Söyleşi

Küratörler anlatıyor: Darzana ve Haliç Tersanesi projeleri aynı yerle uğraşan birer iş...

Feride Çiçekoğlu​, Mehmet Kütükçüoğlu ​ve Ertuğ Uçar​ 'Darzana'nın hikâyesini anlattılar, eleştirileri yanıtladılar

13 Haziran 2016 18:34

“Darzana: İki Tersane, Bir Vasıta” başlıklı proje için önce İstanbul’da bir 'hayal gemisi' inşa edildi ve Baştarda adı verildi. 30 metre uzunluğundaki ve 4 ton ağırlığındaki bu vasıta, ahşap kalıplar; mobilya, tabela ve gemi ıskartaları gibi sahada bulunan terk edilmiş tam 560 parçanın bir araya getirilmesiyle tasarlandı. Parçalar, Baştarda’nın Türkiye Pavyonu için Nisan ayında Venedik’e gönderildi ve orada bir araya getirildi.

Proje; ​Feride Çiçekoğlu, Mehmet Kütükçüoğlu ve Ertuğ Uçar ​küratörlüğünde​, Cemal Emden​ ile ​Namık Erkal​’ın küratöryel işbirliğiyle, ​Hüner Aldemir, Caner Bilgin, Hande Ciğerli, Gökçen Erkılıç, Nazlı Tümerdem ​ve ​Yiğit Yalgın​’dan oluşan güçlü bir ekip tarafından hazırlandı.

Ancak proje, Kütükçüoğlu ve Uçar'ın Haliç Tersaneleri master planı sürecini yürüten Teğet Mimarlık'ın ortakları olması nedeniyle, "Haliç Port'un Venedik Bienali'yle meşrulaştırıldığı" iddiasıyla tartışmalara neden oldu.

Birçok eleştirinin yanı sıra Haliç Dayanışması'ndan ​Gül Köksal'ın, "IKSV seçici kurulunun ne düşündüğünü de merak ediyorum bu konuda. Ertuğ Uçar bunun 'teğet bir ilişki' olduğunu söylese de, bir yandan Haliç Tersaneleri’nin geleceğine karar veren aktörlerden biri olmak, bir yandan da yaşdaşı bir alanın sürecini gördüğü halde, Haliç’teki özgün değerlere dair çıkarımda bulunmamak, sonra da iki alanı birbirine bağlayan bir proje olarak gemi inşa etmek gibi bir yaklaşımı anlamak mümkün değil" ifadeleri uzun süre kamuoyunun gündeminde kaldı.

Mehmet Kütükçüoğlu, eleştirilerle ilgili olarak "Başlangıç kıvılcımını bizim daha önce yapmış olduğumuz bir çalışmadan alıyor, evet. Yaptığımız projeden esinlendik ama onu anlatma, tanıtma gibi bir derdimiz olmadı" açıklamasında bulunurken, Ertuğ Uçar ise sosyal medyada çok hızlı reaksiyon verildiğine dikkati çekerek, "Gezi Parkı'daki gelişmelerden dolayı bir kızgınlık oluşmuştur insanlarda. Bizde oluşmadı mı? Biz de kızdık. Kızmak sadece senin hakkın mı?" dedi.

Darzana projesinin küratörleri ​Feride Çiçekoğlu​,​ Mehmet Kütükçüoğlu​ve ​Ertuğ Uçar​'ın T24'ün sorularına verdiği yanıtlar şöyle:

 

Darzana'yı 'tanımlayarak' başlayalım mı? Bienal süreci nasıl gelişti?

 

Feride Çiçekoğlu: ​Eylül ayında çalışmaya başladık. Seçildiğimizi 2015 sonunda öğrendik. Bizim hayatımızı yavaş yavaş değiştiren kalabalık bir ekiple çok yoğunlaşarak çalıştığımız yaratıcı, eğlenceli, eğitici bir süreç oldu. Diyebilirim ki özetle, sınır ihlalleri ve melezlik üzerine bir proje olan Darzanà, tersane kentleri olan Venedik ve İstanbul arasındaki ortak kültürel ve mimari mirası vurguluyor.

