Kültür-Sanat

'Magazin kuşları için yazmıyorum'

Ünlü sinema eleştirmeni Atilla Dorsay son kitabı Dorsay’ın Penceresinden’i ve yakında çıkaracağı şiir kitabını anlattı.

30 Ekim 2009 02:00

Ünlü sinema eleştirmeni Atilla Dorsay son kitabı Dorsay’ın Penceresinden’i ve yakında çıkaracağı şiir kitabını anlattı.

Remzi Kitabevi’nden çıkan kitabın adı Dorsay’ın Penceresinden. Dorsay’ın sanat ve kültür dünyamızdan tanıdığı 50’ye yakın ilginç kişinin portresinden mürekkep. Yılmaz Güney'den Metin Erksan'a, Vehbi Koç'tan Sezen Aksu'ya, Halikarnas Balıkçısı'ndan Vitali Hakko'ya, Türkân Şoray'dan Yıldız Kenter'e onca ismi Dorsay’ın gözüyle bir kez daha tanıyor, sık sık da şaşırıyoruz.

Muhsin Ertuğrul’un Cahide Sonku’ya evlilik teklifi, Atıf Yılmaz’ın 60’lı yıllarda çektiği lezbiyen motifler içeren ve bugün kayıp olan İki Gemi Yan Yana filmi, Vurun Kahpeye’nin galasından çıkan Halide Edip Adıvar’ın döktüğü gözyaşları, Türkan Şoray’ın 12 Eylül döneminin ünlü Aydınlar Dilekçesi’ne attığı imza, İtalya ve İran ortak yapımı filmlerde boy gösterip Ortadoğu ülkelerinde fırtınalar estiren Cüneyt Arkın’ın 70’lerin havasına uyarak çevirdiği Vatandaş Rıza adlı politik film, Mehmet Ulusoy’un Nazım’ın Sevdalı Bulut adlı oyunuyla Fransa’yı Venedik Bienali’nde temsil edişi, sahnelerimizin Nurhan Damcıoğlu’ndan önceki kantocusu İsmet Ay, Kamelyalı Kadın’ın başrolünün Gina Lollobrigida’dan önce Günseli Başar’a teklif edilmesi, Atıf Yılmaz’ın Minik Serçe filminin yönetmenin Sezen Aksu’ya duyduğu aşktan doğması, Atilla Dorsay’ın bir zamanlar Ayten Alpman’ın altkadrosunda sahneye çıkması, daha neler neler… Cnn program editörlerinden Reyhan Yıldız Dorsay’la sadece kitabını değil, eleştirmen Atilla Dorsay’ı da konuştu.

Dorsay’ın Penceresinden’de “Vaktiyle Yeşilçam’a biraz üstten bakmış bir aydın olduğunuz” yönünde benim özeleştiri olarak algıladığım bir cümle var. Ne kadar “üstten” ve sizi Yeşilçam’la bir anlamda barıştıran ne oldu?
- Kitapta bunların yanıtı var. Çocukluğumdan beri beni hayal alemlerine alıp götüren, yabancı sinema, en çok da Hollywood oldu. Yeşilçam büyüsüyle büyümüş bir genç adam değilim, zaten Yeşilçam da benim çocukluk ilk gençlik yıllarımda çok güdüktü. Benim Anadolu’daki iki yıllık askerliğim sırasında Yeşilçam’la karşılaşmam, onun gelişme yıllarına denk düştü: yani 60’ların ilk yarısı. Böylece onu tanıdım ve filmlerimize özel bir muhabbetle yaklaşmaya başladım.
 
Bu “üst” bakış sadece sinemaya yönelik değildi herhalde?

