Ertuğrul Özkök'ün 29 Temmuz 2001 tarihinde Hürriyet gazetesinde yayımlanan yazısı:
ATLAS Dergisi'nin son sayısında okudum. Sayıları 202 binmiş. Birinci Dünya Savaşı'nda Burma'dan Malta'ya, Mısır'dan Sibirya'ya uzanan kamplarda esaret çeken Türklerin sayısı buymuş.
Dergideki fotoğrafa bakıyorum.
Yüzlerindeki ifadeler ve başlarına taktıkları o şeyler, savaşa imparatorluk olarak girip, mendil içi kadar bir toprak parçasıyla çıkan bir ülkenin coğrafya dersi gibi.
İstanbul fesleri, Balkan şapkaları, çorbacı külahları, Enver Paşa serpuşu enveriyeler, Arnavut külahları, Kafkas kalpakları, destarlar, Şirvan kalpakları, Mevlevi sikkeleri, neresi olduğunu bilmediğim başka külahlar...
* * *
Hepsi, savaşa girmişler ve esir düşmüşler...
Kaybolmuş bir imparatorluk, yitirilmiş vatanlar, bitip tükenmiş hayatlar.
Ve geride kalmış aileler...
Kafamda hep o uğursuz dönemi hayal ederim.
19. yüzyılın sonu ile 1920 arasında geçen o kábus yıllarını.
Savaş içinde doğup, savaş içinde ölmüş bir nesli...
Türk milletinin ve Osmanlı ümmetinin en acıklı yılları.
Esir 202 bin Türk...
Bunlara şehitleri de ekleyin.
Sonra kulak verin.
Müthiş bir ''geri dönemeyenler ağıtını'' işiteceksiniz.
Bu ağıt, küçüklüğümden beri kafama yerleşmiş bir fotoğrafın sanki rakamlara dönüşmüş ispatıdır.
Her Türk ailesi, en azından bir ferdini, Kafkasya'da, Arap çöllerinde, Magrip'te bırakmıştır.
Bu coğrafya her Türk ailesinin ortak şehitliğidir.
Hiçbir zaman çiçek koyamadığımız isimsiz bir Türk şehitliği...
Ne zaman esir Türklerle ilgili bir şey okusam, aklıma o Yunan yazar gelir.
Şimdi adını unuttum. Aradım bulamadım.
Yıllarca önce, 1970'lerin ortasında bir Paris akşamında tenha bir metroda, banliyödeki evime giderken okumuştum.
* * *
Kitabın adı ''Nil '' idi.
Hikáyenin biri, İskenderiye'de esir kalmış kör Türk esirleriyle ilgiliydi.
Gözleri görmeyen Türk esirlerinin dolaşması için, kaldıkları yerden başlayıp, meydanı dolaşan uzun bir halat konmuştu.
Hava almak isteyen esirlerin en önündeki halatı tutuyordu. Ötekiler de birbirlerini tutarak volta atıyorlardı.
Sonra bir gün, ya muzip ya da kötü biri, bu halatın ucunu İskenderiye'nin o meşhur rıhtımından denize sarkıtıyordu.
Savaşta bir şarapnel parçası ile gözlerini kaybetmiş Türk esirleri, o halatı takip ederek rıhtımdan denize dökülüyorlardı.
Yanlış hatırlamıyorsam hepsi de boğuluyordu.
* * *
Yıllar sonra, Cumhurbaşkanı Demirel ile 10 saatliğine İskenderiye'ye gitmiştik.
Orada gözlerim hep ''Ámá Türkler rıhtımını'' aramıştı.
Ama o uğursuz rıhtımı hiçbir zaman bulamadım.
Herhalde şurasıdır diye kafamdaki hayalete uygun bir yeri belledim.
Orada oturup, tek tek denize dökülen esir Türkler için dua ettim.
O gün İskenderiye bakımsızdı.
Kalın bir hüzün tabakası binaların üzerini örtmüştü.
Akdeniz ağırbaşlı ölü dalgalar halinde İskenderiye rıhtımına dökülüyordu.
Ufku hep irili ufaklı adalarla bölünmüş bir Egeli için Akdeniz burada okyanus gibiydi.
O rıhtımda esir Türkler için küçücük bir mezar taşı bile yoktu.
Belki de onlar, Yunanlı bir yazarın hayalinin mahsulü idi.
Ama işte orada fark ettim ki, her Türk'ün içinde bir yerde, geri dönemeyen aile fertleri için dikilmiş bir mezar taşı vardır.
Üzerinde de görünmeyen harflerle yazılmış şu cümle:
''Vatanı için öldü.''
* * *
Ece Ayhan çok sevdiğim bir şiirinde şöyle diyordu:
''Devlet ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
- Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
- Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbinedir.''
* * *
Evet Maveraünnehir nereye dökülür?
Benim cevabım şu olurdu:
''İçimdeki o meçhul mezar taşlarının ve görünmez şehitliklerin döküldüğü her denize.''
Zaten coğrafya dersinden sözlüye kalkan her cumhuriyet çocuğunun kalbinde bu cevap vardır.