Kültür-Sanat

MARKSİSTLER ÇAĞDAŞ SANATI SEVMEZ Mİ?

İnsan Hakları Vakfı’nın 20. yıl etkinlikleri çerçevesinde Depo’da düzenlediği “Ateşin Düştüğü Yer” sergisinden sonra yeniden gündeme gelen bir soru

21 Mart 2011 02:00




BARIŞ ACAR



İnsan Hakları Vakfı’nın 20. yıl etkinlikleri çerçevesinde Depo’da düzenlediği “Ateşin Düştüğü Yer” sergisinden sonra yeniden gündeme gelen bir soru: Marksizm’le çağdaş sanatın ilişkisi nedir/ nasıl olmalıdır?




11. Bineal üzerine yapılan yorumlar sırasında bu konu hakkında, plastik sanatlar camiasının örneğine pek tanık olmadığı, yaman bir tartışma koptu. Gerek camianın konuya uzaklığından gerek sol aklın onu yeterince ciddi bulmamasından tartışma çok değerlendirilemedi. Birkaç meraklının arşivinde saklı kaldı.


Marksizm’in Avangardla İlişkisi


Bienalin katalog metinlerinden birini yazan Süreyyya Evren ve Bir Gün gazetesinden Ali Şimşek arasında geçen tartışma, çağdaş/ güncel sanat uygulamalarına (genellikle “yapıt” yerine “iş” olarak adlandırılan gündelik yaşama yapılan sanatçı müdahalelerine) sol düşüncenin/ Marksizmin yaklaşımını konu ediniyordu. “Ne Seninle Ne Sensiz” adlı metninde (http://ne-yapmali.blogspot.com/2009/12/ne-seninle-ne-sensiz_23.html) Süreyyya Evren’in kalkış noktası, Marksist çevrelerin (Evren bunu “Ortodoks Marksizm” olarak daraltıyordu) çağdaş sanatçı etkinliklerine karşı küçümser bir tavır içinde olmaları, kurumlar ve sponsorluklar çerçevesiyle onu neo-liberal kültüre eklemlenmiş görmeleriydi. Oysa, çağdaş sanatın köklerinin yüzyıl başı avangardizmi ve 68’in devrimci ruhunda olduğu düşünülürse, bu yaklaşım “tutuculuk”tan başka bir şekilde açıklanamazdı. Tartışma esnasında gözden kaçırılan bir nokta olarak, Süreyyya Evren’in katalog metininde öne sürdüğü savların kuramsal temeli çok daha önce Yasakmeyve dergisinin yaz sayısında atılmıştı. “Avangard Nazım Ceketini Alıp Nereye Gitti” (http://surmetinler.blogspot.com/2009/12/avangard-nazim-ceketini-alip-nereye.html) başlıklı yazısında Evren, Türkiye’ye avangardizmin Nazım Hikmet’le birlikte girdiğini ve 1930’larda şairin devlet tarafından yasaklanmasıyla birlikte de bu yaklaşımın kayıplara karıştığını belirtiyordu. Nazım’ın inatçı bir fütürist olan Mayakovski’den etkilenen şiir serüveni, avangard ruhu derinden kavrıyor ve onu Türkiye sol hareketine tanıtıyordu. Ne var ki bu ilişki epey kısa süreli olmuştu. Sonrasında toplumcu şiir avangardı kapı dışarı edip toplumcu-gerçekçiliğe dönmüştü.


Ali Şimşek ise konuya anarşist teorinin açmazlarını işaret ederek katıldı. “Mutenalaştırılmış Anarşizm” üstbaşlığıyla yayımladığı yazılarında (http://www.birgun.net/writer_2009_index.php?category_code=1212158404&news_code=1255087654&year=2009&month=10&day=09), Evren’in konumunu, Prodhon, Foucault ve Deleuze gibi kuramcılardan hareket eden bir anarşistin festivalizme boyun eğmesi olarak değerlendirdi. Şimşek’e göre, 90’ların neo-liberal politikayla serpilen beyaz yakalıları “Dövüş Kulübü” filminden fırlamış edasıyla birer “Tutunamayan” olarak etrafta boy gösterirken, aslında bir tür “mutenalaştırma”ya (gentrification/ soylulaştırma) ön ayak oluyorlardı.





'Çağdaş Sanat'ı 'Klasik Sanat'tan Ayırmak


Tartışma biraz üst perdeden sürerek bu noktada sonlandı. İlginç olan ise özellikle plastik sanatlar alanında kalem oynatan, kuramsal araştırmalar yapan ya da sergiler düzenleyerek bu alanı belirleyen kimselerin bu tartışmaya eklemlenmemesi, kendi alanları üzerine bu keskin yorumlar hakkında fikir belirtmemesi idi. En azından benim takip edebildiğim kadarıyla. Atışma, edebiyat ve sosyoloji alanına aitmiş gibi sürdü ve sonlandı. “Avangard”ın “yaşamı bir sanat yapıtı haline getirmek” önerisinin bugünü, uygulanabilirliği, olanakları, bunun Marksist içerikle ilişkisi tartışılmadı.