Köken olarak Darzana, Türkçedeki tersane ve İtalyancadaki arsenale kelimelerinin Venedik lehçesindeki karşılığı. 11. yüzyıl ile 19. yüzyıl arasında Akdeniz coğrafyasında denizciler, seyyahlar, tüccarlar, kısacası aynı dili konuşmadıkları halde birbirleriyle anlaşması gereken insanlar arasında kullanılan melez bir dil olan Lingua Franca’ya da atıfta bulunuyor. Benzer şekilde Akdeniz’de kıyı yapıları ve hatta gemiler için ortak bir mimari dilden söz etmek ve bunu Architectura Franca olarak tanımlamak da mümkün.

İstanbul’un Haliç kıyısındaki Osmanlı’dan kalan tersanenin Cumhuriyet’le birlikte askeri işlevlerini büyük ölçüde yitirdiğini, 20. yüzyıl ortalarında bir kaç parçaya bölündüğünü, Camialtı ve Taşkızak tersanelerinin giderek boşaltıldığını ve bu büyük alanın yeniden kente katılabilmesi konusunun bir “cephe” haline geldiğini biliyoruz. Bir yandan Akdeniz’e ayna tutarak suya sınır çekilemeyeceğini söylerken, bir yandan da şehir içinde şehirlilere kapalı alanlara, tel örgülerle çevrili mekânlara karşı çıkıyoruz.

 

Baştarda’nın bir de hikâyesini mi anlatsanız?

 

Ertuğ Uçar:​ ‘Baştarda’ sözcüğü ‘nesebi belirsiz’ anlamına geliyor. Kökeni İtalyanca ‘bastardo’ kelimesi. ‘Bastard’, yani. Ahşap tekne tipolojilerinden hafif, çevik, kürekli kadırgalar ile ağır, yelkenli kalyonlar arasında bir geçiş ürünü. Hem kürekle hem de yelkenle yol alan melez bir tekne. Orijini olmayan diyebiliriz. Bu geminin de orijini yok. Akdeniz’in herhangi bir limanına ait olabilir. Pire, Marsilya, Venedik. Niyeti de o, keşke Akdeniz’deki birkaç limanı daha dolaşsa, son limanı da İstanbul olsa.

 

"İki yıla yakındır tersane alanını anlamaya çalışıyoruz"

 

Darzana ile Haliç ve Venedik arasında kurulan ilişkiyi biraz daha açarsak? Eleştiriler oldu ancak sizin bir paylaşımınız olmadı?

 

Ertuğ Uçar: ​Eleştiriler oldu. Biz de önce cevap vermeye, anlatmaya çalıştık. İKSV Salondaki toplantıda anlatmıştık mesela. Ama yeterli gelmiyor insanlara. Ya da beğenmiyorlar açıklamayı. Yargılar peşinen verilmiş oluyor zaten. Biz iki yıla yakındır tersane alanını anlamaya çalışıyoruz, kafa patlatıyoruz. Alanın geçirdiği değişimi, yapıların amacını, önemini, açık alanları, boşlukları, kıyı çizgisini anlamlandırmaya uğraşıyoruz. Tarihini, özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası geçirdiği değişimleri araştırıyoruz. Bugün elimizde olan parçaları doğru yerlerine koymak önemli. Bienal çağrısı bu projeyle doğal olarak ilişkilendi bizim açımızdan. İkisi de masamızda duruyordu. Tabii bunda Mimarlık Bienali’nin mekanının tarihi Venedik Tersanesi olması, Türkiye pavyonunun da bir tersane gözünde yer alması ana etken.

