Mehmet Altan*
Din faşizmi tasallutunu mu artıracak, yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasını mı karartacak, faşist yasalar mı çıkartacak, gelsin ‘çözüm süreci’ martavalları, gelsin Dolmabahçe toplantıları…
‘Çözüm süreci’, siyasal iktidarın bütün suçlarının ve diktatörlük girişimlerinin önüne çekilen bir perde olarak kullanılıyor.
Bu oyun artık bayatlamış gözüküyor.
İnsanların ümitlerini insafsızca sömüren bu oyunun nasıl bir öfke biriktirdiğini ve bunun nasıl ürkütücü şiddetle patladığını görmezden gelen siyasal iktidar, ‘algı yönetimi’ ile toplumu yeniden kandırmaya girişti.
Yolsuzlukların üzerini adalet sistemini iğdiş ederek örterim sanarak ülkeyi hukuksuzluk bataklığına sürükleyince, geriye algı yönetiminden medet ummak ve şiddeti sistemleştirmek kalıyor.
KCK da tekrarlanmak istenen bu bayatlamış oyuna gittikçe daha sert tepki gösteriyor.
Nitekim dün ‘muhaberat düzeninin’ Dolmabahçe’de eski dolapları ‘oyuncak başbakan’ eşliğinde çevirdiği saatlerde, 18 Ekim günü Kandil’de yedi saat süren bir toplantı gerçekleştiren HDP Heyeti, KCK yetkililerinin son gelişmelerle ilgili düşüncelerini yazılı olarak açıkladı:
“Halkın gündeminde terörle mücadele kanununun kaldırılmasının ve çözüm yasalarının olduğu bir dönemde polise daha çok yetki veren, ‘makul şüphe’ kavramıyla tüm toplumsal muhalefeti sindirmeyi amaçlayan yasaların getirilmesi durumunda gerekli demokratik mücadelenin halkımız ve demokrasi güçleri tarafından güçlü bir biçimde ortaya konacağının bilinmesi gerektiği tespitinde bulundular.
Gerek güvenlik yasasına gerekse de AKP’nin çözümden uzak oyalamaya dönük tüm politikalarına karşı tüm demokrasi çevrelerinin de mücadele etmesi gerektiğini belirten KCK’li yetkililer, barıştan çözümden yana olan tüm çevreleri de bu kapsamda duyarlılığa davet ettiler.”
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Siyasal iktidar şimdiye kadar örneği görülmemiş bir şekilde suça ve yolsuzluğa battığı için ‘makul şüphe’ kavramıyla tüm toplumsal muhalefeti sindirmeyi amaçlıyor.
Hukuku, yargıyı saha dışına atarak, ülkeyi tam bir polis devletine dönüştürmedeki yeni aşama, tam da 17 Aralık ‘yolsuzluk ve rüşvet’ sürecinin üzerini örtme gayreti ile denk düştü.
17 Aralık sabahı Türkiye’yi sarsan tarihi yolsuzluk ve rüşvet operasyonunda, korkunç boyutlarda kara para aklamanın, rüşvetin ve yolsuzluğun kamuoyunun gözleri önüne serildiğini unutuyorlar.
Reza Zarrab’ın dağıttığı iddia edilen rüşvet 139 milyon liraydı.
Süleyman Aslan’ın evindeki kütüphanede ayakkabı kutuları içerisinde 4,5 milyon dolar para ele geçirildi.
Bir başka evde yapılan aramada ise yedi çelik kasa ve içerisinde 1,5 milyon lira bulundu.
Bunların yanında operasyonlardan sonra internete, sosyal medyaya ve gazetelere yansıyan ses kayıtlarında çarpıcı ifadeler yer aldı.
Zarrab’ın 700 bin lira değerinde bir saati rüşvet olarak verdiği resimler faturalarıyla açığa çıktı. Bir başka bakana götürülen rüşvet de video kayıtlarına yansımış ve bu kayıtlar internette yayınlanmıştı.
Ayrıca bu gelişmeleri 18 Nisan 2013 tarihinde raporlayan bir MİT Raporu söz konusuydu. Dört bakan da istifa etmişti.
Hırsızlığı sıradanlaştırmaya kalkan siyasal iktidarın ‘makul şüpheyi’ 17 ve 25 Aralık’ta aramayıp da, hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet ve baskıya karşı çıkanların demokratik itirazında araması bugün içinde bulunduğumuz durumu bir kez daha somutlaştırıyor.
xxxxxxxxxxxxxxxxxx
Siyasal iktidar baskıyla 17-25 Aralık sürecini unutturacağını, içerdeki ve dışarıdaki suçlarının konuşulmasını engelleyeceğini sanma gafletinde…
Hâlbuki olup biten iyice sırıtıyor…
Sadece Türkiye değil, bütün dünya bu iktidarın neler yaptığının farkında.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin geçici üyeliği için yarışan Türkiye, New York’ta istediği sonucu neden alamadı?
