Mümtaz'er Türköne
(Zaman, 27 Mart 2012)
Laf kalabalığının ötesinde pratik ve somut çözümün adı ve adresi şöyle: Önce haziran ayında Erbil'de Kürt ulusal konferansının toplanabilmesi.
Sonra bu konferansta PKK'nın silahlı mücadeleye son verdiğini açıklaması. Bugün trafiğin hızlanmasının ve adrese teslim mesajların çoğalmasının arkasında bu hedef ve takvim duruyor.
Çözüme giden yolun mantığını, söylenenlere bakarak tayin etmek doğru değil. Uzmanların bile okumakta zorlanacağı mesajları yanlış anlamak ve yanlış sonuçlara varmak mümkün. Dil çok çapraşık ve bazen kimi muhatap aldığını kavramak bile imkânsız. Güvenlik kurumunun en tepesindeki ismin gazetecilere fısıldadığı "devletin yeni stratejisi" ile BDP'lilerin ve Kandil'dekilerin meşhur deyişin tersine "geline söylenenden kızın hissesine düşenler"den yola çıkarak bir sonuca varamayız. Doğru mantık Kürt sorununun ve terör sorununun iç içe geçmiş karmaşık yapısına eğilmek.
"Çözüm" denilen şeyin iki ana ayağı var: Birincisi Kürtlerin anadilleri ile eşit ve onurlu vatandaşlar olarak yaşayabilecekleri bir devlet düzeninin tesisi. Bu düzenin sınır çizgisi anadilde eğitim meselesi. İster bugün, ister yarın Kürtlerin anadilde eğitim talebi devlet tarafından karşılanacak. Kürtler için bu talep bir ihtiyaç değil, sadece eşit vatandaşlığın göstergesi. Anayasa Türkçe dışında dillerde eğitimi yasaklamayacak. Yasak kalkınca bu talep de anlamsızlaşacak. Haziranda Erbil'deki silah bırakma mizanseni ile bu sorunun hiçbir ilişkisi olmadığını vurgulayalım. Orada çözülecek olan Kürt sorunu yani Kürtçe sorunu değil. Bu sorunun Türkiye üzerinde oluşturduğu basınç, yasakların kalkması ve özgürlüklerin gelişmesiyle kendiliğinden düşüyor.
İkincisi ise can alıcı "statü" meselesi. PKK, 28 yıllık silahlı kalkışmanın eseri olarak Kürtlere somut bir kazanım bırakmak istiyor. Kürt ulusal hareketinin üzerine zamanla yeni tuğlalar yerleştireceği somut bir eser. "Demokratik özerklik" bugüne dair bu somut eserin adı. Devletin ise Kürtlere özgü bir statüyü kabul etmesi imkânsız. Burada imkânsız olan "statü"nün kendisi değil, "Kürtlere özgü" olması. Türkiye'nin Güneydoğu'sunda Kürtlere özgü "statü" ile tanınacak özerkliğin daha çoğunu Devlet Türkiye'nin her yerinde geçerli olmak kaydıyla kabul edebilir. Böylece Kürt sorunu, Türkiye'nin demokratikleşmesi adına çok ileri bir düzenleme ile çözülebilir. Bu çözüm Kürt sorununun Türkiye'nin demokratikleşmesi ile aşılması anlamına geliyor. Dün, "Kürtler bağımsızlık ister" diyerek reddedilen "yerelleşme" bugün Kürt sorununun çözümü için hayat bulacak. Böylece çözüm, Kürt siyasetin Türkiye'ye büyük katkısı olarak tarihe geçecek.
Orhan Miroğlu dün Taraf'taki köşesinde Kürtler için "yaşadıkları ülkelerin halklarıyla ortak bir gelecek kurma düşüncesinin, Büyük Kürdistan projesine nazaran daha gerçekçi bir yol olduğunu" söylerken sadece reelpolitiği değil, ülkenin geri kalanı ile uzlaşma eksenini de göstermiş oluyor.
PKK'nın "halk savaşı tehdidi" ve hükümetin tırmandırdığı "güvenlik siyaseti" dahil önümüze çıkan bütün işaretler çözüm için eksik olan tek şeyin irade olduğunu gösteriyor. PKK için bu irade bir mecburiyet. Çünkü sürdüreceği şiddetin hiçbir açıklaması yok. Hükümet için de öyle. Üçüncü dönemini % 50 oy desteği ile sürdüren ve devlet içinde bütün kurumları kontrolü altına alan bir Başbakan, Harp Akademileri'nde subaylara anlattığı çözümü hayata geçirmekle mükellef. Siyasetçi boğuştuğu sorunları kendisi seçemez. Sadece kucağında bulduğu soruna alternatif çözümler arayabilir. Hükümet çözüm için büyük riskler alabilecek kadar güçlü.
Çözüm için kamuoyunu gözetmek hem hükümetin hem de BDP'li politikacıların ortak sorumluluğu. Kamuoyu sanıldığının çok ötesinde çözüme hazır. Her iki taraf için de zafer, barışın sağlanmasından ibaret. Kürt sorununu çözen bir hükümet, en az 1923'ün iradesi kadar itibar kazanır. Silahları susturan ve barışı tesis eden BDP'li politikacılar Kürtler arasında minnetle anılır.
Muhatap meselesi geride kaldı. Bugün çözüm için yeni dengeler var. İmkânlar, şartlar ve tükenen çareler çözümü zorluyor. Beklediğimiz iki tarafın çözüm iradesi.