15 Eylül 2016 18:18
Sanat tarihçisi Anna Stepanova, manevi babası şair Nâzım Hikmet’i anlattı. Annesinin 1990'lı yıllarda KGB arşivleri açıldığında oraya gittiği söyleyen Stepanova, "Bembeyaz bir yüzle, yarı ölü bir şekilde eve döndü. Makamlar Nâzım Hikmet’i dikkatlice izliyordu. En yakınındaki insanlar bile ihbar yazmışlardı" diye konuştu. "Nâzım'ın Sovyet makamları için hiçbir zaman onlardan biri olmadı" ifadelerini kullanan manevi kızı, ünlü şair için "Aşırı bağımsız biri, rahatsız edici, çok fazla dünya vatandaşı bir insan oldu" dedi. Nâzım Hikmet'in Orhan Pamuk’tan çok önce 'Ermeni Soykırımı’nı kabul ettiği belirten Stepanova "Nazım Rusya'da rastladığı Ermenilerden özür dilemeye çalışıyordu, suçluluk hissediyordu" dedi.
65 yıl önce şair Nâzım Hikmet Türkiye’den kaçtı, Sovyetler Birliği ise onun ikinci vatanı oldu. “Türklerin Puşkin’i” olarak isimlendirilen bu romantik insanın gelişmiş sosyalizmin ülkesinde nasıl yaşadığını, Moskova Tiyatro Sanatı Enstitüsü’nden, şairin manevi kızı Prof. Anna Stepanova anlattı.
Herhalde Nâzım Hikmet’in Sovyetler Birliği’nde ne kadar popüler olduğunu hatırlatmaya gerek yok. Vatanındaki kovuşturmalardan kaçan komünist şair, Konstantin Simonov’dan Louis Aragon’a kadar pek çok entelektüelin dostuydu. Sovyet insanları Nâzım Hikmet’in piyeslerine kitlesel olarak katılıyorlar ve bugün artık halk şiiri haline gelen şiirlerini bolca okuyorlardı.
Anna Stepanova’nın annesi, dramaturg ve sanat tarihçisi Vera Tulyakova Hikmet ünlü Türk’ün son eşi olmuştu. Tulyakova, [önceki] eşi, senaryo yazarı Anatoliy Stepanov’dan Nâzım Hikmet’e kaçmıştı. Nâzım Hikmet küçük kızın ona “baba” demesini istemişse de Vera, “Anyuta’nın bir tek babası var.” diyerek buna karşı çıkmıştı. Ancak Türkler Anna Stepanova’ya “Nâzım Hikmet’in manevi kızı” demeye devam ediyorlar. Anna, öz kızı olmasa da nereden bakarsanız bakın, Hikmet’in kızıdır...
Nâzım Hikmet’in Sovyetler Birliği’nde nasıl yaşadığını, sevdiğini ve yazdığını Anna Stepanova, Ogonyok dergisi muhabirine anlattı.
Kirill Jurenkov (Ogonyok dergisi): Anneniz Vera Tulyakova Hikmet’in, Nâzım Hikmet’le nasıl tanıştığı iyi biliniyor. Annenizin, bir masalı konu alan çizgi filmle ilgili olarak danışmanlık alması gerekiyormuş. Nâzım Hikmet’le sizin ilk görüşmenizi hatırlıyor musunuz?
Anna Stepanova: Kocaman biriydi, ağarmaya yüz tutmuş kızıl saçları, masmavi gözleri vardı. Çok güzel tütün ve parfüm koktuğunu hâlâ hatırlarım. Ama en önemlisi bu değildi; en önemlisi benim, 9 yaşındaki bir kızın, elini öpmesiydi. Bu el öpmenin ardından herhangi bir şeyi anlama yetimi kaybetmiştim.
Hikmet, aslında kadınları kuvvetli bir tutkuyla severdi. Kadınlara hayranlık duyardı, onları eğlendirirdi. Annem bana, aslında korkunç, bir hikâye anlatmıştı. Bir gün Nâzım bir tramvay kondüktörü kadının elini öpmüş, kadın da ağlamaya başlamış. Çünkü daha önce hiç kimse onun elini öpmemişmiş. Hikmet için kadın çok özel, en iyi insan türüydü.
KJ: Nâzım’ın Türk yanı fazla mıydı?