- Öyleydi tabiii… Yoksa, ben çocuk yaştan alaturka müzikle ve o dönemin Türkçe tangolarıyla beslendim. İlk müzik zevkim onlarla oluştu. Keza o yıllarda Abdullah Ziya Kozanoğlu, Feridun Fazıl Tülbentçi gibi tarih romanları yazarlarını yutarcasına okudum. Peyami Safa, Halide Edip, Refik Halid Karay, Orhan Kemal gibi dönem romancılarımızı hatmettim… Bana bugünkü (övünmeden söyleyebilirim) çok iyi olan Türkçemi onlar öğretti. Kopukluk, sadece sinema alanındaydı. O da sinemamızın o yıllardaki geri kalmışlığından geliyordu.
 
70’li yıllarda Cüneyt Arkın’ın siyasete ilgi duyduğu süreç ve bu süreçte yaşananlarla ilgili bölümü ilgiyle okudum. Bir de Arkın’ın senaryosunu yazıp yönetmenliğini yaptığı (eşi Betül Hanım’ı da oynattığı) Vatandaş Rıza filmi sorunsalı var ki, evlere şenlik. Nasıl oldu da bu filmin senaryosu size mal edildi, wikipedia’da adınızın olduğu maddede de filmin senaryosu size ait görünüyor?

- O konuda birkaç kez açıklama yaptım, ama bunu düzeltemedim. Agah Özgüç’ün  marifeti bu!...Öyle yazdı, öyle kaldı. O yıllarda Arkın’la iyi görüşürdük. Bana o filmin senaryosunu verdi, okumamı istedi. Okudum, ama düzeltilecek gibi değildi. Benim oturup yeni baştan yazacak halim ve zamanım da yoktu. Sonra çekildi, iyi bir film olmadı. Üstelik Taksim anıtı çevresinde başlayan çekimler, Cüneyt’in izin alamaması nedeniyle birden Beyazıt meydanına nakloldu. Seyirciye hiçbir açıklama yapılmadan, öyle pat diye… Ve film komediye dönüştü. Ama benim suçum ne? 
 
Kitabınızda yer alan 50’ye yakın portre içinde Mehmet Ulusoy, Gani Turanlı, Ayşe Şasa, Artun Yeres, Nejla Ateş gibi geniş kalabalıklar için -maalesef- neredeyse hiçbir şey ifade etmeyen isimler de var. Cahide Sonku, İsmet Ay, Şükran Güngör, Bülent Oran, Kadri Yurdatap vb. isimlerin de su götürür popülerliğini de göz önüne alınca insan “Dorsay’ın hiç mi popüler olma kaygısı yok?” diye sorası geliyor.
- Bu sorunuz maalesef asıl sizin bilgi eksikliğinizi gösteriyor. Cahide Sonku’yu bilmeyen bir okur-yazar kişi olabilir mi? Mehmet Ulusoy, İsmet Ay, Şükran Güngör ülkemizde tiyatro sanatına biraz ilgi duyanlar için fetiş isimlerdir. Gani Turanlı, Yılmaz Güney’in birçok filmini çeken görüntü yönetmenidir. Yılmaz’ı bilen herkesin Gani’yi de bilmesi gerekir. Bülent Oran klasik Yeşilçam’la özdeşleşmiş bir senaryo yazarıdır, olasılıkla dünyanın en verimli senayocusu. Kadri Yurdatap ise sinemamıza sayısız kaliteli film armağan etmiş, klasik yapımcı tipinin en son örneği. O öldü, bu meslek de bitti. Ayşe Şasa’yı bilmemek, ancak bilmeyenin ayıbıdır, hatta suçudur. Çevirin bakalım bir sağ aydını, bir sağcı gazete okurunu. Size onu bir anlatsın…Nejla Ateş ve Artun Yeres, doğrudur, unutulmuş adlardır. Ama onları da ben tanıtmak istedim. Çünkü kitabın amaçlarından biri de bu: aslında tanımamız gereken, ama tanımadığımız kişileri ele almak…Ben bu kitabı ümmiler veya magazin kuşları için yayınlamadım. Aydın kişiler için yayınladım. Tüm kitaplarım gibi…

“Herkes sizi seviyorsa, yaptığınız işte herhangi bir yenilik, öncülük, cesaret ve yetenek yok demektir”

