Evrensel yazarı Nuray Sancar, TV8'de yayınlanan 'Aramızda Kalmasın' programında Sabahattin Ali'nin "Kürk Mantolu Madonna" kitabıyla ilgili olarak "Kitaplar filme uyarlanınca ben sevmiyorum. Ama burada Madonna'nın hayatı da enteresan olabilir bizim için. Yani aşkları, ilişkileri filan" diyen, sunucu Jess Molho'nun kitabın 1943 yılında basıldığını hatırlatmasıyla "Aa Madonna var mıydı o yıllarda" diye soran televizyoncu Funda Özkalyoncuoğlu'na yönelik "Semptomlarla uğraşmanın, kültürel linç eşiğine gelmenin iç boşaltmak gibi bir faydası olsa da bunun mevcudu değiştirmek gibi bir sonucu olmayacaktır. En yıprananın gittiği, yerine benzerinin geldiği medya sularında yüzdükçe ersatzlar* tüketmeye devam edilecek demektir. Bunlar sadece aslın sureti olacaktır, kendisi değil. Funda hanım da benimle uğraşmayın Musul’a bakın dememiş midir?" ifadesini kullandı.
Nuray Sancar'ın "Madonna’nın kürkü" başlığıyla yayımlanan (23 Ekim 2016) yazısı şöyle:
Dedikodulu- magazin programı sunucusu Funda Özkalyoncuoğlu’nun Kürk Mantolu Madonna romanı hakkında ileri geri konuşması, kitaptan uyarlanacak filmin şarkıcı Madonna’nın hayatını anlatacağını zannederek atıp tutması insanları çileden çıkardı. Funda hanım program sunucularından Jesse Molho’nun “Kitap 1943 yılında yazılmıştı” diye onu uyarmasına rağmen “aa Madonna o zaman da var mıydı” diye pot kırmaya devam etti. Üstelik kitabı 40 yıl önce okuduğunu, ama altını çizecek önemli bir şey bulamadığını söyleyerek pişkinliğini sürdürdü. Genellikle böylesi durumlar ti’ye alınacak bir malzeme olarak kullanılır, sosyal medya ve “sözlük”ler ahalisi işin geyiğini çıkarırlar. Bu kez böyle olmadı. Özkalyoncuoğlu zaten sinirlenme ve öfke eşiği düşmüş, bardağı ağır ağır dolan bir kitlenin ağır hakaretlerine uğradı ve ahali, sahneyi terk etmesi temennisi eşliğinde bu kişinin, rezil olduğuna kendisinin de inanmasını bekledi. Ne var ki, Funda hanım “lince maruz kaldığını” not düşerek, cahilliğinin ülkenin merhamet düzeyini açığa çıkarmasını lütuf hanesine yazdı.
Konu edindikleri kişileri itibarsızlaştıran, Özkalyoncuoğlu’nun bir unsuru olduğu dedikodu evreninde her gün birileri medya lincine maruz kalabiliyor. Bu programların, şimdi artık şirazenin iyice kaydığı kitle kültürüne taşıdığı gündelik yakıt, bu programlara dönük tepkiyi de besleyebiliyor. Ancak konu medya-iletişim-yayıncılık başlıklarında söylenebilecek durumu aşmış durumda. Biraz sosyal medyaya ve sözlüklerde dönen tartışmalara şöyle bir bakan kişi, öfkenin boyutuna şaşıracaktır. O halde öfkenin biçiminden çok yansıttığı sosyolojinin kendisi tartışılmaya değer.
Türkiye’nin ilk infaz ve kayıp vakasının kahramanı Sabahattin Ali’nin kitabı Kürk Mantolu Madonna çok az kitaba kısmet olan bir tanınırlığa sahip ve belli bir okur yazarlık düzeyinin göstergesidir. Sabahattin Ali’nin çektiği ezaya, hunharca katledilmesine öteki birikmiş mağduriyetleri de ekleyerek hatırlatan bu matbu miras, bugün siyasi iktidarın aydınlara, yazarlara ve kitaplara yönelik horlamasının sonuçlarına yüklediği tarihsel açıklamayla bir bilinç sürekliliğinin de sembolüdür. Kürk Mantolu Madonna hakkında bir fikre sahip olmamak işte bu mağduriyetten bihaber olmak, onu hafifsemek, romanın Madonna’sından önce zihinde popüler kültür figürlerinden birine öncelik tanımak demektir.
Büyük tepkinin ardında yatan
Sabahattin Ali’nin kitabıyla ilgili gafa yönelik tepki sadece kitabın kendisinin dışındaki tarihsel faktörlerle belirlenmemiştir. Aynı zamanda bu tepkinin sınıfsal ve siyasal olduğunu da söylemek gerekiyor. Üzerine kalem oynatan ahalinin bir kısmı bunu fark etmese de birçoğu pekala farkındadır. Göz göre göre yalan söylemenin, uyarılsa da hiç hesabı sorulmayacakmış gibi aynı yalanda ısrarın, kendisini çok zeki zanneden birinin kendi durumuyla ilgili bozuk gerçeklik algısını topluma dayatmasının, o kişinin başkalarının zekasıyla alay etmesinin, yerleşik değerleri horlamasının bir siyasal karşılığı ve özdeşleştiği figürler vardır ve bunlara yönelik tepki Funda Özkalyoncuoğlu’na doğru kaymıştır.