AS: Divanda bağdaş kurup oturmayı, parlak renkleri severdi ve elbette ki sade Türk kahvesine bayılırdı. Eyzenştayn Merkezi Müdürü Naum Kleyman’ın anlattığı çok güzel bir hikâye var. Annem ona Hikmet usulü kahve yapmasını öğretmişti. Ben de kahveyi sık sık bu usülde yapardım konuklarımıza.
KJ: Tarifini bizimle paylaşır mısınız?
AS: Elbette. Cezve, iyice ısıtılmış kum döşenmiş bir tavaya konur ve kahve isteğe göre şekerle pişirilirdi. Kahve ilk kez kaynadığında cezveye birkaç damla soğuk su damlatılırdı ve bu iki kez tekrarlanırdı. Kahve üçüncü kez kaynadığı zaman şeker eklenirdi ve biraz tuzlanırdı. Bir tarife göre de kahvenin karıştırıldığı kaşık sarımsakla ovulurdu. İşin tüm sırrı bu kadar.
Hikmet, iyi bir kahve ve yemek gibi zevkleri çok severdi. Örneğin Nâzım Hikmet, bizde baklava yapımının becerilemediğini düşünürdü, hatta çok saygı duyduğu Azerbaycanlıların bile… Bir defasında annemle Mısır’dan hediye olarak baklava getiriyorlarmış ve Hikmet dayanamayıp uçakta bütün baklavayı yemiş.
Nâzım Hikmet’in duyguları çok zengindi. Hikmet herkeste görülmeyen bir yeteneğe sahipti ve her somut ânı, sonuna kadar yaşadığını belirtmek gerekir doğrusu. Garip görünse de insanlar sığ, renksiz yaşarlar. Nâzım Hikmet ise coşku patlamalarıyla yaşardı. Burada, evde, misafirlerin çokluğundan evin kapısı kapanmazdı. Ama öyle saatler vardı ki herkes parmak uçlarında dolaşırdı, bu saatler Nâzım’ın çalıştığı saatlerdi.
KJ: Hikmet Türkiye’deki yaşamından bahseder miydi?
AS: Hikmet, bir paşa torunuydu. Türk aristokratlarının çoğunun benzer fiziki yapıda, mavi gözlü ve açık renk saçlara sahip oldukları söylenebilir. Nâzım İstanbul’da, zengin bir aristokratik evde yaşadı ve öğrenim gördü. Komünist fikirlere merak salmasının, uzun süre gerçek hayatı bilmemesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Evde gördüğüyle sokaktaki fakirlik arasındaki derinlik çok büyüktü. Hikmet, yaşamıyla kendinin ve ailesinin kasıtsız suçunun bedelini, diğer pek çok insandan daha iyi bir yaşamın bedelini ödemek istiyordu belki de. Bu hikâye, Aleksandr Blok’un, malikânesini yakanları neredeyse suçsuz gördüğü hikâyeye çok benziyor.
KJ: Türk makamlarının Hikmet’ten şikâyeti neydi?
AS: Nâzım Hikmet komünist ve ateistti, devrim çağrısı yapıyordu. Bu arada Nâzım Hikmet, Orhan Pamuk’tan çok önce Ermeni Soykırımı’nı kabul etmişti ve burada rastladığı Ermeni’lerden özür dilemeye çalışıyordu, suçluluk hissediyordu.
Nâzım Hikmet aynı zamanda Atatürk’e çok saygı duyardı. Atatürk zamanında Türkiye’de yaşanan değişimler Hikmet’in algısında yer alıyordu.
KJ: Türk hapishanesinde geçirdiği zamanı hiç anlatır mıydı?
AS: Hapishane, hapishanedir! Ama Nâzım Hikmet orada çok okudu ve Savaş ve Barış’ı hapishanede çevirdi. Son ve en uzun hükümlü olduğu sürede Hikmet, hapishanenin kültürlü müdürüyle dost oldu. Nâzım Hikmet’e bazı kolaylıklar gösteriliyordu ve Nâzım hapishanedeyken, kuzeniyle aşk yaşamışlar, bu aşktan da ona bir oğlan çocuk, Memet doğmuştu. Memet şimdi Fransa’da, insanlardan uzak yaşıyor. Her şeyin değişmesi ne kadar ilginç; bir zamanlar hapishane olan yer bugün İstanbul’un en şık otellerinden biri. Türk arkadaşım bana burayı gezdirmişti.