Sinema yazarlığı kariyerinizin ilk yıllarında sadece yabancı filmleri yazdığınız için sinemacılar tarafından sevilmiyormuşsunuz. Şimdi, uzun yıllardır Türk Sineması üzerine yazıyorsunuz, seviliyor musunuz? Bir eleştirmenin işini icra ettiği sanat dalının uygulayıcıları tarafından sevilmesi iyi mi, kötü mü sizce?
- Herkes sevilmek için yaşar, takdir görmeyi amaçlar, beğenilme hayalleri görür. Ama bizler, yani adı eleştirmene çıkanlar (sinema, edebiyat, müzik veya tiyatro, farketmez) adına eleştiri denen ve hep herkese oklar atarken resmedilen bir mesleği seçmekle, zaten sevilmemeyi göze almışız demektir. Hep şöyle düşündüm: az sayıdaki düşmanlarım (umarım gerçekten de azdırlar!), ancak benim dostluklarıma değer kazandırır. Herkes sizi seviyorsa, yaptığınız işte herhangi bir yenilik, öncülük, cesaret ve yetenek yok demektir.
 
Eleştirmenlerin sevdikleriyle halkın tercih ettikleri arasında büyük farklar oluyor. Bu durumun “doğal” ve hatta “ideal” olduğu kanısı da hakim. Kendi adınıza, beğendiğiniz halde aydınlar dünyasından ya da meslektaşlarınızdan eleştiri almamak adına yutkunduğunuz oldu mu, bu anlamda bir “mahalle baskısı”ndan sözedebilir miyiz? Ya da hiç beğenmediğiniz ve hatta anlamadığınız bir filmle karşılaştığınızda, entelektüel kimliğinize halel gelmesin diye gönlünüzce eleştirmekten sakındığınız oldu mu? (Şahsen, Mevlüt Tezel’in bir yazısında “David Lynch filmlerini kim anlamış da anlatabilmiş ki…” mealindeki cümlesini okuduğumda “algı seviyemle ilgili bir araz yok” diye kendimi teselli etmiştim.)
- Sizin de zekanızdan şüphe etmem, başkalarının da…Ama şu ‘anlamak’ işini çok abartmıyor muyuz? Bir şiiri tam olarak anlar mıyız? Bir senfoniden anladığımız nedir? Bir resim veya heykelden ne anlarız? Bir  film de zaman zaman bu sanatlara yaklaşabilir. Bir filmi de yüzdeyüz anlamasak da, çeşitli özellikleriyle sevebiliriz, başucu filmimiz yapabiliriz. Benim için Kubrick’in “2001- Uzay Yolu Efsanesi” böyledir.  David Lynch filmleri de biraz öyledir. Çok iyi anladığım sade suya tirit filmlerden kimi zaman öylesine nefret etmişimdir ki…Öte yandan, kimi filmleri anlamanın zorluğunu yeri gelince belirtmişimdir. Örneğin Derviş Zaim’in “Nokta” filminin tam  anlamıyla tadına ancak üçüncü izleyişimde varabildiğimi itiraf etmişliğim vardır. Bundan da gocunmadım, çünkü aslında bu, sinema sanatının yüceliğini ve önemini gösterir.
 
Türkiye’de kitap okurunun, sinema filmlerinin ve hatta halkın sanata olan ilgisinin azlığı sanki sanat eleştirmenlerinin eleştiriyi hakkıyla yapmalarının önünde manevi bir baskı aracı gibi, benim algım böyle. (Mesela şu sözleri sık sık duyarız: “Bu kadar az kitap okunan bir ülkede yazılanları- okunanları da eleştirmek doğru mu?”) Katılır mısınız, hal böyleyken hakkıyla eleştiri yapmak mümkün mü sizce?
- Herşeyi eleştirmek gerekir. Koşullar ne olursa olsun. Eleştiri, olmasa da olur fuzuli bir iş değil, kitleyi, ama daha da önemlisi sanatçıyı yönlendirici bir çabadır. O olmasa sanatçı yolunu kaybedebilir, tökezleyebilir. Eleştiri sanata tutulmuş bir aynadır. Aynasız yaşıyabilir miyiz? Eski insanlar bile durgun suya bakarak kendilerini görmeyi denerlerdi. Bense en azından hakkıyla eleştiri yapmaya çalışıyorum. Başarıyor muyum bilemem, ama deniyorum. Ama bunu yaparken halk veya kitle dediğimiz kesimi katiyen küçük görmemeyi, her satırımla onlara ulaşmayı amaçlıyorum. Kimi zaman çok sofistike, incelikli, entelektüel şeyler yazsam bile, yine de anlaşılır olmayı deneyen bir eleştirmenim.
 