Mesela, son günlerde ortaya atılan 12 adanın Lozan’la terk edildiği yalanı çökmüş, bu adaların AKP iktidarı döneminde sessiz sedasız hibe edildiği yüze vurulmuştur; Cemaate hakkında geçmişte söylenen yalanlar ifşa olmuştur; Suriye politikasının ihalesi eski Başbakana çıkarılarak geçmişin bir yalan olduğu söylenmiştir… Bunlar çoğaltılabilir. Programcı kadının yalanına abanmak kendisine doğruların söylenmesini, yalanla yönetilmeyi istemeyen kesimlerin yapabileceği en kolay şeydi ve pek çok durumda olduğu gibi doğrudan doğruya siyasal olmayan bir düzlemde çıktı bu tepki. Aynı semptomatik tutumu Gezi Direnişinde ve Tarık Akan’ın cenazesinde de görmüştük.
On binlerce kamu emekçisinin soruşturmasız işinden atılması veya açığa alınmasından sonra boşalan yerlere yeni kadro alımı için yapılan KPSS mülakatlarında, cevap anahtarlarında rasyonel bir karşılığı olmayan “Reis deyince aklına ne geliyor” türünden sorular sorulması bile, Funda hanımın bu cehaletle kazandığı paraların hesabının sorulmasına yol açtı. Çünkü dünyadan bihaber, tek mahareti yalakalık olan birilerinin siyasi iktidarın makbullük etiketini almayı kolaylaştırdığı öznellik, eğitim gördüğü halde iş bulamayan, mülakatlarda elenen, böylece kutuplaştırıcı siyasetin ağır sonuçlarıyla yüz yüze gelen bir genç nüfusu zıvanadan çıkarmış görünüyor. “Biz açken, biz işsizken, biz yoksulken bu cahil kadın…” diye başlayan cümleler, pespaye bir kültürel ortamda kendisini ancak böyle ifade edebilme imkanı bulabilen sınıfsal tepkinin mevcut koşullarda ihtiyaç duyduğu meşruiyetin dayanağıdır.
Açıkçası ona yüklenen manayla uzamdaki yeri çelişen programcının bir korkuluk vazifesi gördüğü söylenebilir. Öfkenin yöneldiği alan aslında ne kendisi ne medya alemidir. Ama bunların yeniden üretilmesine sonsuz hizmet ettiği siyasal iklimdir.
Mesele Funda Özkalyoncuoğlu değil!
Kendiliğinden toplumsal tepkiler genellikle böyle beklenmedik meşruiyet oyuklarından boşalır. Rutkay Aziz, Tarık Akan için düzenlenen cenaze töreninde “Siz sadece Tarık Akan’ı uğurlamak için buraya gelmediniz. Aynı zamanda özgürlükler, laiklik ve demokrasi için buradaydınız” diyordu. Kuşkusuz çok doğruydu. Gezi’de de üç beş ağacın gölgesi, birikmiş bir huzursuzluğu açığa çıkarmıştı. Yani mesele üç beş ağaç değildi. Mesele son vakada Funda Özkalyoncuoğlu da değil.
Özkalyoncuoğlu’na öfkesini boşaltanların, oy verdikleri partiler siyasi iktidarın etrafında kerhen ya da açıktan ittifaka girmek yoluyla toplumsal-siyasal mekanizmaların kilitlenmesine de imza attıkları için bugün hayli yalnız bırakılmış görünüyorlar. Dipten gelen dalga başlangıçtaki gücüyle kıyıya ulaşamadan bir programcının dubasına çarpıp kırılmak zorunda kalıyor. Sözlerini olağan mecralarda dile getiremeyenlerin yönetilmesinin giderek zorlaştığı koşullarda bu kitleyi baskı ve şiddetten başka bir seçenekle yönetemeyeceğini düşünen, ittifaklarını da ancak savaş sayesinde elde tutabilen bir siyasal iktidarı öfkeden koruyan kültürel dubalar doğrusu velinimetinden ödül almalıdır!
Ama bu sosyoloji de değişmelidir. Semptomlarla uğraşmanın, kültürel linç eşiğine gelmenin iç boşaltmak gibi bir faydası olsa da bunun mevcudu değiştirmek gibi bir sonucu olmayacaktır. En yıprananın gittiği, yerine benzerinin geldiği medya sularında yüzdükçe ersatzlar* tüketmeye devam edilecek demektir. Bunlar sadece aslın sureti olacaktır, kendisi değil. Funda hanım da benimle uğraşmayın Musul’a bakın dememiş midir?
O halde Sabahattin Ali’yi sevmek ve savunmak onun yolunu ve mücadelesini anlamak demektir.
*Ersatz: Bir şeyin yerine geçen… Örneğin İkinci Dünya Savaşı sırasındaki yokluk günlerinde bulunamayan bir nesnenin yerine tüketilen şey. Kahve kıtlığında nohut tozundan yapılan kahve içmek gibi.