Hikmet’i, tüm dünyada başlatılan ve Pablo Picasso, Louis Aragon, TristanTzara’nın da yer aldığı bir kampanya sonucunda serbest bırakmışlardı. Büyük bir ihtimalle Nâzım’a, kendisine karşı bir suikast planından bahsetmişlerdi. Nâzım Türkiye’den bir sandalla kaçmıştı. Türk makamları özel ‘Nâzım Hikmet Kanunu’yla onu vatandaşlıktan çıkarmışlardı. Nâzım’ı uzun süre yayınlamamışlar, yasaklamışlardı…
KJ: Nâzım Hikmet’in, Polonya kökleri sayesinde sığınma bulduğu doğru mu?
AS: Hayır! Nâzım Hikmet’i birkaç ülkede kabul etmeye hazırdılar. Nâzım Hikmet’i Karadeniz’de bir Romen gemisi güverteye aldı ve buradan da Sovyetler Birliği’ne geçti. Şimdi bunu pek hatırlamıyorlar ama Nâzım Hikmet ilk kez ülkemize 1921’de 19 yaşındayken gelmiş, Komünist Üniversitesi’nde [KUTV, Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi /ÇN] öğrenim görmüştü ve Rusça biliyordu.
Bu ilk gidişinde çok komik bir hikâye var: Nâzım Hikmet, 1921 Eylülünde Sovyetler Birliği’ne yola çıktığında komünizmin geldiğini ve artık paraya ihtiyaç olmadığını düşünüyordu... Rugan ayakkabılar içinde zarif giyimli iki İstanbullu arkadaş Batum sahiline çıkmışlar. Ama bu ayakkabıları yol parası için satmak durumunda kalmışlar ve sonuçta bir şekilde, neredeyse, hırpani elbiseler içinde Moskova’ya ulaşmışlar. Nâzım Hikmet, ulaşır ulaşmaz da zamanın parlak ve coşkulu sanat camiasına girdi. Hikmet burada ilk aşkını yaşamıştı, Meyerhold’a büyük hayranlık duymaktaydı. Politeknik Müzesi’ndeki bir gecede ise Mayakovskiy şu sözlerle onu sahneye iteleyip “Türk, git ve oku! Nasılsa kimse bir şey anlamayacak.” diyerek adeta “kutsamıştı”. Kimse bir şey anlamamış ama herkes coşkuyla alkışlamıştı.
KJ: Bir yerlerde Hikmet’in Rusya’da sık sık, uzun süre önce kurşuna dizilen Meyerhold’u sorduğunu okumuştum.
AS: Hikmet 1951’de üçüncü kez Sovyetler Birliği’ne geldiğinde Stalin şahsen onu kabul etmeyi planlıyordu. Ancak Yazarlar Birliği, önce birçok insanın katıldığı bir yemek düzenledi. Nâzım Hikmet masada herkese Meyerhold’un nerede olduğunu sormaya başladı. Birisi Meyerhold’un dağda, tedavide olduğunu söyleyerek pot kırdı ve herkes bunu tekrarlamaya başladı. Sonra Hikmet, 20’li yıllarından olan ve yine kurşuna dizilen birkaç kişiyi daha soruşturdu. Ona da bu kişilerin de dağda, tedavide olduğunu söylediler.
KJ: Sonuçta Stalin’le görüştüler mi?
AS: Stalin ve Hikmet hiçbir zaman görüşmediler. Öncesinde birkaç Moskova tiyatrosuna gitme fırsatı bulan Nâzım Hikmet, söz konusu yemekte, bir konuşma yaptı ve Stalin’in şüphesiz, büyük bir insan olduğunu, ancak her Sovyet piyesinde onu güneşle kıyaslamanın yersiz olduğunu, çünkü doğu şiirinde dahi bu simgenin çok bayağı olduğunu söyledi.
Bu ifadelerden sonra masanın yarısı boşaldı. Bu tür konuşmaları dinlemek bile tehlikeliydi o dönem. Stalin’le görüşme de iptal edildi.
Makamlar Nâzım Hikmet’i dikkatlice izliyordu. 1990’lı yıllarda KGB arşivleri kısa bir süreliğine açıldığında annem oraya gitti ve bembeyaz bir yüzle, yarı ölü bir şekilde eve döndü. En yakınındaki insanlar bile ihbar yazmışlardı. Annem bir daha oraya gitmedi.