“Yakında şiir kitabım çıkıyor”

İşe, sinema eleştirmenliğiyle başlayan çok isim daha sonra yönetmen, senarist ve hatta oyuncu oldu. (Metin Erksan, Attila İlhan vb…) Sizse eleştirmen olarak kaldınız. Bunca yıl boyunca hiç içinizde “şöyle bir film çekeyim”, “böyle bir senaryo yazayım” isteği uyanmadı mı? Ben olsam duramazdım hani, nasıl bastırdınız?

- Hayır, böyle bir isteğim olmadı. Ben asıl işim olarak yazmayı seçtim. Film yapmayı değil. Şu sorulabilir: niçin başka şey yazmadınız? Ama yazdım!…Yazılarımın en azından bir bölümünü deneme türü örnekleri olarak görüyorum, izninizle... İlk size söyleyeyim, yakında bir şiir kitabım çıkıyor, belki bir roman da yolda…
 
Muhtemelen sır değildir ama biz okurlar kitap sayesinde öğrendik ki; gençlik yıllarınızda arkadaşınız Ömer Garan’la birlikte “dönemin modasına uyarak” pop ve caz söylemek üzere bir ikili oluşturmuş ve İlham Gencer’in evinde epey bir prova yapmışsınız. Bazı konserlerde de Ayten Alpman’dan önce sahne almışsınız. Müziğe olduğu kadar sinemaya da ilginiz vardı. Neden oyunculuğu, senaristliği ya da yönetmenliği denemediniz?
- Sorunuzun başlangıcını izlersek, neden şarkıcı olmadınız sorusu gelmeliydi!...Onu çok istedim, ama eğitim, meslek, iş derken olmadı. Ama çok iyi bir müzik tutkunu ve arşivcisi oldum. Ayrıca bir zamanlar TRT Radyo 3’de de 7-8 yıl sürmüş bir radyoculuğum var. Bunları zaten üç-dört yıl önce çıkan “Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar” adlı  kitabımda anlatmıştım.
 
Günün birinde sanat dünyasında yaşadıklarınızı, tanıdığınız insanları bütün çıplaklığıyla yazsanız yer yerinden oynarmış gibi geliyor bana. Böyle bir kitap yazmayı düşünüyor musunuz?
- Raslantı olarak tam da şugünlerde, bu tarz bir kitabım çıktı: Rıza Kıraç’ın benimle uzun söyleşiler sonucu yaptığı “Sinemayı Yazan Adam” kitabı. Orada çok kişisel veya (medya üzerine olduğuna göre) kamusal şeyler anlattım. Bilmiyorum yer yerinden oynar mı, ama itiraflarım var ve şunu da söyleyeyim, herşeyi büyük bir içtenlikle anlattım. Ama hala açıklamadığım çok şey var ve onları bizzat yazacağım bir anılar kitabına saklıyorum. 

Dorsay’ın, İstanbul’da doğup büyümüş, üiversite 3. sınıfa gelmiş, staj için elimize verilmiş ve Genco Erkal’ın, Doğan Hızlan’ın adını duymamış radyo-televizyon öğrencileri ile hiç karşılaşmadığı anlaşılıyor. Tabi, “okur-yazar”  tanımına onlar girmiyorsa başka.