Sözcü gazetesi Ankara Temsilcisi Saygı Öztürk'e konuşan bir komutan, şehit haberinin ailelere nasıl verildiğini anlattı.
Öztürk, komutanın "Önde bir askeri araç, arkada bir ambulans geliyorsa bir eve ateş düştü demektir. Yaklaştığın her kasaba veya köyün buz kesildiğini hissedersin... İçinden geçtiğin her yer rahatlar… Ulaşırsın köye. Askerde evladı olan her haneden inceden bir sızının yükseldiğini, “Aman bizim eve doğru gelmesin” diye dua edildiğini duyar gibi olursun" dediğini aktardı.
Öztürk, komutanın kendisine dediklerini şöyle aktardı:
"Ayakların geri geri gider. Bahçedeki çocuklar eve doğru koşar. Pencerelerde bir hareket başlar ve kapının önüne telaşla bir anne çıkar, bir sana, bir arkanda yere bakan Mehmetçiklere, bir de ambulansa bakar. Atar kendini yere. Oğlu daha toprak altına girmeden o ana düşer toprağın üstüne. Öyle bir vurur ki yere deprem oluyor sanırsın… Konu komşu yığılır, bin feryat bin figana karışır ki içinden ‘kıyamet bu' dersin. Kimi ana önce sana doğru koşar. Ellerine sarılır. Son bir umutla yüzüne bakar, ‘Yaralı, yaralı değil mi komutan?' der. Başını öne eğersin. Hiçbir şey diyemezsin. Dizlerinin bağı çözülür. Çökersin anayla birlikte yere. O ağlar, sen ağlarsın. Gözyaşları birbirine karışır. Hemşire elinin titremesinden, gözünün yaşını silmekten sakinleştirici iğneyi yapamaz bile…"
Saygı Öztürk'ün Sözcü'deki yazısının devamı şöyle:
24 günde 32 askerimiz şehit edildi. Asker için en zor olanı şehit ailesine haber verilmesidir. Şehit haberinin ilk verildiği yer Askerlik Şube Başkanlığı oluyor. Gelen mesajı okuyan asker, en acı haberi verebilmek için tören üniformasını giyer. Birkaç Mehmetçikle birlikte hastaneden gelen ambulansı da arkalarına alıp yola düşerler.
Önde bir askeri araç, arkada bir ambulans geliyorsa bir eve ateş düştü demektir. Yaklaştığın her kasaba veya köyün buz kesildiğini hissedersin… İçinden geçtiğin her yer rahatlar… Ulaşırsın köye. Askerde evladı olan her haneden inceden bir sızının yükseldiğini, “Aman bizim eve doğru gelmesin” diye dua edildiğini duyar gibi olursun. Görevi gereği acı haberleri defalarca veren komutandan dinliyorum:
“Yaralı, yaralı değil mi komutanım?"
Bütün köy donmuştur adeta. Herkes büyülenmiş gibi izler seni. Hangi eve gidilecek diye acılı bir merak sarar ortalığı. Şehidin evine doğru yaklaşmaya başladığında, bahçedeki ihtiyarın büyülenmiş gibi sana baktığını, bacaklarının titremeye başladığını, elindeki bastondan güç alarak zar zor ayakta durmaya çalıştığını görürsün.
