Gündem

Kullanışlı despotlar

Müttefiklerimizin başka ülkelerle geliştirdiği ilişkiler sisteminde çokça örneğini gördüğümüz bir kullanışlı despotluk sisteminin daha kolay yönetilebilir bir ilişki tesisine imkan verdiği düşüncesi baskın gelebilir mi?

21 Şubat 2014 18:09

Bülent Keneş / Today’s Zaman Genel Yayın Yönetmeni

Demokrasi kimin içindir? Hukukun üstünlüğünün egemen olduğu tam teşekküllü bir demokrasi en çok kimin işine gelir, kimlere yarar? Eğitim ve refah seviyesi açısından tam olarak gelişmemiş bir ülkede farklı toplumsal kesimlerden oluşan ve doğal olarak farklı beklentileri olan gruplardan müteşekkil sürdürülebilir bir demokrasi kurmak ne kadar mümkündür, işlevseldir?

Adil gelir paylaşımının sağlandığı, gelişmişlik ve refah seviyesi yüksek, eğitimli bir toplum kendi hak ve özgürlüklerinin en büyük teminatının başkalarının hukukuna, özgürlük ve haklarına saygı gösterilmesi olduğunu bilir. Oysa bu saygının ve empati duygusunun yeterince olgunlaşmadığı bizim gibi her açıdan sorunlu ve fragmante toplumlarda ise demokrasinin seçim sandığı gibi olmazsa olmaz bazı araçları demokrasi kültüründen nasipsiz bazılarının sınır tanımaz siyasal hırslarının basit ve bayağı araçlarına dönüşebilir. Bunlar, güçler ayrılığına dayalı anayasal sistemi, temel insan hak ve özgürlüklerini esas alan evrensel ilkeleri ve en basit demokratik kuralları bile hükmetme şehvetlerinin önünde birer büyük engel olarak görürler. Seçim sandığını daha fazla güce ve tahakküm imkanına bir erişme aracı olarak gören bazıları için ise demokrasi “hedefe ulaşmak için binilecek ve uygun durakta inilecek olan bir tramvay”dan ibarettir. 

Oysa, hukukun üstünlüğüyle, hukuk önünde eşitlikle, temel insan hak ve özgürlüklerine hassasiyetle, evrensel demokratik kriterlere saygıyla taçlandırılmamış bir seçim sandığı görkemli demokrasi sarayının ancak dış bahçe kapısı mesabesinde bile değildir. Tıpkı görkemli bir sarayın dış bahçe kapısı gibi elbette seçim sandığı da önemlidir. Çünkü o kapıdan geçmeden demokrasi sarayına ulaşmanız da, o sarayda demokrasinin keyfini sürmeniz de mümkün olamaz. Ancak,şayet, o kocaman bahçe içerisindeki o önemli kapıdan geçtikten sonra vardığınızı düşündüğünüz görkemli sarayla aranıza aşılmaz hukuksuzluk duvarları inşa edilmişse, incelikle kamufle edilmiş derin keyfilik çukurları kazılmışsa, her köşesinden malınıza, canınıza, izzetinize saldıran haramiler gizlenmişse ciddi bir sorunla karşı karşıyasınız demektir. Kabul etmelisiniz ki böyle bir durumda seçim sandığı denen o büyük kapıdan demokrasi bahçesine girmiş olsanız da bahçenin ortasında keyfini süreceğiniz görkemli saraya ulaşmanız hoyratça engellenmiştir.

Türkiye son yıllarda işte böyle bir trajik durum yaşıyor. Her yeni gün bu ülkeye seçim sandığını sadece bir güç devşirme aracına dönüştürenlerin hukuk dışı, etik dışı ve demokrasi dışı baskıcı yeni bir hamlesinin sevimsiz sürpriziyle geliyor. Mesela, hak-hukuk tanımadan yargı erkini tarumar ediyorlar, bağımsızlığını ve tarafsızlığını hiçe sayıp yargıyı tamamen denetimleri altına alıyorlar, büyük bir anayasal suç olduğuna bakmaksızın önceden fişledikleri belli olan binlerce kamu görevlisine korkunç bir yargısız infaza tabi tutarak oradan oraya sürüp duruyorlar. Farklı toplumsal kesimleri en korkunç suçlarla itham ediyorlar. İnsanların ve sivil toplum gruplarının onurlarıyla, şerefeleriyle umarsızca oynuyorlar. İnsanları aşağılıyor, ötekileştiriyor, düşmanlaştırıyor ve şeytanlaştırıyorlar. Görülmedik, duyulmadık en galiz nefret söylemlerine tevessül ederek en bariz nefret suçlarını durmaksızın işliyorlar.