Aslına bakılırsa bu sürecin gösterdiği en önemli olgulardan biri, tartışmanın öznesi olan sanatçının kendisinin konuşmuyor oluşu ya da sanatçının perspektifinden (şayet böyle bir şey mümkünse) konuşulmuyor oluşuydu. Böylesi bir öznellik yitiminde (Foucault ve Barthes’a dönerek söylersek “müellifin ölümü” durumunda) konuşmanın güçlükleri ortada. Yine de tümüyle imkânsız olmadığına inanmamız gerekli.


Çağdaş sanatçı, ilk bakışta, malzeme konusunda ustalık sergileyen klasik sanatçıdan (Rönesans adamı olarak Leonardo’yu düşünelim) tümüyle başka bir şey sergiliyor gibi görünür. Dada’nın hazır nesne (bulunmuş yapıt/ sanatçının işaret etmesiyle sanat yapıtı niteliğine bürünmüş gündelik eşyalar) önerisinden Kavramsal Sanat’ın ürün olarak yapıt fikrine (alınıp satılabilir meta olarak “yapıt”a) karşı durmasına dek çağdaş sanat fikrinin merkezinde taşıdığı avangard öz, devrimci bir yapı sergiler. Eğer ki, Leonardo’yu salt ustalık sergileyen bir zanaatçı olarak değil de, ortaçağın görme biçimini değiştirmiş yaratıcı bir ruh olarak görürsek, o zaman aralarında uçurumlar varmış gibi görünen bu iki sanatçı tipi, Rönesans adamı ve çağdaş sanatçı, birbirine yaklaşmaya başlar. Sanatçı, sanat yapıyor oluşuyla dünyaya alternatif bir dünya üretmektedir. Bu da kökensel olarak devrimci, avangard bir girişimdir.


Sanatı Yaşama Eşitlemek


İngiliz ve Fransız ütopik sosyalistlerinden başlayarak Marx’tan geçen ve günümüze dek ulaşan sosyalist ütopyanın da avangardla benzer kumaştan yapılmış olduğunu (hem Romantik kökleriyle hem kavramsal olarak) söyleyebiliriz. Öyleyse ne demeye bu kadar kıyamet kopuyor bu konu etrafında, diye düşünülebilir. Elbette tartışma bu kadar basit ve yalın değil. Çünkü her uygulama kavramsal şemayı ve tarihsel örneklemleri yeni bir aşamaya taşıyor. Ona bir şeyler ekliyor ya da ondan bir şeyleri sonsuza dek koparıp götürüyor.


Türkiye’de sanat alanında kendini çokça hissettiren politik olma-olmama sorunsalı, Süreyyya Evren’in de işaret ettiği gibi, çağdaş sanatı da çok aşan bir tartışma. Avangardla ilişkilenme biçimimiz, onu kabul ya da reddedişimiz bunun en güzel örnekleri. Kendini toplumcu hareket içinde tanımlayan pek çok sanatçı, klasik sanatın yordam ve önerilerini terk etmekten, onları tartışmaya açmaktan ölesiye korkuyor. Dahası böyle bir yola girdiklerinde, kendi izlerçevrelerinde onların “dönmüş” olduğuna dair bir spekülasyon alıp yürüyeceğinden, bunun bir tür baskılama biçimi olduğunu öne sürmek de olası.


Öte yandan kendilerini çağdaş/ güncel sanatçı olarak tanımlayan yeni kuşaktan sanatçılar için sorun daha da çetrefil. Onlar, 80 sonrası kuşaklar olarak, ebeveynlerinin korkuları tarafından yönlendirildiklerinden Türkiye düşün tarihinin bu yüzüyle hemhal olmadıkları gibi, akademide aldıkları eğitim yaratıcılığı tırpanlanmış bir öğretim üyesi kadrosu tarafından biçimlendirildiğinden modernizmin temelleri ve postmodernizmin kırılma noktaları gibi kavramsal yapılar da onlara olağanüstü bir yüzeysellikle anlatıldı. Her şeyin aynı sepette olduğu karmakarışık bir tarihsel miras kaldı kendilerine. Dolayısıyla, Ali Şimşek’in vurguladığı gibi, avangard akıldan kala kala Dövüş Kulübü romantizmi kaldı geriye.


Yine de, sezgileriyle kendi yolunu açan ve açacak olan çağdaş sanatçı, “sanatı yaşama eşitlemek” şeklinde özetleyebileceğimiz avangard düşü zorlamaya devam ediyor. Bu noktada onun eksiklerine bakarak kendine rol çalmaya çalışmak, iki de bir ahkâm vaktine meyletmek yerine ütopyayı geliştirmek için daha ne yapılabileceğine odaklanmak gerekiyor. Depo’da İnsan Hakları Vakfı’nın yaptığı sergiye bakarak, Marksist aklın çağdaş sanat alanında söyleyecek çok sözü olduğunu, hatta, geçtiğimiz yüzyılın ortalarında olduğu gibi, bu dünyada başka bir dünya tasarlayanlar olarak, bu konuda en radikal fikirleri geliştirebileceğini düşünüyorum. İçinde bulunduğu sakınaklı tutumu, güvenli mesafeyi neden ürettiğini de bir türlü anlayamıyorum.