Hikmet’i, bugünkü değerlerle komik ama o zamankilere göre inanılmaz, farklı menfaatlerle eğitmeye çalıştılar. Ona yöneticilerin apartmanında daire, Parti Merkez Komitesi üyelerine verilen mobilya, yiyecek paketi, yazlık ve araba verdiler. Bunu anladığı zaman hizmetlileri, yemek paketlerini, şoförlü arabayı reddetti. [Dönemin SSCB Yazarlar Birliği] Başkanı Aleksandr Fadeyev ona “Bu yaptığını hiç affetmeyecekler” demişti. Bunu hiç affetmediler: Nâzım, Sovyet makamları için hiçbir zaman onlardan biri olmadı; aşırı bağımsız biri, rahatsız edici, çok fazla dünya vatandaşı bir insan oldu.
KJ: Ama komünizme yine de inanıyordu değil mi?
AS: Nâzım Hikmet, Mayakovskiy gibi, bir şair olarak komünizme inanıyordu. Yaşamda gördükleriyle o şairane idealleri arasındaki mesafenin açılması, Nâzım Hikmet’e çoğundan daha acı geliyordu.
KJ: Hikmet ve annenizin ideal bir aşk yaşadıklarından bahsedilir. Bu doğru mu?
AS: Onlar aşk yaşadılar. Ender görülen, derin bir aşktı. Bu aşk, anneme yazılan şiirlerden de görülür. Annem [SSCB’nin en büyük çizgi film stüdyosu] Soyuzmultfilm’de çalışıyordu ve Hikmet buraya elinde çiçekler, çikolata ve şekerlemelerle geliyormuş. Nâzım’ı iğneliyorlarmış. Annemin arkadaşı bir gün “Neden sürekli çikolata getiriyorsunuz? Vera çikolata sevmez” demiş. Hikmet şaşırmış ve “O zaman ne sever?” diye sormuş. Bunun üzerine, salatalık turşusu cevabını alınca o günden itibaren Nâzım, üç litrelik salatalık kavanozuyla gelmeye başlamış.
Tanıştıklarında her ikisi de bekâr değildi. 1960 yılının başında Kislovodsk’a kaçmışlardı. İkisi birlikte döndüklerinde, bu dairenin girişinde Hikmet’in eski sevgilisi tarafından bırakılan bir yazıyı gördüler: “Lanet olsun size!”
Nâzım ve annem, eski hayatlarından hiçbir şey almayarak bu eve taşındılar. Ben anneannemle Moskova yakınlarındaki Bolşevo’da yaşıyordum. Bazen onlar buraya gelirdi, bazen beni oraya götürürlerdi. Ben bir Pazar günü çocuğuydum yani.
KJ: Yaşam şekli nasıldı? Burada fazlaca misafir olduğunu söylemiştiniz…
AS: Şura isimli bir yardımcıları vardı. Şura çamaşırları yıkıyor, temizlik yapıyordu. Diğer işleri annem yapıyordu. Annem yemek pişiriyor ve çok sayıdaki misafirleri kabul ediyordu. Yönetmenler, oyuncular, şairler misafirliğe geliyordu. Annem, bir gün sürgün edilen Çeçenlerin heyetinin geldiğini anlatmıştı.
Nâzım çok erken uyanırdı, kapıya giderdi. Kapının arka tarafındaki posta kutusundan gazeteleri alırdı. Nâzım bir sabah bu şekilde, evin girişinde, gazete almaya giderken öldü…
KJ: Yakın arkadaşlarından kimler ziyarete geliyordu? Simonov geliyor muydu?