Ayakların geri geri gider. Bahçedeki çocuklar eve doğru koşar. Pencerelerde bir hareket başlar ve kapının önüne telaşla bir anne çıkar, bir sana, bir arkanda yere bakan Mehmetçiklere, bir de ambulansa bakar. Atar kendini yere. Oğlu daha toprak altına girmeden o ana düşer toprağın üstüne. Öyle bir vurur ki yere deprem oluyor sanırsın… Konu komşu yığılır, bin feryat bin figana karışır ki içinden ‘kıyamet bu' dersin. Kimi ana önce sana doğru koşar. Ellerine sarılır. Son bir umutla yüzüne bakar, ‘Yaralı, yaralı değil mi komutan?' der. Başını öne eğersin. Hiçbir şey diyemezsin. Dizlerinin bağı çözülür. Çökersin anayla birlikte yere. O ağlar, sen ağlarsın. Gözyaşları birbirine karışır. Hemşire elinin titremesinden, gözünün yaşını silmekten sakinleştirici iğneyi yapamaz bile…
Fidan gibi evladını feda eden o babanın, “Vatan sağ olsun, vatan sağ olsun, şehit babasıyım ben” dediğini duyarsın. Kimi içine akıtır gözyaşlarını. Kimi donar kalır. Kimi günlerce konuşamaz. Kimi dua eder, kimi beddua. Kimi kendi saçlarını, kimi saçlarımızı yolar. Ne şapka kalır başınızda, ne rütbe omuzlarınızda, söker atar. Asıl büyük kıyamet bir-iki gün sonra kopar.
Gerçekle yüzleşme günüdür. Bu sefer cenazeyle birlikte varırsın köye. Tören- mören hak getire. Köylü alır şehidini omuzlarına, yer yerinden oynar. Ne protokol kalır, ne düzen. Tekbir sesleri, feryada karışır. Kimi “Evladımı en son haliyle hatırlamak istiyorum” der, cenazesini görmek istemez. Kimi de “Göreceğim” der. Gösteremezsin ki… Ya yüzü yoktur ya da bacağı. Bir üsteğmen elinde daha önce de okuduğu, sadece isim hanesi değiştirilmiş standart metni okur, “kanı yerde kalmayacak” sözleriyle konuşmasını bitirir. Tabuta sarılı analar, babalar, kardeşler duymaz, duysa da inanmaz.
Geride bir mezar, bir bayrak, bir ana kalır…
Afrin'den 143 yaralı geldi. Daha önce Sağlık Bakanlığı Müsteşarlığı da yapmış olan halen İYİ Parti Genel Sekreterliği görevini yürüten Dr. Aytun Çıray, “Askeri hastane” statüsünden çıkarılmış olsa da, yaralı askerlerimizin getirildiği Gülhane Hastanesi'ne gitti.
En ağırından, hafif yaralısına kadar askerlerimizin devletine, milletine bağlılıklarını, ordumuza olan sadakatlerini dile getirmesi gerçekten göz yaşartıyor. Hemen her gazi, “Bir an önce iyileşip operasyon bölgesine gitmek istiyorum” diyor. Aytun Çıray, gözyaşına engel olamıyor.
Afrin'de askerimizin şehit edilmesinden iki gün sonra, ikramiyesine ve otomobiline haciz gönderilmesi gazilerimizi de üzdü. Aytun Çıray, İYİ Parti adına TBMM Başkanlığı'na verdiği yasa teklifinde, şehitlerimizin borçlarının affını öngören yasa teklifi verdi. Ancak, AKP istemedikçe bu kanunlaşmaz.
ASKERİ HASTANE OLMALI
Diğerleriyle birlikte Gülhane de askeri hastane statüsünden çıkarılmıştı. Ama, askeri hastanelerin gerekliliği, yaralıların bu hastaneye getirilmesiyle de anlaşılıyor. Aytun Çıray, sohbetimizde milletvekili olmanın ötesinde bir tıp doktoru olarak şunları söyledi:
“Çalışanlarla, gazilerimizle konuşurken askeri hastanelerin kapatılmış olmasının büyük hata olduğunu belirttiler. Yaralı askerlerimizin taşınmasında bile problemler yaşanıyor. Bu hastaneler eski statüsüne kavuşturulmalı. İçindeki yanlış insanlar yüzünden kurumlar cezalandırılamaz. GATA ve askeri hastanelerin kapatılması nedeniyle savaş cerrahisinden yoksun kalan askerlerimiz, yaralandıklarında eksik müdahale olursa bunun hesabını kim verecek?”
Sahi, bunu düşünen var mı? Hükümet, Genelkurmay'ın bu konudaki önerisini dikkate almalı, bu hastanelerin gerekliliğine inanmalı.