 

İki şehrin arasındaki ‘ilişki’ye gelmişken... Uğur Tanyeli’nin de bir yazısı vardı konuyla ilgili. “Darzana, son günlerde çok sık kullanılan ‘yerli ve milli’ terimini bir kenara atmıştır” diye…

 

Mehmet Kütükçüoğlu:​ Bugünlerde yükselen dışa kapanma hareketinin çok sürdürülebilir olduğunu düşünmüyorum. Dışarıdakilere posta koymak, içerideyse birbirini itip kakmak, anlamamak… Kategoriler yaratmak, cephelerde saflaşmak… Sonra aralarına güya aşılamayacak sınırlar çekmek. Özellikle Akdeniz kültürü hala ve bir kez daha geçerliliğini korurken. Kaçınılmaz olarak kültürler, devletler, insan toplulukları birbirleriyle alışveriş içerisindeler. Ve bu da sadece bir şıklık olsun diye değil, hayatlarını idame ettirebilmek için yaptıkları bir şey. Savaş ve barışta, bir yandan aç kalmamak, bir yandan da kendilerini geliştirmek için alışveriş içerisindeler.

Dolayısıyla da tarihsel olarak yazgıları iç içe. Bugünkü söylem bana çok sentetik geliyor ve bu yüzden sürdürülebilir olduğunu düşünmüyorum.

 

Bienalde nasıl tepkiler aldınız peki?

 

Feride Çiçekoğlu:​ Çok beğenildi. Hayal ettiğimizin de ötesinde bir iş oldu. Zaten Darzana İstanbul’daki göze çok yakışmıştı, ama oraya da çok yakıştı. Göze anlamını geri verdi. "Bu buradan gittiğinde burası çok boş kalacak" dediler, öyle bir iş oldu. O zaman Türkiye’deki eleştirilere dönelim mi? Sık sık “Darzana ile 'Haliç Port' projesi meşrulaştırıldı” lafını duyuyoruz.

 

Mehmet Kütükçüoğlu: ​Haliç Port tabiri doğru değil. İnsanlar çok sık kullanıyor, biraz kasti olarak da kullanılıyor. Burası bir tersane.

Ertuğ Uçar:​ Galataport bir port. Kruvaziyerler yanaşıyor. Burada ise İstinye koyundaki tipte, çok daha küçük bir teknepark var. Bir de vapur iskelesi.

Mehmet Kütükçüoğlu:​ Bizim aklımız master planı çalışırken tersanedeydi, haliç kıyılarındaydı. Ve mekanı Venedik Tersaneleri olan bu bienal çağrısı olduğunda "tersaneler aracılığıyla bu iki şehir arasında ilişki kurabilir miyiz" "Haliç’teki tersaneyi de kendinden menkul bir tersane gibi değil de Akdeniz havzasındaki sistemin bir parçası olarak görebilir miyiz?" diye düşündük.

Darzana, başlangıç kıvılcımını bizim Haliç Tersaneleri üzerine bir süredir yaptığımız çalışmalardan, biriktirdiğimiz malzemelerden alıyor, evet. Ancak burada Haliç Tersanesi master planını anlatma, tanıtma gibi bir amacımız olmadı. Tersaneyi konu ettiğimiz söylenebilir belki. İnsanlar diyor ki “Hayır bunlar ayrılamaz bir bütün” Neden bütün? Çünkü onu yapan biziz, onun üzerinde çalışıyoruz. Onun dışında yapılan işler birbirinden bağımsız. Aslında bu ikisi konu olarak doğrudan bağlantılı değil, ama aynı yerle uğraşan birer iş denilebilir. Haliç Tersanesi planı hakkındaki eleştirilerin bienale de sirayet etmesi gibi bir durum tabii ki var.

Ertuğ Uçar: ​Bizim bienal projesi üzerinden Haliç Tersanesi ile ilgili yaptığımız şey en azından onu gündeme taşımak, biraz daha görünür kılmak olmuştur. Bu da açıkçası buranın geleceği için önemli diye düşünüyoruz. Üzerini kapamak yerine örtüyü ucundan kaldırmak.

Feride Çiçekoğlu: ​Biz bu projeyi yaparken belgeleme, şu anki halini kaydedebilme işini de çok ciddiye aldık. Bienal için yaptığımız yayında, Cemal Emden'in fotoğraflarıyla tersaneyi fotoğraflarla kitaba taşıdık. Tersanenin bu haliyle belgelenmesini önemsiyorum; bu da Darzana sayesinde oldu.