AS: Simonov ile dosttular. Konstantin Simonov onu, Sovyetler Birliği’ne üçüncü kez geldiğinde karşılayanlardandı. 1956 yılındaki XX Kongre’den sonra yaşanan baskıların çapı belli oldu ve Hikmet çok sarsıldı. Hatırlanacağı gibi bu sarsıntısı daha sonra şu şiire yansımıştı:
“taştandı, tunçtandı, alçıdandı, kâattandı iki santimden yedi metreye kadar.
taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan çizmeleri dibindeydik, şehrin bütün meydanlarında.
parklarda ağaçlarımızın üstündeydi; taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan gölgesi,
taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan bıyıkları lokantalarda içindeydi çorbamızın…”
Annem, o günlerde Peredelkino’da, Hikmet’in kır evinde Soyuzmultfilm’den meslektaşlarıyla birlikte bulunuyordu. O gün Simonov da gelmiş, yukarıya çıkmışlar ve annem aniden Nâzım’ın lanet okumalarını duymuş. Sonra Simonov kapıyı çarparak gitmiş. Sonrasında Simonov’un Stalin’i savunduğunu ve Nâzım’ın onu evden kovduğunu öğrendik. Bu şekilde dostlukları bozuldu. Ama Simonov herkese, Nâzım’la onu Vera’nın küstürdüğünü söylüyordu.
KJ: Hikmet’in Mihail Zoşçenko’yu savunduğuyla ilgili hikâye nedir?
AS: Bu hikâye annemin kitabında yer alıyor. Annem bu olayı görmedi, Hikmet’in ifadesiyle kaleme aldı. Piyesinin prömiyeri için Leningrad’a gittiğinde, o zaman dışlanmış olan Zoşçenko’yu da davet etmiş. Nâzım onu salona getirmiş, Zoşçenko’ya hakaret etmeye çalışan bir terbiyesizi iterek, ona önden gitmesi için yol vermiş. Salon ise Zoşçenko’ya alkış tutmuş. Nâzım bu tür şeyleri yapmayı biliyordu. Hikmet daha o zaman, buradaki yaşamı anlamaya başlamıştı.
KJ: Hikmet’in pek çok ayrıcalığı reddettiğini söylediniz. Ama yine de bir ayrıcalığı vardı. [Kızıl Meydan’daki büyük mağaza] GUM’un, sıradan ölümlülere kapalı, 200. reyonuna annenizle birlikte gittiğini okumuştum. Böyle bir şey var mıydı?
AS: 200. reyona gerçekten gidiyorlardı. Annem beni de buraya birkaç kez götürdü. Ama özel bir şey hatırlamıyorum. Orada raflar, elbiseler, soyunma kabinleri vardı. Buraya girebilmek için önceden zaman konusunda anlaşmak, randevu almak gerekiyordu. Bunun nedeni ise müşterilerin birbirleriyle karşılaşmalarını önlemekti. Ama yine de bazen karşılaşıyorlardı. Bir gün annem burada [sonradan SSCB Kültür Bakanı da olan] Yekaterina Furtseva’ya rastladı. Furtseva anneme bir kıyafetin üzerinde nasıl durduğunu sormuştu. Diğer bir sefer annem [Nikita Hruşçov’un karısı] Nina Petrovna Hruşçova’nın aynı basma kumaştan iki top aldığını görmüştü. Satıcılar bu kadar kumaşı neden aldığına şaşırmışlardı. Annem de bu kumaştan almıştı. Hâlâ bu kumaştan dikilmiş bir sarafan [kolsuz elbise], evde bir yerde duruyor. Gri, ayçiçekli bir sarafan…
KJ: Annenizin Hikmet’le evli olması sizin yaşamınıza yansıdı mı?
AS: Elbette yansıdı ve bu yansıma tamamen trajikti. Anneannemle yaşıyordum ve işçi köyünden çocuklarla okula gidiyordum. Annemle Nâzım bana yurtdışından sık sık eşyalar getirirlerdi; o zaman kimsenin bilmediği kadife elbiseler, renkli külotlu çoraplar… Anlaşılacağı gibi sınıfta herkes sürekli olarak “Ânka yeni çoraplarla geldi” diye bağırırlardı. Bu nedenle eve geliyordum, parlak ayakkabıları istemediğimi söyleyerek ağlıyordum ve sınıf arkadaşım Galya Karpova’nınkiler gibi istediğimi belirtiyordum. Trajedi, büyüdüğümde ve Hikmet hayattan gittiğinde derinleşti esas: Artık bana kimse böyle şeyler getirmiyordu.
Hikmet’in bana yaklaşımı çok duyarlıydı. Örneğin benim için uçaklardan şekerlemeler aşırıyordu. Bir hostes, Nâzım’ın şekerlemelerin olduğu tepsiye elini uzattığını görüp diğer hostese Fransızca “Ne kadar arsız bir adam!” demiş. Nâzım aniden Fransızca “Ben arsız değilim. Ama küçük bir kızım var.” cevabını vermiş. Uçuş sonunda hostes aniden Nâzım’a o şekerlemelerden bir paket getirmiş.
