Karar gazetesi yazarı Etyen Mahçupyan, iç siyaseti olarak üretilen söylemlerinde hiçbir değişiklik olmadığını belirterek, "Diplomasi ile çözülebilecek bir durum ‘Kurtuluş Savaşı’ toptancılığı ile karşılanmak isteniyor. Bunun apaçık bir sonucu var: Kendi hatalarımızla yüzleşmemizi engelliyor. Böylesine büyük bir tarihsel kavga söz konusu ise, yanlışlarımızın üzerini örtüp savaşmak gerektiği ima edilmiş oluyor" dedi. "AK Parti içinde özeleştiri, sağduyu ve fikri derinleşmenin önü kapanıyor. Diğer yandan yaşananları analitik bir açıdan değerlendirmek, alternatifler üretmek, akılcı bir strateji geliştirmek ve küresel aktörler dünyasında göreceli ağırlığımızı artırmak için gerekli şeffaf akıl yürütmeleri neredeyse anlamsız kılıyor" ifadelerini kullanan Mahçupyan, Bu söylemin siyasi işlevi, söylemin peşine takılanların siyasi hedefi ne? Daha önemlisi Türkiye bu söylemin ve hevesli takipçilerinin peşinden mi gidecek, yoksa rasyonel ve sağduyulu bir kamuoyu tarafından sahiplenilecek mi?" diye sordu.
Etyen Mahçupyan'ın "Çözümsüzlük heveslileri" başlığıyla yayımlanan yazısı şöyle:
"AK Parti belki de iktidarının en sıkıntılı döneminden geçiyor. Engellemeler daha ilk günden başladı ve hiç bitmedi. Ama belirli bir meşruiyet alanında kalmak zorunda olan hasımlarla mücadele edildi ve bu durum ülkenin yönetilmesini mümkün kıldı. Oysa şu anda hiçbir meşruiyet zeminine ihtiyaç duymadan davranma esnekliğine sahip aktörlerle karşı karşıyayız. İster terör örgütleri ister istihbarat servisleri olsun, Türkiye’yi ‘gölge boksu’ yapmaya zorluyorlar. Sanki ülkenin karşısında herhangi bir tanımlanabilir hasmın olmadığı, bir doğal afete muhatap olduğumuz duygusu verilmeye çalışılıyor.
***
İşin garibi AK Parti içinde ve çevresindeki birçok kişi de bu duyguyu pekiştirme peşinde. Nerdeyse bütün dünyanın bize karşı birleştiği, herkesin bizim kötülüğümüzü istediği bir ortam çiziyorlar. Mesele şu ki, eğer gerçekten böyleyse başarı şansını artırmanın tek yolu söz konusu karşıt blokta gedik açmaktan, başta en güçlü aktör ABD olmak üzere kendimize yandaş bulmaktan geçiyor. Nitekim son dönemde tam da böyle bir gelişme var ve AB ile olumlu gidişatı da yanına koyarsak, Türkiye’nin epeyce akılcı bir çizgi izlediği açık.
Ne var ki iç siyasetin malzemesi olarak üretilen söylemde herhangi bir değişiklik olmuyor. Yani bütün gelişmelere rağmen ülkeleri ve terör örgütlerini birbirinden ayırmayarak hepsini aynı kaba sokma istekliliği devam ediyor. Diplomasi ile çözülebilecek bir durum ‘Kurtuluş Savaşı’ toptancılığı ile karşılanmak isteniyor. Bunun apaçık bir sonucu var: Kendi hatalarımızla yüzleşmemizi engelliyor. Böylesine büyük bir tarihsel kavga söz konusu ise, yanlışlarımızın üzerini örtüp savaşmak gerektiği ima edilmiş oluyor.
***
Bu söylemin, tam da Türkiye kendi tezlerini besleyecek kanalları artırırken şiddetlenmesi çok uyarıcı. Çünkü meselenin ülke çıkarlarından bağımsız olduğunu akla getiriyor. Daha doğrudan söylersek meselenin iktidarın yapısı ile ilgili olduğu gözlemine neden oluyor. Çünkü sertlik ve kavga bir zorunluluk olarak ortaya sürülürse, bunu taşıyabilecek olan iktidarın da o kavgayı taşıyabilecek yapıda olması lazım. Nitekim son dönemde özgürlüklerin kısıtlanmasının ‘doğal ve gerekli’ olduğuna dair görüşlerin iktidar kanadında seslendirildiğine tanık oluyoruz. Toplumun iyiler ve kötüler olarak bölündüğü, ‘bizim’ iyi olduğumuz, dolayısıyla bizle aynı safta olmayanların kötü oldukları, iyilerle kötüler savaşta olduğuna göre de bu kötülerin blok halinde sistem dışına itilmelerinin makul olduğu varsayımına dayanan yığınla köşe yazısı var. Böylece ‘kötü’ olarak tanımladığınız herkesin özgürlüklerini kısıtlayabilir, onları gönül rahatlığıyla düşmanlaştırabilirsiniz demeye getiriliyor.
***
İyi de, bunun Türkiye’nin sorunlarını çözmek, şu anki dar boğazdan çıkmasını sağlamak açısından yararı var mı? Cevabı biliyoruz… Yarar bir yana, apaçık zararı var. Bir yandan AK Parti içinde özeleştiri, sağduyu ve fikri derinleşmenin önü kapanıyor. Diğer yandan yaşananları analitik bir açıdan değerlendirmek, alternatifler üretmek, akılcı bir strateji geliştirmek ve küresel aktörler dünyasında göreceli ağırlığımızı artırmak için gerekli şeffaf akıl yürütmeleri neredeyse anlamsız kılıyor.
Kısacası soru şu: Bu söylemin siyasi işlevi, söylemin peşine takılanların siyasi hedefi ne? Daha önemlisi Türkiye bu söylemin ve hevesli takipçilerinin peşinden mi gidecek, yoksa rasyonel ve sağduyulu bir kamuoyu tarafından sahiplenilecek mi? Unutmayalım… Karşımızdaki tehditleri göz ardı eden kimsenin olmadığı bir ortamda onları abartarak çözüm aramak, gerçekte ‘çözümsüzlüğü’ bir siyasi tehdide dönüştürmeyi ifade eder."