 

Bienalde sorunların çözülebileceğini düşünen bir kesim var, bir de hayır bianeller tartışmalarla sınırlıdır diyenler…

 

Feride Çiçekoğlu:​ Bienallerde sorunlar çözülür diyen mimar varsa o artık benim tahayyüllümün ötesine geçer. Bienaller esas olarak sorunları ortaya döker, ana metni yorumlar. Kendi yorumunu bu dünya anlayışı içinde özgün bakış açısıyla farklı katmanlarda ortaya çıkarmaya çalışır.

 

"İnsanların incelikli düşünmek için ne sabırları ne de vakitleri var"

 

Bu tartışmayla ilgili olarak yapılan eleştirilerde, "Bienalin ana meselesinin sosyal konular olduğu ancak Darzana'nın bu noktanın dışında kaldığı" vardı...

 

Mehmet Kütükçüoğlu: ​'Sosyal kaygılar’ ve ‘mimari kaygılar’ arasında kategorik ayrımlar yapmayı anlamsız buluyorum. ‘Mimarlık disiplini ve tartışma alanımızı’ bir yere sıkıştırmak olur bu. Herkesin kendine göre tartışma alanını kurma ve geliştirme hakkı vardır, bu iradeye saygı duymak gerekir. Ben sosyal şeylerle ilgileniyorum sen ilgilenmiyorsun. Mimarlık sosyal şeyleri dışlıyor. Böyle bir ayrıştırma olabilir mi? Kesinlikle yok. Ne o tamamen sosyal alanda kalabilir ne de bu mimarlık çerçevesine sıkışabilir. Bu disiplinler arasındaki sınırlar geçişkendir ve içlerine hapsolmaya mahkûm edilemeyiz. Alandan ve konudan kendi disiplinine ve zanaatine doğru bir dert edinmek, onu üretken bir problem haline dönüştürebilmek önemli olan. Duvarlara meseleyi sömürürcesine gazete küpürleri ve sloganlar yapıştırmak değil. "Ben bu alanla uğraşıyorum, sen onunla uğraşmıyorsun” gibi bir düşünceyle kimse yargılanamaz. Çok yanlış. Herkesin kendine has bir ele alış şekli olabilmeli.

Ertuğ Uçar:​ Aravena’nın bahsettiği cepheyi ben öncelikle mimarlık mesleğinin cephesi olarak alıyorum. Biz mimarız değil mi? Bienal de mimarlık bienali. Bunu bazısı daha politik alabilir, kabul. Bazısı da odağını başka şekillerde belirler. Neden bienale benim önemli gördüğüm meseleyi taşımadın da bunu taşıdın demek çok tuhaf. Kaldı ki anlamamış da olmak mümkün. Yazılanlara bakılırsa, bienal çağrısını bir biz yanlış anlamışız... Bir de jüri tabii.

Feride Çiçekoğlu: ​Şöyle özetleyeyim. Bizim projemiz sınırlara karşı. Bu, sınır çekmeye karşı olduğu için zaten Aravena metnine de sadık aslında. Bu yılın konusu ne? Cepheden bildirmek. Bu kadar. Cephe neresidir? Sınırın önü. Biz de diyoruz ki sınırı kaldıralım, burası çatışma alanı olmasın tartışma alanı olsun.

Bunu da ilk defa burada anlatacağım ama bunca yıldır, içimde kalmış bir şeydi. 1976’da öğretim üyesi olarak üniversiteye başvuracağım sırada ODTÜ Rektörü Hasan Tan’dı. Öğrenci profilini etkileyemediği için çalışanlarını değiştiren, tasvip etmediğimiz bir anlayıştaydı. O dönem Mimarlar Odası da oraya başvurmayın dedi. Orası izole edilecekti yani. Ben de başvurmadım. Şimdi düşünüyorum da kesinlikle başvurmalıydım. Çünkü rektör bir sınır çekmişti ve biz de o sınırı geçmeliydik. Oda, sınıra karşıydı, ama aslında riayet etti. O dönem “O sınırı geçmeyin” dendi, 40 yıl sonra da pek bir şey değişmemiş.