Mesele elbette şekerlemeler ve kıyafet değil. Annem ile Nâzım’ın aşkına şahit olma fırsatı elde ettiğim için şanslıyım.
KJ: Hikmet’e bir süre önce vatandaşlığını geri verdikleri doğru mu?
AS: Evet. Hikmet’in vatandaşlığını iptal eden yasa kısa bir süre önce iptal edildi. Türk aydınları uzun süre bunun için uğraş verdi. Bu bir utançtı elbette. Örneğin Nâzım’ın kitapları basılıyordu ancak ders kitaplarında şiirlerini yayınlamıyorlardı. Ama Nâzım, buna rağmen yasadışı olarak Türkiye’de varlığını sürdürdü.
KJ: Şimdi durum nedir? Türkler Hikmet’i okuyorlar mı?
AS: Ne diyorsunuz! Sadece okumuyorlar, şakıyorlar; şiirlerini şarkı olarak, stadyumlar dolusu söylüyorlar. Daha önce Nâzım’ın “Türklerin Puşkin’i” olduğunu söylerlerdi. Bugün artık bunu söylemek doğru olmaz. Çünkü artık Puşkin bizde, Sovyet döneminde olduğu kadar, sevilmiyor. Nâzım ise Türkiye’de mutlak bir devdir. İstanbul’da “Şehrime Ulaşamadan Bitirirken Yolumu / Nâzım ve Vera, Moskova’dan İstanbul’a” sergisi açıldığında Nâzım ve Vera’nın fotoğrafları, şehrin en önemli yaya sokağı İstiklal Caddesi’ne asılmıştı. Yakın bir zamanda bir şehirde Nâzım’ın heykelini diktiler ancak sonra bu heykel kayboldu ve sonra da bulundu. Nâzım’ın etrafındaki hayat coşkuyla devam ediyor.
Nâzım Hikmet ve annemin Novodeviçye’deki mezarı, ziyaret edilen kutsal bir yer haline geldi. Türkler tek tek ve otobüsler dolusu geliyorlar, Hikmet’in vatanından toprak getiriyorlar, bozuk para, nazar boncuğu bırakıyorlar. Orada neler bulmadım ki! Herkes onun tatlı sevdiğini ve çok sigara içtiğini biliyor. Bu nedenle mezarına sigara ve şekerlemeler, şiirli notlar bırakıyorlar. Her yıl, 3 Haziran’da, Hikmet’in ölüm yıldönümünde burada çok sayıda insan buluşuyor, onu hatırlıyorlar, şiirlerini okuyorlar, gülüyorlar ve ağlıyorlar. Ayrıca göğe güvercin de bırakıyorlar. Sonrasında da güvercinler Novodeviçye’nin üstünde uzun süre dolaşıyorlar diye mezarlık yönetimi bana söyleniyor.
KJ: Türkiye makamlarının Nâzım’ı vatanına yeniden gömmeyi önerdiğine dair haberler yayınlanmıştı.
AS: Makamlar değil ama insanlar bunu önermişti. Sık sık bana bunu soruyorlar. Ben de her zaman şu cevabı veriyorum: İki âşığı birbirinden ayırmak mı istiyorsunuz? Çünkü artık Nâzım aynı mezarda, annemle birlikte yatıyor.
KJ: Rusya’da Hikmet’i hatırlıyorlar mı?
AS: Birkaç yıl önce annemin Hikmet hakkındaki “Bahtiyar Ol Nâzım” kitabı yayınlandı. Güzel bir kitap ve okunuyor. Rusya’da perestroykadan sonra şiire olan ilgi öldürüldü. Şimdi Nâzım, sanırım, geri dönüyor. Çünkü şiir insanın nefes almasını sağlar.
*Haftalık Ogonyok dergisinin 36 (5446) sayılı ve 12.09.2016 tarihli nüshasında (http://kommersant.ru/doc/3081686 ) yayımlanan söyleşiyi Rusçadan Ulaş Gökçe çevirdi, Türkçe redaksiyonunu Melih Güneş yaptı.
© Tüm hakları saklıdır.