Bunlar sadece söylem boyutunda da kalmıyor. Yapıp ettikleriyle Türkiye adım adım açık bir demokratik toplumdan paranoyak, sansürcü ve yasakçı kapalı bir rejime, hak ve özgürlüklerin mumla aranacağı bir açık hava hapishanesine doğru koşar adım yol alıyor. İç ve dış kamuoyundan yükselen çok büyük tepkilere rağmen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından onaylanan yasakçı, sansürcü, özel hayata müdahaleci İnternet yasası; onayı için yine Cumhurbaşkanı’nın masasında bekleyen ve yargıyı doğrudan yürütmenin bir sopasına dönüştürecek olan HSYK kanunu; ve Türkiye Cumhuriyeti’ni demokratik bir hukuk devleti olmaktan çıkararak resmen ve fiilen bir Muhaberat Devleti’ne dönüştürecek olan yeni MİT yasa tasarısı bu konudaki kötü gidişatın hızlanarak artacağının, sadece artmakla kalmayıp kurumsallaşacağının da açık delillerini oluşturuyor.

Söylemeye bilmem gerek var mı, demokrasi ve hukuk bütün ülkelerde yaşayan halklar için bir nimet ve gereklilik. Ama acaba aynısını o ülkeyle iş yapan dış güçler ve yabancı ülkeler için de söylemek doğru olabilir mi? Keşke bunu diyebilsek. Ama maalesef diyemiyoruz. Bunu diyemememize sebep olan geçmişte ve halen devam eden pek çok örnek bulunuyor. Mesela, Soğuk Savaş koşullarında İran Şahı Batı’yla ilişkilerini geliştirip, onlar için ülkesini güvenilir bir enerji tedarikçisi ve çok karlı bir pazar olarak tuttuğu müddetçe; ve komünizme karşı bölgesel güvenlikte etkin oluğu oranda içeride kendi halkına karşı istediği kadar hak ve hukuk ihlallerinde bulunabilmiş ve görülmedik zulümlere imza atabilmişti.

Doğrusu “kullanışlı despot” modeli için Şah çok iyi bir örnekti. Ama akıbeti hem kendisi hem de içeride ne yapıp ettiğini fazla umursamayan kullanıcıları için hiç de hayırlı ve faydalı olmadı. İran’ın sosyo-politik kimyası tamamen bozuldu ve 1979’da bir zulüm sisteminden bir diğerine savruldu.

Aynısını Mısır’da da görüyoruz. Cemal Abdül Nasır’ın iktidarı ele geçirmesiyle, her ne kadar Bağlantısızlar Grubu üyesi olsa da, fiilen Sovyetlere yanaşan Mısır’da halkın demokrasi, hukuk ve özgürlük ihtiyacı kimsenin umurunda olmamıştı. İsrail’le imzalanan 1979 Camp David anlaşması sonrası giderek Batı’ya yanaşmayı takiben de bir şey değişmemişti. Gerek Enver Sedat, gerekse Hüsnü Mübarek dönemlerinde İsrail’in güvenliğini tehdit etmediği, Batı’nın çıkarlarını gözettiği oranda Sedat ve Mübarek’in Mısır’da kendi halkına ne yaptığı kimsenin pek umurunda olmamıştı. Bu diktatörler bazı güçler için "kullanışlı despotlar" olarak vazifelerini yerine getirdikleri müddetçe Mısır’da halkın demokrasi arzusu, hukuk, özgürlük ve refah beklentisi ikincil, üçüncül meselelere dönüşmüştü. Ne acıdır ki, Muhammed Mursi’nin beceriksizlikler ve demokratik yetersizliklerle dolu bir yıllık tecrübesine asla kabul edilemez bir kanlı askeri darbeyle son veren General Sisi de bugün “kullanışlı despot” modelinin yaşayan bir örneği durumunda.