Mehmet Kütükçüoğlu: ​Bütün eleştirileri, bütün yazılanları okuyorum. “Acaba buradan bize bir şey çıkar mı” diye ısrarla okuyorum, ama çıkmıyor. Bu durum da insanda şu hissi yaratıyor: “Burada açık bir tartışma yürütülemeyecek mimarlık adına”. Milli sınırların dışına çıkıldığında hikâyenin ve tasarımın gayet de anlaşılabilmesi indikatif geliyor bana. Siyasetle paralel olarak gittikçe daralan, içine göçmek üzere olan mesleki bir camiaya doğru ilerliyoruz. Uyarmak istiyorum.

Ertuğ Uçar:​ Çok hızlı reaksiyon veriliyor burada. Herkes kızgın. Mesela biz oradayken "Röportaj yapalım" dediler, tamam, konuştuk. Daha sonra sosyal medyadaki eleştirileri okuyorum, saatlerine bakıyorum cevap o kadar hızlı yazılmış ki, o kadar sürede yazıyı hakkıyla okumuş olamaz. Biz sekiz aydır burada kafa patlatıyoruz konuya. Ve insanlar kitabı eline almadan, sizinle konuşmadan, o mekânda o işi görmeden okuyor, istediği şekilde okuyor. Zaten şu da bir sorun. Bir proje önermişsiniz, bir nesne tasarlamışsınız, yayınını da koymuşsunuz kenara. Artık herkes istediği gibi okur. Bunun savunması olmaz. Biz de bu yüzden cevap vermeyi doğru da bulmuyoruz pek. Bizce birçok hattan Aravena’nın temasına bağlı, tarihsel bağlamı güçlü, birçok alternatif okumaya açık, incelikleri olan bir şey bu. Fakat insanların, ne sabırları ne vakitleri var.

Mehmet Kütükçüoğlu: ​Ertuğ’un söylediğine ekleyeyim. Sosyal medya, günümüzün iletişim şekli. Aslında ne kadar açıklığa imkân sağlıyorsa, o derece kapanmaya, kapatmaya da yatkın.

 

"Niye birilerinin peşine takılıyorlar?"

 

Feride Çiçekoğlu: ​Bu işte, tam da bir sınır çekmek. “Bu olmuş bu olmamış” “Bu sizden bu bizden”. Sınır çektiğin zaman, Hop diye kategorize ediyorsun. Tek tek düşünmenize gerek kalmadan, birey olarak düşünmenize de gerek kalmadan, birilerinin peşine takılıyorsunuz ve başka hiçbir şeye gerek kalmıyor. Bir insanın, bir kurumun… Orada saflar da çok kolay belirlenir. Mimarlık alanından siyaset alanına… Niye birilerinin onlar adına ‘doğruyu’ söylemesini bekliyorlar, niye birilerinin peşine takılıyorlar?

 

Sosyal medya demişken, bu mecralar Gezi Parkı eylemlerinin de önemli bir parçasıydı ve insanlar Taksim'de yapılacak bir topçu kışlasının karşısındaydı. Eleştirilerin bu denli yoğun olmasını Gezi Parkı eylemleriyle ilişkilendirebilir miyiz?

 

Ertuğ Uçar: ​Bence evet. Bir kızgınlık oluşmuştur insanlarda. Bizde oluşmadı mı? Biz de kızdık. Kızmak sadece senin hakkın mı? Sanki kızmak ve aynı zamanda da mimarlık yapmak bir arada olamaz. Hepimiz kızıp, yana çekilirsek zaten halimiz yaman. İkisi de olacak. Mimarlar mezun olacaklar. Belli olgunluğa erişecekler. Biri proje yapacak biri inşaat, biri odaya gidecek biri yazı yazacak, dernek kuracak. Hepsi bir arada işe yarayabilir. Bugünküler diyor ki elinde kalem varsa ve tasarım yapıyorsan sen silindin. Bu kümeden öbür kümeye geçtin. Ne kadar hastalıklı bir düşünce. Bizim topluluktan gelen eleştirilerin çoğunun altında bu var. Hâlbuki kooperatif olmak da mümkün, hatta tek şans bu. Bizim onlardan destek almamız da mümkün. Mehmet de diyor ya, “O kadar eleştirinin içinde bize faydalı bir şey bulamıyoruz”

