Kültür-Sanat

Marilyn Monroe'nun hayatı film oldu

Hollywood, çok sevdiği biyografik filmlerin son iki örneğinde Marilyn Monroe ve Margaret Thatcher'i beyazperdeye taşıdı.

22 Aralık 2011 02:00


T24 -
Hollywood, çok sevdiği biyografik filmlerin son iki örneğinde Marilyn Monroe ve Margaret Thatcher'i beyazperdeye taşıdı. 'Efsanevi sarışın' ve 'Demir Leydi' vesilesiyle son yılların unutulmaz biyografik filmlerini hatırladık.

Marilyn, Thatcher ve diğerleri...

Radikal gazetesinden Erman Ata Uncu'nun haberine göre; ‘Hamlet’tir, ‘Macbeth’tir, ‘Antigone’dir bir yana Marilyn Monroe’yu perdede canlandırmaktan daha zor bir görev olabilir mi oyuncu için? Birkaç pozu ile koca sinema tarihini çağrıştıracak bir ikon söz konusu. Perdede ölümsüzleşen, özel hayatı gizemini koruyan bir ikondan bahsediyoruz. Hakkında yazılanların, çekilenlerin, Marilyn’in kariyeri boyu ürettiği, oynadığı filmlerin sayısını katbekat aşmasından da belli: Çözülmeye çalışılan bir giz var. Sinemada ise sonu gelmeyen bir saygı duruşu...

Bu saygı duruşunun son halkası da yıldızın, her role bürünme konusundaki yeteneğini defalarca gördüğümüz Michelle Williams tarafından canlandırıldığı ‘My Week With Marilyn’ (Marilyn’le Bir Hafta). Türkiye’de 10 Şubat’ta vizyona girecek olan filmi izleme şansına erişenlerin söylediklerine bakılırsa Williams, müzikal/komedide en iyi kadın oyuncu kategorisinde Altın Küre’ye aday gösterildiği – ve kuvvetle muhtemel bir Oscar adaylığı da alacağı – Marilyn Monroe rolünde harikalar yaratıyor.

Yakın bir zamanda yıldızı perdede canlandıran hiçbir aktris böylesi bir tezahüratla alkışlanmamıştı. ‘Norma Jean&Marilyn’deki Mira Sorvino’nun veya ‘Marilyn Monroe: The Untold Story’de Catherine Hicks’in Marilyn performanslarını, kariyerlerinin en parlak noktası yaptıklarını söylemek zor. Williams ise zaten övgüden övgüye koştuğu filmografisinde bu sinema ikonuyla bir zirveye daha çıktı.

Senenin merakla beklenen bir diğer performansı da skalanın tamamen zıt kutbundan bir ikonu, Margaret Thatcher’ı odağına alan ‘The Iron Lady’. (Filmin Türkiye için vizyon tarihi 20 Ocak 2012.) Marilyn Monroe’nun resmi nasıl sıcaklığı, iç gıcıklayıcı duyguları çağrıştıran bir ikonsa ‘Demir Leydi’ Thatcher’ınki de 1980’lerin tüm çıkışsızlığını, depresifliğini akla getiriyor. (Bkz.: 80’lerin ana akım hissiyatını layıkıyla yakalamış Genesis’in ‘This is The World We Live in’ videosu)

‘Demir gibi’ ifadesinin arkasından pek de bir şey hissettirmeyen bir ikonu canlandırmak tam da bu görevin verildiği Meryl Streep’in altından kalkabileceği bir iş. ‘Şeytan Marka Giyer’de Anna Wintour esinli karakterinde ya da ‘Julie&Julia’daki Julia Child performansında olduğu gibi gerçek hayat figürlerini karikatürize etmeden komediye taşıyabilecek ustalıkta bir oyunculuk söz konusu. Gerçek hayattan bir karakteri Meryl Streep’e teslim etmenin kolaylığı da burada. Söz konusu kişinin, hayatının filme çekilmesine sebep karizması, gizemi korunur, ayaklarını yere basmasını sağlayacak insani bir boyut eklenir. Ve tüm bunlar, komedi veya trajedi fark etmez, filmin ait olduğu türde sırıtmayacak bir performansa dönüştürülür.


En zorlu sınav

Önemli olan, hayatı filme çekilene ne kadar benzenebileceği değil, onu ‘o’ yapan özelliklerin ne kadar insani bir boyuta çekilebildiği. İleride bu günlerin sinema üretimine bakıldığında böylesi performanslar da sağlam bir damar oluşturacak muhtemelen. Sinema sektörünün Johnny Cash’ten Coco Chanel’e akla gelebilecek her türden ‘çığır açıcı figürü’ perdeye getirme yarışına girdiği 2000’ler, oyuncuların da hayatlarının en iddialı işlerini sergilemelerine vesile oldu. Bu iddianın altından kalkamayanlar da oldu, ama genel eğilim işini ciddiye alanlardan yana. Beklenmediği gerçekleştirip, en canlandırılamayacak addedilen, kendine özgü insanları perdede bir kez daha ete kemiğe büründürenlerden bir seçki sunuyoruz.


Son 10 yılın en başarılı bİyografİk fİlmlerİ

I’m Not There (Beni Orada Arama):
‘Anti-biyografik bir bio-pic’. Dylan’ın altı farklı dönemi Cate Blanchett’ın da dahil olduğu oyuncular tarafından canlandırılıyor. Yönetmen Todd Haynes, etrafı müzisyen hikâyelerinin sardığı bir döneme, formüllerin çok dışından bir cevap arıyor.