Suudi Arabistan ve anti-demokratik diğer Arap monarşilerinde ve bölgedeki dikta rejimlerinde sanki durum çok mu farklı? Herbiri birer kullanışlı despot olan Arap kralları ve şeyhlerinin kendi halklarına nasıl muamele ettikleri, onlara refah, demokrasi, hak ve özgürlüklerden ne kadarını layık gördükleri kimin umurunda? Petrol ve doğalgaz akışı sürdüğü, bu kaynaklardan kazanılan yüz milyarlarca dolar Batılı finans sisteminde dolaştığı müddetçe Arap ülkeleri ister krallık, ister şeyhlik adı altında baskıcı tiranlar tarafından yönetilmiş, halklar en temel hak ve özgürlüklerinden mahrum bırakılmış kimin umurunda?

Öte yandan, İran’a karşı işlev gördüğü müddetçe Saddam Hüseyin’in nasıl da başarılı bir kullanışlı despot olduğunu hatırlamayanımız mı var? Kürtler, Türkmenler ve Şiiler üzerinde tam bir baskı ve zulüm rejimi kuran Saddam’ın uzun süre sadece bölgedeki diğer kullanışlı despotların değil, Batılı demokrasilerin bile sevgilisi olması basit bir tesadüf müydü? Şiilerin, Türkmenlerin ve Kürtlerin çektikleri acılar kimin umurunda oldu? Ya peki bugün! Aynı trajik durum alabildiğine mezhepçi bir diktatörlük haline gelen Nuri el-Maliki rejimi için de geçerli değil mi? Saddam’ın bir nevi Şii versiyonu olan Maliki’nin tüm etnik ve inanç gruplarını dışlayan, baskılayan yönetim tarzı başta Washington tarafından olmak üzere kutsanıp durmuyor mu? Despotluğu kullanışlı olduğu müddetçe Maliki’nin ülke içinde kime ne yaptığı, çoğulcu ve katılımcı bir demokrasi mi yoksa tam teşekküllü bir mezhepçi diktatörlük mü kurduğunu umursayan mı var?

Ya peki Türkiye!.. Geçtiğimiz on yılda Avrupa Birliği (AB) üyelik süreci ve müzakereleri için demokratikleşerek gerçek bir hukuk devleti olma yolunda çok önemli reformlar yapan Türkiye’nin sürdürülebilir bir demokrasi ve sağlam bir hukuk devletine sahip olması çok mu umursanıyor sizce? Bu güçlerin çıkarlarını gözettiği müddetçe Türkiye’nin kaderi de bir kullanışlı despotun ellerine kolayca teslim edilebilir mi? Ticari ve ekonomik çıkarlarıyla uyumlu kaldığı, Kıbrıs, Suriye, Irak, İsrail ve PKK konularında kendilerini tatmin edecek radikal adımlar atığı oranda müttefiklerimizin, demokratikleşme yolunda çok acılar çekmiş bu ülkede yarım yamalak demokrasimizin ve zaten sıkıntılı olan hukuk devletinin tamamen askıya alınarak bir kullanışlı despotluğun inşa sürecine sessiz kalıp, bu anti-demokratik sürece zımnen destek vermeleri mümkün olabilir mi?

AB üyesi ülkelerin başkentlerinden olmasa bile AB kurumlarının temsilcilerinden gelen net mesajlar bu konuda şimdilik umutlarımızı korumamızı telkin ediyor. Ya peki dünyaya demokrasi modeli olmakla övünen ABD? İslam ile demokrasi ve laikliği mecz etme gibi eşsiz tecrübesiyle tarihsel ve stratejik bir müttefikinin bütün demokratik değerlerden kopup keyfi bir rejime dönüşmesine razı olabilir mi? Ya da başka ülkelerle geliştirdiği ilişkiler sisteminde çokça örneğini gördüğümüz bir kullanışlı despotluk sisteminin daha kolay yönetilebilir bir ilişki tesisine imkan verdiği düşüncesi baskın gelebilir mi?

Çarşamba günü 80 kadar Kongre üyesi ve Amerikalı fikir önderinin Barack Obama yönetimine gönderdiği uyarıcı mektup ve Obama’nın Başbakan Erdoğan’a telefonda ifade ettiği uyarılar bu ülkenin genel gidişattan endişe duyan insanlarına hala umut telkin ediyor. Sürecin bu minval üzere devam edip etmeyeceğini, bu ümitleri koruyarak, hep birlikte bekleyip göreceğiz.