Feride Çiçekoğlu: ​Öte yandan vakıf da suçlanıyor. İKSV iktidarla çatışmaya girmek istemediği için böyle suya sabuna dokunmaz bir proje seçti demeye getirdiler. Bu ne kadar saçma. Bakacak olursak İKSV, çok önemli, ülkenin en önemli sanat kurumu, yeri doldurulamaz. 12 Eylül’ün en kötü zamanlarında Sinema Günleriyle nefes aldıran, dışarı açılan bir pencere olmuştu. Sinema Günleri’nin kurulmasında büyük emeği geçen, Sinematek’in de kurucusu olan Onat Kutlar o zamanlar “Yerli sinemamız varken yabancı sinemalara ne gerek var” eleştirilerinin muhatabı olmuştu. Anlatabildim mi, bu mantık hala aynı mantık. Bildiri yazma, ültimatom verme mantığı. Sınır çekip dışarda bırakıyorsun, hemen “öteki” ilan ediyorsun. Güzellik peşinde koşuyor, öteleyelim. Estetik peşinde koşuyor, dışlayalım. Üzücü olan şu, bu anlayışın kendi alanında bile verim elde ettiğini görmüyoruz. Gittikçe küçülüyor, kara delik gibi kendi kendini yutuyor.

Mehmet Kütükçüoğlu: ​Mimarlık yaparken sosyalistlerle, kapitalistlerle, AKP’li belediye, CHP’li belediyeyle çalışırsın. Burada önemli olan oradaki duruşun. Mecbursun herkesle bir araya gelmeye, toplumsal bir iş bu. Yapacağın çerle çöpü ayırmak, duruşunu korumak olabilir. Hangi değerleri temsil ettiğin önemli.

 

"Çok acısını çektik, hâlâ çekiyoruz"

 

Peki genel olarak mimarların duruşunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Mehmet Kütükçüoğlu:​ Burada herkes başkaları kadar kendi duruşunu da değerlendirmeli. Biz bu konuda çok uğraş verdik. Çok acısını çektik, hala da çekiyoruz.

Ertuğ Uçar: ​Birçok şeyle burun buruna geliyoruz. Kahramanlık yapmak değil işimiz. Mesleki alanımızda kalmak, orada yapabileceğimizin en iyisini yapmak istiyoruz. İnce eleyip sık dokumak, temsil ettiğimiz şeyleri savunmak... Bunlar önemli. Çizgilerin olur. Koruyamayacağını düşünürsen işi bırakırsın olur biter.

 

Burun buruna gelmeyi açsak?

 

Mehmet Kütükçüoğlu: ​Mimarlık şöyle de tanımlanabilir: “En sanatkarane tavizi verebilme işi”. Projenin içinde mimarlık kültürü var, idare var, işverenler var, kullanıcılar var, halk var, mühendisler var, doğa var ve bu büyük kümenin içinden kendinize has bir izlek çıkarmalısınız. Ve mutlaka kendinize has bir duruş belirlemeniz lazım. Belli bir oranda dönüşüme açık olmanız lazım. Doğayı da, kullanıcıları da, ona bakan insanları da dönüştürebilmeli, bu arada siz de dönüşmeye hazır olmalısınız. Burun buruna gelmek budur, dönüşmek. “Rüzgar nereden eserse oraya savrulurum” Hayır, bu değil. Bayağı kıvrımlı bir yol. Burada sadece biz yokuz, genç insanlarla, mimarlarla, ekibimizle bu konuları düşünüyor, bunun yükünü çekiyoruz.