Ray:

Bildik ‘biopic’ standartlarında ilerleyen bir müzik yıldızı hikâyesi, söz konusu kişiyi canlandıran oyuncunun performansıyla bambaşka yerlere çıkabiliyor. Sırasıyla, kendini uyuşturucu âlemlerinde kaybeden, yaşamının son evresinde yeniden düzlüğe çıkan onlarca müzisyen hikâyesinde gördüğümüz gibi. Ray Charles’ın yaşam hikâyesini anlatan ‘Ray’in başrolündeki Jamie Foxx, bu kadar dokunaklı bir performans sergilemeseydi film de söz konusu standartların içinde kaybolup gidebilirdi.

La mome (Kaldırım Serçesi):

“Filme çekilmiş en muhteşem performanslardan biri”. Böyle coşkulu yorumlar ve Oscar’ı bir yana Marion Cotillard’ın başarısının asıl kanıtı, idolleri konusunda pek hassas olan Fransızları da Piaf yorumuyla tavlayabilmesi.

The Social Network (Sosyal Ağ):

Dumanı üstünde tüten gerçek bir hayat hikâyesini filme aktarmak aslında insanı formüllerin bağlayıcılığından da kurtaracak bir çıkış noktası. David Fincher’ın, Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg’in hikâyesini konu alan ‘The Social Network’te yaptığı gibi. Ne Fincher’ın tutumunda ne de Zuckerberg’i canlandıran Jesse Eisenberg’in performansında bildik başarı hikâyelerini akla getirebilecek bir yön bulabilirsiniz. Bu şekliyle başarının ucu çok daha karanlık bir yerlere gidiyor.

Sylvia:

Sylvia Plath’in çocuklarının, annelerini bir ‘intihar meleği’ gibi göstereceğini düşünüp onay vermedikleri yapım, şairin anısından nemalanmadığını, ona saygı duruşunda bulunduğunu Gwyneth Paltrow’un hassas performansıyla belli ediyordu.

Factory Girl (Fabrika Kızı):

Gerçek bir figürü komediye taşımak ne kadar takdire değer bir işse, trajik bir figüre dönüştürmek de o kadar meşakkatli bir görev. Özellikle de bu figür, 60’ların ‘parti’ ruhunun yansıdığı bir ikonsa. ‘Fabrika Kızı’, ilham perisi Edie Sedgwick üzerinden Andy Warhol’a saldırma yönündeki anlaşılması güç eğilimin bir parçası, doğru. Ama Edie’yi canlandıran Sienna Miller’ın, hassasiyetiyle o döneme saygıda kusur etmediği de bir gerçek.

Walk The Line (Sınırları Aşmak):

Bio-pic seçkisinin olmazsa olmazlarından. Sebep, Johnny Cash’i canlandıran Joaquin Phoenix’in bu role, ‘hayatının işi’ derecesinde kendini vakfettiğini belli eden performansı. Filmi saplanıp kaldığı formüle durumdan (çocukluk travması, ‘uyuşturucu batağı’, ‘sevilen kadın’ vs.) Phoenix’in Cash’ten el alarak sergilediği karizması kurtarıyor.

The Queen (Kraliçe):

“Yıllardır saygınlığından, görev bilincinden ve saç tarzından ödün vermedi. Bayanlar baylar, size Kraliçe’yi takdim ediyorum.” Helen Mirren’ın ‘Kraliçe’yle aldığı Oscar kabul konuşması, bu ödülü almasına vesile Kraliçe Elizabeth’i nasıl canlandırdığının da anahtarını içeriyor. Muhtemelen hayatında en çok nefret edildiği döneminde, yani Leydi Di’nin ölümü sonrası Kraliçe’nin görevi ve konumu gereği hiç belli etmediği tüm kırgınlıklarını su yüzüne çıkartıyor.

Control (Kontrol):

Ne sırrına vakıf olunabilen ne de eşi benzeri bulunabilecek bir figürü perdede bir kez daha canlandırabilmek herkesin harcı değil. Sam Riley, ‘Control’da Joy Division solisti Ian Curtis’in taklit edilemez dans figürlerinin ardındakileri göstermekle yetinmedi. Curtis hayranlarına, onun gizemini perdede de koruyacak bir performans hazırladı.

Coco Before Chanel (Coco, Chanel’den Önce):

Chanel’in şimdiki direktörü Karl Lagerfeld istediği kadar “Coco rolüne Penelope Cruz giderdi” diye çırpınsın, Audrey Tatou ‘Coco Before Chanel’de nemrutluğuyla, sertliğiyle ünlü modacıyı tüm ‘Amelie’liğinden sıyrılarak perdeye getirdi. Hâlâ kuşkusu olan, filmin sonlarında Chanel’in modellerin üzerindeki elbiselere müdahale ettiği kısacık bir sahneye ve Tatou’nun suratındaki o ciltler anlatan otoriter ifadeye bakabilir. Sinema dünyasına has anlaşmazlıklar sonucu aynı sene çıkan bir diğer Coco filmi ‘Coco Chanel & Igor Stravinsky’de Anna Mouglalis de üzerine düşeni yaptı. Ama Audrey Tatou’yu Chanel rolünde izlemenin heyecanıyla yarışmak kolay değil.