. Çok eskilerden gelen karşılıklı ilişkiler vardır. Türkiye’nin Avrupa’yı yok sayması düşünülemez, düşünülmemelidir. Sanayimiz AB’ye ait fabrikaların patentleriyle kurulmuştur. Yakınlık en büyük pazardır. Fakat ben başından beri Türkiye’nin AB üyeliğini AB açısından da Türkiye açısından da çok realist görmüyorum. Almanya ve Fransa’nın söylediği, imtiyazlı ortaklık gibi bir çözümü ben Türkiye için başından beri daha gerçekçi buldum.
İmtiyazlı Ortaklık yaklaşımına hangi gerekçeyle katılıyorsunuz?
Israrla bizi alın baskısının da Avrupalıları rahatsız edebileceğini veya ettiğini de düşünüyorum. Ayrıca nasıl Avrupa Birliği Türkiye’nin geleceği hakkında, kendi geleceği, dünyanın geleceği hakkında ne düşündüğünü bilemiyorsak bizim açımızdan da dünyanın nasıl şekilleneceğini, AB ne olacak, bunlar da son derece muamma haline gelmiştir. Sovyetler Birliğinin çöküşü, Varşova paktındaki ülkelerin NATO’ya alınışları ile birlikte bunların hepsinin hızla AB ülkesi haline getirilmesi benim anlayışıma göre AB’nin hem ekonomik hem siyasi optimalitesini temelden bozmuştur. Bunları Türkiye’nin de görme ihtiyacı vardı. Karşılıklı didişme, beni aldın almadın, şunu yaptın yapmadın, noktasında bazı konular zamana göre dondurulabilir yapılabilecekler yapılabilir ve çok daha sağlıklı bir ilişki ortaya çıkabilirdi. Ama ben özellikle AB açısından çok, o gün Türkiye’yi yönetenler açısından, Türkiye’nin çıkarlarını ön planda tutacak, AB ile dengeli bir üyelik sürecini yürütebilecek bir yönetim olmadığı kanaatindeydim. Tabi bu itirazı bir bakıma en kolay ifade edebilme biçimi de bu gelişmelerin Türkiye’nin bağımsızlığı üzerinde meydana getireceği değişikliklerdi. Ama AB’ye girmeseniz de bir bağımlılığınız olacaktı girseniz de olacaktı. Bu bir mutlak bağımsızlık tutkusu olarak da düşünmek, ifade etmek yanlış olurdu. Yoksa bu kadar katı bir bağımsızlık fikrine Mustafa Kemal’in desteği olduğuna da inanmıyorum.
»AB ile ilişkiler bu denli eleştiri konusu olurken özellikle AKP bağlamında, örneğin NATO ile ilişkiler bu denli eleştiri konusu olmuyor.
Türkiye hep başından beri batıyı bir bütün olarak görmüştür. Amerika ve AB bir bütündür. AB de kendi içinde bir bütündür falan. Ama dünyada ve politikada böyle bütünlükler yoktur. Türkiye bir yerde bir gün Amerika mı Avrupa mı gibi bir tercih ile karşı karşıya gelebileceği düşüncesini hep zihninden kovalamıştır, hep bundan uzak kalmıştır. Hatta Amerika’ya gidelim bizi Avrupa Birliği’ne soksun, o hepimizin ağabeyi falan ya… gibi dünyadaki bu incelikleri Türk dış politikası bir türlü görmek istemedi ve bu iktidar bir yerde sonsuza kadar ikisini hiçbir konuda çatışmayacağı ve Türkiye’nin de bundan rahatsız olmayacağı gibi bir varsayıma kendisini dayandırdı. Ama eninde sonunda Amerika ve NATO Türkiye’nin dış politikasında birinci önceliğe sahiptir. Bunun makul görülür bir tarafı da askeri güvenceniz. Avrupa zaten NATO’nun içinde. AB’ye alıp almamak bir tarafa Avrupa’nın kendisinin bir askeri gücü olup olmayacağı, olursa Türkiye’yi içine alıp almayacağı ortada.
Türkiye’nin dış politikasını şekillendirenler bu türden temel soruları neden sormaz?
Türkiye güvenlik ihtiyacını üzerinden de kolay kolay atamayacak bir ülkedir. AB ile ilişkiler derken oturup ciddi bir şey görüşmemek, meseleleri böyle halının altına toplamak gibi bir şey var. Ama Türkiye’nin bir takım meseleleri hiçbir ülke ile konuşmadığı kanaatindeyim. Avrupa Birliği, Amerika, NATO falan derken fiimdi bakarsanız Ruble, Avro’nun, Doların falan da yerini tutabilir, Türkiye için. Türkiye geleneksel ağırbaşlılığı temkinliliği itibarlı ve saygın duruşunu bu iktidar döneminde gösteremedi, biraz fazla laubalileşti bir takım devletlerle. Böyle olmaması gerekirdi bu işin. Türkiye’yi Rusya’da Amerika’da Avrupa’da temsil eden iktidarların orada konuştukları insanların, düşüncelerini ve mantıklarını az çok bilen insanlar olmasını da arzu ederim. Dubaili bir şeyh gibi bir adam olmamalı Türkiye’yi temsil edenler…