Siyasal iktidarın girdiği çıkmaz sokak nedeniyle…
Son turda İspanya 132 oy alarak Konsey’e geçici üye olmaya hak kazandı.
Türkiye ise ancak 60 oy alabildi…
Hâlbuki Türkiye, demokratikleşme yolunda yürüdüğü zamanlarda, 2008 yılında Güvenlik Konseyi için gittiği seçimde rakibi olan Avusturya ile İzlanda karşısında 151 gibi rekor oyla ilk turda birinci gelmiş ve büyük bir diplomatik zafere imza atmıştı.
Şimdi ise Müslüman Kardeşler bağlantısı ile Sünni Müslüman bir halifelik, padişahlık peşinde koşarak, yolsuzluklara bulaşarak tüm demokratik kazanımları yok ediyor ve tüm itibarını kezzaplıyor.
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Geçen günkü Le Monde’un başyazısı ‘Erdoğan ve Nöropsikiyatri’ başlığını taşıyordu.
Hadi Uluengin’in de Taraf’ta geniş bir alıntı yaptığı Alain Frachon imzalı başyazı, Erdoğan’ın ‘Hubris’ olarak tanımlanan bir psikolojik durumdan mustarip olduğunu söylemekteydi.
‘Bir insanın egosu tavan yapar da muazzam bir kibir, mutlak bir yanılmazlık, kesin bir güçlülük ve otoriter bir pederşahilik dürtüleri o şahısta had safhaya varırsa’, bu durum tıpta ‘Hubris’ olarak tanımlanıyormuş.
Le Monde, ‘Hubris’in gündelik dilde ‘iktidar sarhoşluğu’ anlamına geldiğini de anlatıyordu.
Yazının hastalığı anlatan kısmı ise şöyleydi:
“‘Hubris’ arazı genellikle, danışmanlarının itirazına rağmen bizzat almış olduğu kararlarla önce bir dizi başarı sağlamış olan kişide ortaya çıkar.
Hasta normallik görünümü altında ama aslında patolojik nitelikli ve üst seviyeli bir kendine güven duygusu geliştirir. Bu durum da tehlikeli davranışlara yol açar.
Çevresindekilere kulak vermeyi reddeder. Hatta onları hakir görmeye başlar.
Herkese karşı haklı olduğu duygusuna kapılır ve devasa projeler peşinde koşar.
Sonu da çoğu defa kötü biter.”
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Bu işin kötü biteceğini söyleyenler içerde de dışarıda da gittikçe çoğalıyor.
Söylemekte de haklılar...
Hırsız bir iktidarla hiçbir konuda hayırlı sonuca ulaşılamaz.
Yargılanmaktan kurtulmak için her gün hukuku biraz daha yok edip, şiddeti biraz daha artırmak zorundalar, çıkaracakları yasalarla insanları sokaklarda vurmaya, kendilerini eleştiren herkesi ‘kanıtsız’ bir şekilde suçlayıp zindanlara atmaya hazırlanıyorlar.
İlk kez halk kitlelerinin birbirleriyle çatıştığı olaylar yaşadık, siyasi iktidar bu ‘bölünmeyi ve çatışmayı’ bütün söylemleriyle destekliyor. Palalarını, silahlarını alarak sokaklara çıkan iktidar yanlısı ‘paramiliter’ gruplar polislerle birlikte saldırıyorlar.
Ekonomi kötüye gittikçe ve halk desteğinde azalma ihtimali çoğaldıkça, bu iktidarın sergileyeceği şiddet de artacaktır.
Herhangi bir siyasi iktidar için bütün ülkeyi susturmanın, hukuku yok etmenin, suçüstü yakalanan hırsızlıkların üstünü örtmenin, yabancı güçlere gönderilen silahları saklamanın meşru ve adil bir yolu yoktur. Onun için yargıyı kendilerine bağlamaya, şiddeti bir yönetim modeli haline getirmeye uğraşıyorlar.
Şiddet bağımlısı oldular.
Damarlarına her gün biraz daha fazla şiddet zerk ediyorlar ve bu şiddet bağımlılığının izlerini hazırladıkları yasalarda, attıkları nutuklarda görüyoruz.
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Le Monde, ‘Hubris hastalığının sonu kötü biter’ diyor.
Hele işin içinde bir de yolsuzluklar varsa…
Gerçekten de kötü biter, olan memlekete olur.
Bu yazı gazete360.com'da yayımlanmıştır